text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Varmış yokmuş, bir padişah varmış. Onun da üç tane oğlu varmış. Bir de bir bahçesi varmış. O bahçede bir elma varmış. O elma her sene üç tane tutar, üçü de yaşamazmış. Ne olduğunu bilemiyormuş padişah. Sonra padişah demiş ki: — Hele gidin bahçeyi bekleyin, bakın bu elmalar ne oluyor? Büyük oğlu gidip tüfeğini almış, elmanın altına oturmuş. Dev gelmiş, o elmanın tekini alıp gitmiş. Gelmiş eve babasına demiş ki: — Sabahtan kalktım, elmanın teki yok. — Oğlum, kimin koparttığını görmedin mi? O da demiş ki: — Gece yarısına kadar bekledim, görmedim. Ortanca oğluna demiş ki: — Sen git bekle. O da tüfeğini alıp gitmiş beklemeye. Beklerken düşmüş, yatmış. Dev gelmiş, elmanın tekini de almış gitmiş. Bir de uyanmış ki elma dalda yok. Kimin götürdüğünü bilmemiş. Koşmuş eve gelmiş oğlu. Babası sormuş ki: — Ne yaptın oğlum? — Elmanın tekini de götürmüşler, hiç haberim olmamış. Uykudan sıçradım ki elma yok. Küçük oğlu da demiş ki: — Bunların elinden iş gelmez. Dur ki ben gideyim, bu elmanı bekleyeyim. Bakalım bu elmayı kim götürüyor. Oğlan kalkmış, silahını almış gitmiş. Gitmiş elmanın dibine yatmış. Yattıktan sonra uykusu gelmiş, parmağını kesmiş, tuz serpmiş ki uykusu gelmesin. Orada o parmağının acısıyla oturup beklemiş. Bakmış ki dev gelmiş, o elmaya çıkmış, o elmayı kopartmış. Koparttıktan sonra almış gitmiş. Oğlan da arkası sıra gitmiş. Bakmış görmüş ki bir kuyunun içine girmiş. Oğlan geri dönmüş gelmiş. Gelmiş kardeşlerine haber etmiş. Sonra babasına söylemiş. — Gidin o devin kellesini getirin! Bu çocuklar, üç kardeşler gitmişler. Gitmişler küçük kardeşe bir ip bağlamışlar, onu kuyuya sallamışlar. Salladıktan sonra o çocuk kuyunun içini bir memleket olarak görmüş. O burada bir kapıyı açıp içeri girmiş. Bu devin eviymiş ora. Gidip bakmış ki üç bacı oturuyor. Onlar demişler ki: — İnsanoğlu, buraya niye geldiniz? Burası yedi baş devin evidir. Oğlan da demiş ki: — O dev nerede? Ben o dev için geldim. — Dev filan yerde uykuya yatmıştır. Hemen oğlan kılıcını almış, o deve bir tane vurmuş. O dev demiş ki: — Bir tane daha vur insanoğlu. Oğlan da demiş ki: — Anamdan bir kere doğmuşum. Devi orada öldürmüş. O iki bacıları kuyudan dışarı vermiş. Kalmış küçük bacısı. Oğlan demiş ki: — Gel seni dışarıya çıkartayım. Kız da demiş ki: — Sen çık. Ben sonra çıkarım. Sonra senin kardeşlerin ipi keser, kuyuya atar. Sonra oğlan kızı dışarıya çıkarmış. Kalmış oğlan içeride. Kardeşler oğlanı yarı yere kadar çekmiş, sonra ipi kırmışlar. Oğlan olduğu gibi yere düşmüş, dört beş adım içeriye gitmiş, kocakarının evine gitmiş. O kocakarı da demiş ki: — Oğlum sen in misin cin misin? Oğlan da: — Ben adamım. Oğlan susamış, su istemiş. Kocakarı da demiş ki: — Oğlum bizim burada su yok. Oğlan da demiş ki: — Ana, ne susuz memleket bu. Kocakarı da: — Oğlum burada bir dev var pınarın içinde, günde bir adam yemezse bize su vermez. Bugün padişahın kızının sırasıdır. Gidecekler, verecekler ki su versin. Oğlan gitmiş, kılıcını alıp bir çınar ağacının dibinde yatmış. Orada Zümrüdüanka kuşunun cücüklerini* yılan yiyormuş. Hemen oğlan yukarıdan sıçramış, kalkmış o yılanı bütün doğramış. Bir de o Zümrüdüanka gelmiş ki cücükler çığrışıyor. Hemen oğlan o çınar altının dibinde yatmış. İstiyormuş ki o Zümrüdüanka kuşu o oğlanı yesin. Hemen cücükler çığrışmış ki: — Yeme! O bizim canımızı kurtardı. Oğlan düşüp yatmış kuş, kanatlarını onun üstüne germiş ki gölge olsun. Oğlan yatmakta olsun, bir de bakmış ki bir ağlamak, bir kıyamet sesi geliyor. Hemen oğlan uykudan kalkmış. Bir bakmış ki bir kız gidiyor. Oğlan sormuş kıza: — Derdin ne? O da demiş ki: — Beni deve vereler ki dev yesin, bizim ahaliye su versinler. Neyse, oğlan o kızın arkası sıra gitmiş. Dev başını uzatmış, hemen oğlan devin başına bir kılıç vurmuş. Devi orada öldürmüş. Kız da hemen elini kana batırmış, oğlanın arkasına vurmuş. Sonra bütün millete su dağılmış. Kız da doğrudan doğruya gitmiş babasının evine. — Kızım niye koydun geldin? Yoksa kaçtın mı? — Baba, bir oğlan devi vurdu, ben de kurtuldum. — Yalan söyleme, demiş. Padişah tellal çağırttırmış “Bütün ahali gelsin, kapının önünden geçsin.” diye. Kızına sormuş ki: — Bu ahalinin hangisidir seni kurtaran? Kız da demiş: — Bunların hiçbiri kurtarmadı. Orada tellala sormuş ki: — Hiç daha bir yerde adam kalmadı mı? O da demiş ki: — Bir kocakarının evinde bir garip adam var. Padişah demiş ki: — Git onu al. Gitmiş getirmiş o adamı. — Kızım bu mudur seni kurtaran? — Evet, beni kurtaran budur, demiş kızı. — Öyleyse oğlum kızımı sana vereyim. Oğlan da dönmüş, ona demiş ki: — Yok padişahım. Benim istediğim murat odur ki dünya yüzüne çıkayım. — Ne istiyorsun oğlum? — Kırk tuluk et istiyorum. Oğlana vermiş kırk tuluk eti. Sonra oğlan gelmiş kuşun yanına. Kuş demiş ki: — İste muradını oğlum. Oğlan da dönmüş demiş ki: — Dünya yüzüne çıkmak muradım. Kuş demiş ki: — Git, kırk tuluk da şarap bul. Gitmiş oğlan padişahın yanına, demiş: — Padişahım, kırk tuluk şarap ver. Padişah kırk tuluk şarap vermiş, kırk tuluk da et vermiş, onları almış gitmiş kuşun yanına. Kuş demiş: — Bin sırtıma. “Gaa!” dedikçe et vereceksin. “Guu!” dedikçe şarap vereceksin. Bindirmiş oğlanı sırtına. Oğlana demiş: — Gözünü yum, aç. Bak gör dünya ne kadar görünüyor. Oğlan da demiş ki: — Bir yıldız gibi görünüyor. Oğlan kuşa “Gaa!” dedikçe et vermiş, “Guu!” dedikçe de şarap vermiş. Oğlana demiş ki: — Yum gözlerini. Oğlan yummuş gözünü. — Aç, demiş gözünü. Oğlan açmış gözünü ki dünya yüzündeymiş. Oğlanı indirmiş yere. Oğlana demiş: — Hele git bakalım. Oğlan topallamaya başlamış; oğlan kendi etini kuşun ağzına kesmiş vermiş. Kuş da anlamış ki insan etidir. Oğlana bir daha söylemiş: — Git bakalım. Oğlan topallamış. Dilinin altından çıkartmış, oğlanın ayağına yapıştırmış. Oğlana demiş: — Bir daha git bakalım. Oğlan gitmiş, eti yapıştırınca iyi olmuş. — Haydi oğlum, Allah selamet versin. Oğlan da gitmiş evine, anasına babasına kavuşmuş; yemişler, içmişler muratlarına geçmişler.       * cücük: kuş yavrusu.
Dev
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir gün gurbete çıktım. Adana memleketine gittim ve orada gezerken bir kahveye girdim. Bir arkadaş tanış çıktı. Hoşbeş ettik. — Ne zaman geldin? — Bugün geldim. — Haydi gidelim, bir yerde çalışalım. Kalktık beraber şehirden çıktık. Uzun bir yolculuktan sonra bir köye yaklaştık. Köyün arkasına geldik ki bir karı ekmek pişiriyor. Arkadaşıma dedim ki: — Sen burada dur, ben gideyim bu karıdan biraz ekmek isteyeyim. “Peki.” dedi ve o orada kaldı. Ben karının yanına geldim. — Karı ana, biz yolcuyuz; biraz ekmek ver, dedim. O da: — Yürü bok yiyesice! Birazcık buğdayımız vardı, kocam değirmene götürdü. Ben de komşudan ödünç un aldım, onu pişiriyorum. Git başka yerden iste. Ben tekrar arkadaşımın yanına geldim. — Ne yaptın arkadaş, dedi. — Ekmeği vermedi. Bana sövdü. Dur burada oturalım. “Peki.” dedi ve oturduk. Bu karının ekmek pişirmesini seyrettik. Karı ekmeği pişirdi, bir bohçaya çıkınladı ve ekmeği, sacı eline aldı, köye doğru gitti. Ben ise arkadaşa: — Sen burada otur. Ben gelene gadek* bir yere gitme. “Peki.” dedi. Ben karının arkasına düştüm, takip ettim. Karı bir eve girdi, ekmeği ve sacı bir yere indirdi. Sitilleri* aldı, suya gitti. Ben karı gittikten sonra içeriye girdim, ekmeği aldım, kapıya çıkacağım yerde kendi kendime: —  Bu yavan ekmeği niye götüreyim? Biraz katık bulayım. Ekmeği kapıya bıraktım, geri içeriye girdim. Bir odanın kapısını açtım baktım, hiçbir şey yok. Öbür odaya girdim, baktım üç küp var. Birini açtım baktım ki bir şey yok. İkincisini açtım baktım ki bir şey yok. Üçüncüsünü açtım baktım, ağzına gadek dolu bal. Balı yemeye başladım. Bal cıvıktı. Her tarafıma bal sürüldü. Bir de baktım bir ses geldi. “Bu ekmeği kim koymuş buraya!” deyip sövüp sayıyor. Ben saklanacak yer aradım, baktım bir ambar var. Ambarın kapağını kaldırdım, içine girdim. Ambarın içerisi hep un bulaşığıydı, her tarafım un oldu. Biraz orada durdum, baktım bir ses geldi. “Kız karı! Bu unu nereye boşaltalım?” diye sesleniyor. — Herif neremiz var? Bir ambarımız var, oraya boşaltalım. “Peki.” dedi, çuvalları çözdüler eşyanın üstünde ve avrat herifin arkasına kaldırdı. Herif aldı geldi, ben de ambarın deliğinden seyrediyorum. Getirdi, ambara boşalttı. Boşalan un üstüme doldu. “Kız avrat, bizim ambar bereketliymiş. Tokmağı getir, unu bastırayım.” deyince avrat gitti, tokmağı aldı geldi. Verdi tokmağı herifine, o da tokmağı aldı, unu bastırmaya başladı. Vurduğu tokmaklardan birisi kafama değdi. “Oy!” diye bağırdım. “Bizim ambarda cin mi, peri mi var!” deyip, kaçıp köyün içine gittiler. Bekçiye, muhtara şikâyet etmişler, “Bizim ambarda ses var. Gelin bakın.” deyip. Onlar da kalkıp çok bir adamla geldiler. Ben de onlar gelmeden çıktım dama; merdiven çıkıyordu, çıktım dama. Baktım damda bir semer, girdim altına. Bunlar içeriye girdiler, her tarafı aradılar, baktılar hiçbir şey yok. İçlerinden birisi: — Uzun bir merdivenle yukarı çıkmış, dedi. Hepsi yukarı çıktılar, baktılar damda bir semer var. Ev sahibi “Kız avrat, ben sana demedim mi bu semeri günün alnına koyma!” diye semere bir tepik vurdu. Ben altından çıktım. — Tutun, dediler. Ben damdan aşağı hopladım. Semer de boynuma takıldı, benle beraber aşağı düştü. Beni tuttular, muhtarın evine getirdiler. Muhtar bana dedi ki: — Niye içeriye girdin? Ben de olmuş işin hepsini anlattım. Hepsi birden güldüler ve sonra ekmek getirdiler ve karnımı doyurdular. Biraz da aldım, arkadaşa götürdüm ve oradan arkadaşımla beraber memlekete geldik. Arkadaştan ayrıldım, eve geldim. Babam beni görünce: — Bostanın yanına git. Orada bir deve var, suvar*, dedi. Ben de bostanın yanına geldim, geldim baktım deve yok. Deveyi aramaya başladım. Ararken geldim ki bir karpuzu yemiş, çekirdeğinin gölgesine yatmış. Eve geldim, babama söyledim: — Ben gider bakarım. Beş yüz petek arı var, sen onları say ve bırak yayılmaya gitsinler, dedi. Ben de gittim, saydım saydım bıraktım, gittiler. Akşam oldu, gene saydım, tamam. Bir iki gün böyle devam etti. Bir gün gene saydım baktım, kör arı yok. İndim ahıra, çektim horozu, vurdum palanı, çektim kolanı, bindim üstüne. Dağ taş aştım, bir dağın başına çıktım. Baktım, uzak yerde bir karartı gördüm. İyice fark edemedim, iğneyi çıkarttım, tepeye diktim, yumurtayı üstüne bıraktım. Çıktım baktım, bizim kör arıyı yedi camızın* karşısına koşmuş çift sürüyorlar. Hemen indim, çektim iğneyi, aldım yumurtayı, bindim horoza. Dağ taş aştım, vardım oraya. — Bizim kör arıyı bırakın, dedim. Onlar da bıraktılar, fakat boynunu boyunduruk sıkmış, yara olmuş. — Niye böyle yaptınız, dedim. Onlar da: — Ceviz vur, iyi olur, dediler. Ben de aldım geldim, ceviz vurdum yarasına. Cevizin içini vuracağıma cevizi bütün öyle vurdum. Üç gün sonra arının yanına gittim, baktım ki bir büyük ceviz ağacı olmuş arının boynunda. Cevize baktım, iki tane ceviz sallanıyor. Bu cevizleri düşürmek için yerden bir kesek* aldım, cevize attım. Kesek, cevizin başında tarla oldu. Hemen eve geldim, boyunduruk aldım, saban aldım, merdiveni aldım, cevizin yanına geldim. Merdiveni kurdum, çıktım başına. Baktım iki tane sıçan kaçıyor. Hemen bunları tuttum, çifte koştum. Tarlayı sürdüm, buğday ektim, geldim eve. Beş on gün sonra gittim baktım, adamakıllı bir buğday olmuş. Galıç* aldım, buğdayı dermeye başladım. Bir de baktım bir tavşan kaçıyor. Galıcı tavşana attım, galıç tavşanın götüne saplandı. Tavşan kaçtı, galıç biçti. Böyle devam etti, ekin biçildi. Bir rüzgâr çıktı; torladı* topladı bir yere yığıldı. O sırada ben baktım iki tane sıçan kaçıyor. Tuttum bunları düvene koştum. Düveni sürerken canım sigara istedi. Sigara çıkarttım, çakmağı çıkarttım, çakmaya başladım. Sıçanlar çakmaktan huylanırmış. Bana birisi bir tepmik* attı, ben düştüm. Bayılmışım. Bir zaman sonra ayıldım, baktım harman yanmış kül olmuş; sıçanlar da yok. O sırada bir rüzgâr çıktı, harmanın külünü savurdu. Bunu böyle gördüm, geldim eve. Lafını ettim, inanmadılar. — Bu böyle yalan, dediler. Ben o yalanı söylerken bir de baktım benden küçük kardeşim avdan geldi. Bana dedi ki: — Ben bugün çok gezdim, av bulamadım. Kalk beraber ava gidelim. Ben de “Peki.” dedim, silahlarımız aldık, evden çıktık fakat ki ikimiz de birbirimize benziyorduk. Bunla bir yazıya* gittik, gezerken bir de baktık ki tavşan geçiyor. Tüfeği nişan aldım, sıkacağım yerde tavşan dedi ki: — Avcı baba, beni vurma! İki yavrum var, sana vereyim. Ben de: — Peki, dedim. Getirdi verdi yavruları, gene yolumuza devam ettik. Biraz ilerde bir tilki çıktı karşımıza. Ona da sıkacağım yerde o da dedi ki: — Avcı baba vurma beni! İki yavrum var, sana vereyim. O da getirdi iki yavru. Biraz daha ilerledik, bir kurda rast geldik. Onun da iki yavrusunu aldık, geri döndük. Döndüğümüz yerde bir ağaç vardı. Orada dinlenmek istedik ve oturduk. Biraz oturduktan sonra ben dedim ki küçük kardeşime: — Sen eve git. Ben de gün doğu tarafını gezip geleceğim. Ben kalktım, hayvanların dördünü kendine verdim, dördünü de ben aldım. O eve gitti, ben gün doğu tarafına gittim. Vakit akşam olmuştu, bir tepenin başına çıktık. Uzaktan bir köy görünüyordu. Oraya gitmeye gözümüz kesmedi, tepenin başında yatmaya karar verdik. Fakat ki çok acıkmıştık. O sırada ayı dedi ki: — Avcı baba acıktık. Ben de dedim ki: — Ne yapalım? Ben de sizle beraberim. Ayı dedi ki: — Tilkiler kurnaz olur. Gitsin şu köyden bir şey getirsin ki yiyelim. Ben de tilkiye söyledim, tilki de gitti. Gece yarısıydı tilki dört tane tavuk aldı getirdi. Pişirdik, yedik. Sabah oldu, gene yolumuza devam ettik. Üç dört gün yol gittikten sonra bir şehre rast geldik. Şehrin kenarında bir han vardı. O hana misafir olduk. O sırada bir de baktım ki şehirde kara bayraklar asılıyor. Geldim hancıya sordum: — Bu nedir, bu kara bayraklar? Hancı da dedi ki: —Şu karşıki dağı gördün mü? Ben de: —Gördüm, dedim. —İşte o dağda bir ejderha var. Yedi kafalı o ejderha senede bu memlekette bir kız yemezse hem memleketi mahveder hem de memlekete gelen suyun gözü onun kulübesinin altından geliyor, hem de suyu kesiyor, memleket sonunda kırılıyor. Onun korkusundan senede bir kız verirler, kimseye dokunmaz. Şimdi sıra padişahın büyük kızınındır. Onun için bayraklar asıldı. Yarın öğle zamanı padişahın kızını götürüp verecekler. Ben de “Peki.” dedim, geldik yerimize oturduk. Aradan biraz geçti, ayı geldi: — Ağa, acıktık, dedi. Ben de dedim ki: — Tilkiyi gönder, tavuk getirsin yiyin, dedim. Biraz sonra, çok biraz tavuk toplamış getirdi; hem kendileri yediler hem hancıyla ben yedim. Vakit akşam oldu, yattık. Sabahleyin kalktım, silahımı aldım, hayvanları da aldım, doğru tepenin arkasına gittim. Şehir yolunu gözetlemeye başladım. Vakit tam öğle zamanı olmuştu. Şehirden bir kalabalık söktü, tepeye doğru geldiler. Tepenin yarısına çıktılar, kızın eline bir tepsi baklava verdiler. Hepsi helalleştiler, kızı tepeye yolcu ettiler. Kız yavaş yavaş tepeye yukarı adım atmaya başladı. Ben de o sırada tepenin başına çıktım, bir kulübe… Kulübenin kapısı kapalıydı, fakat tepe çok otluydu, adam boyunda ot vardı. Orada bir yere oturdum. Kızın gelişini seyrediyordum. Kız da yavaş yavaş adımlarla tepeye yukarı çıkıyordu. Tepenin başına çıkmıştı ama sararmış, solmuştu. Adım atmaya takati kalmamıştı. Kulübeyi görünce gelmek istemedi. O sırada ben ayağa kalktım. Beni görünce ejderha zannetti, düşüp bayıldı. Ben de yanına gittim. Başını kaldırdım, başına su döktüm, ayılttım. — Vay insanoğlu, senin ne işin var burada? Bu ejderhanın korkusundan kuş kanadıyla, yılan göbeğiyle buraya gelemez. Sen nasıl geldin? Ejderha şimdi seni görür, ikimizi de yer. Ben de dedim ki: — Sen oraları düşünme. Ben seni kurtarmaya geldim. Baklavayı önümüze aldık, yerken kulübenin kapısı açıldı. “Vay benim kısmetimi sen lafa mı tuttun?” diye üstüme atıldı. Ben de ona vakit bırakmadım, kılıcı çektim, hücum ettim. Ne fayda! Yedi kafasından ateş saçıyordu. Ben bunla cenk ederken ağzından çıkan ateşler yerdeki otları tutuşturuyordu. Bu vaziyeti gören hayvanlar ayaklarıyla ateşi söndürmeye koyuldular. Kız da korkusundan bayılmıştı. Ben bu hayvanların yaptığı yardımdan istifade ederek var kuvvetimi ejderhaya sarf ettim, çok geçmeden ejderhanın bir, iki, üç kafasını kestim. Yedi kafasıyla yedi dilini kestim, bir mendile çıkınladım, cebime koydum; geldim kızın yanına. Kızı ayılttım. Kız ayılınca, bu vaziyeti görünce çok sevindi: — Hem memleketi bu ejderhanın elinden kurtardın ve babam bunu duyarsa çok sevinir, beni sana verir. Benim babam padişah, ben de onun kızıyım. Belki seni de tahtına oturtur, çünkü bu ejderhanın elinden çok bezmişlerdi. Memleketimizde genç kız kalmadı, hep yedi ve vermediğimiz zaman memleketin suyunu keserdi. Susuzluktan ölürlerdi. Böyle söylerken öğle sıcağıydı, çok da yorulmuştum. — Hele biraz burada yatıp dinlenelim, ondan sonra gideriz, dedim. Kız da boynundan gerdanlığını çıkarttı, küçük altınları ufak hayvanların boynuna taktı. Beşibirliği de ayının boynuna taktı. Ben dedim ki: — Niye böyle ediyorsun? O da dedi ki: — Onlar olmasaydı ikimizi de ejderha yerdi. O sırada ayıya ben dedim ki: — Biz yatacağız, bizi bekle. Ayı da: — Peki, dedi. Biz düştük yattık. Uyumuşuz, ayının da uykusu gelmiş. O da kurda “Sen bekle, ben yatacağım.” Kurt da tilkiye söylüyor, yatıyor. Tilki de tavşana “Sen bekle, ben yatacağım.” deyip kendi de yatıyor. Tavşan biraz bekledikten sonra onun da uykusu geliyor, o da düşüp yatıyor. O şehirde kendine güvenen bir pehlivan varmış. Kendi kendine diyor ki “Bu ejderha bu kızı yedi, şimdi şişti. Ne gadek olsa da ben onla çarpışırım. Eğer onu öldürürsem bu memlekette her bir şeyi elde ederim. Hem benden korkmadık kimse kalmaz.” diyerek silahını kuşanıp tepeye yukarı tırmanıyor. Tepenin başına geliyor ki padişahın kızı, başka bir adam, dört tane diğer hayvan yatıyorlar. Ejderha da parça parça olmuş, ölmüş. Kendi kendine diyor ki “Bu ejderha ölmüş. Herhâlde bu yiğit öldürdü. Bu ejderhayı öldüren yiğide karşı koyamam. Anca bunu uyuduğu yerde öldüreyim.” diyor. O sırada kılıcını çekip benim başımı uçuruyor. Kızı uyandırıyor, kız uyanıyor bakıyor ki kendini kurtaran yiğidin başı ikiye bölünmüş. Korkuyor ki “Bu adam beni de öldürür.” diye. O adama: — Ne istiyorsun benden, diyor. O adam da diyor ki: — Ben zaten bu ejderhayı öldürmeye geldiydim. Benim gönlüm seni seviyor. Seni kurtaracaktım, fakat ki bu adam onu öldürmüş. Ben de onu öldürdüm. Eğer ki sen de beni sevmezsen seni de öldürürüm. Kız da diyor ki: — Bu iş böyle olmuş. Ne dersen kabulüm. Oğlan diyor ki: —Şimdi seninle babanın yanına gittiğimiz zaman diyeceksin ki “Baba, ejderhayı bu yiğit öldürdü, beni kurtardı.” dersin. Baban o zaman seni bana verir, yaşarım. Kız da: — Peki, diyor. Oradan kalkıp eve, şehre geliyorlar. Bunları görenler padişaha müjdeliyorlar. Bunlar keyifte olsunlar, biz gelelim tepenin başında ölene. Tavşan uyanıyor, bu vaziyeti görünce ayıyı uyandırıyor; ayı uyanıyor, ağasını o hâlde görünce can çığıntısından* tilkiyle kurda birer kürtme* vuruyor, onları da kaldırıyor. Ayı kurda “Niye yattın?” Kurt da öbürlerini gösteriyor. Aktar döndür, kabahat tavşanın üstünde kalıyor. Tavşan diyor ki: — Olan iş olmuş. Ben gideyim, bir dağda adam diriltir ot var, getireyim. Bunlar da: — Peki, diyorlar. Tavşan otu alıp geliyor, ağalarının boynuna sürtüyorlar. Eskisi gibi diriliyor. Oradan hana geliyorlar. Handa otururken şehirde davul çalınıyor. Oğlan hancıya “Bu nedir?” deyip soruyor. Hancı da dağda olan vakayı anlatıyor: — Kız da kırk gün müsaade istedi. Kırk güne gadek evlenmeyecek ve davul çalınacak dedi. Olan her meseleyi anladı. Tilkiyi kızın sarayına gönderdi: — Benden selam söyle. Ağamız filan handa sana selamı var. Bir diyeceği varsa söylesin. Tilki saraya girip kızın odasını cırmaklamaya* başladı. Kız da kapıyı açtı ki bir tilki. Tilkinin boynunda altını görünce tilkiyi sevmeye başladı. Tilki, ağasının selamını söyledi. O da cevabını söyledi. Kırk gün bitmişti, düğün başladı. Kız, oğlanı saraya davet etmesi için babasına söyledi. Babası: — Büyük adam mı, küçük adam mı, dedi. Kız da: — Büyük adam, dedi. Babası büyük karşılığa onu sarayda misafir etti. Cemaat kuruldu, oğlan cebindeki yedi dili çıkarttı, gösterdi. Pehlivanın yalan olduğuna hep inandılar. Oğlan kılıcını çekti, o pehlivanı öldürdü. Kız da onunla evlendi.   *gadek: kadar. *sitil: kulplu bakır su testisi. *suvarmak: hayvana su vermek, su içirmek. *camız: manda. *kesek: bel, çapa veya sabanın topraktan kopardığı irice parça. *galıç: orak. *torlamak: derleyip toplamak. *tepmik: tekme. *yazı: düz yer; ova; kır. *çığıntı: ? (Kaynak kitapta ve Derleme Sözlüğü’nde yok.) *kürtme: tekme. *cırmaklamak: tırnaklarıyla çizmek veya hırpalamak; cırmalamak, tırmalamak.
Heka
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Vaktin birinde bir paşa varmış. Üç tane oğlu varmış. Bir gün paşa bahçeye inmiş, gezerken bir elmanın başında bir kuş görmüş. Kuşu seyrederken kuş yetmiş iki dilden ötmüş. Buna merak olmuş, demiş: — Gideyim de eve, üç tane oğlum var. Nasıl olsa bu kuşu bana getirirler. Bu kuş dağ kuşu değil, ev kuşudur. Büyük oğluna demiş: — Oğlum, ben bugün bir kuş gördüm bahçede. Yetmiş iki dilden ötüyordu, bana çok merak verdi. Bu kuşun bir kolaylığına baksanız da getirseniz çok iyi olur. Getirmezseniz merak eder, ölürüm. Ortanca oğlana da aynı söylemiş. İkisi de cevap etmişler: — Baba, kanatlı kuş; nereden bulalım da sana getirelim? Hiç bunun bir imkânı var mı? Sizin zaten evlatlıkta yüzünüz yok. Gene küçük oğlunuz Mehmet Şerif anca bunu getirir. Onun yanına gidin. Küçük oğlu Mehmet Şerif’in yanına gitmiş. “Mehmet Şerif!” diye çağırmış. Mehmet Şerif de “Baba emrin!” diye gelmiş. — Oğlum, ben bugün bizim bahçede bir kuş gördüm. Yetmiş iki dilden ötüyordu, bana çok merak oldu. Oğlum bunun bir çaresine bak, bu neredeyse bana bul getir. Getirmezsen ben bir sene sağ kalmam. — Peki baba. İki tane benim kardeşim daha var. Onlarla beraber gider bir yerde buluruz. Nasıl olsa getiririz. Babası demiş ki: — İki kardeşin de gelmiyorlar. — Ben onları götürürüm baba. Mehmet Şerif oradan kalkmış, kardeşlerinin yanına gitmiş. Kardeşlerine demiş ki: — Kardeşler, babam bu kuş için çok merak etmiş. Bunu gidelim bulalım bir yerde, getirelim. Kardeşleri de demiş ki: — Kardeşler, kanatlı kuşu nereden bulalım da getirelim? Mehmet Şerif dönmüş: — Nasıl olsa Allah bize bir yol gösterir. Kardeşleri zārı naçar,* “Gidelim.” demişler, kalkmışlar biraz harçlık tutmuşlar, üçü birden yola gitmeye devam etmişler. Oradan bir taşta yazılıymış ki “Sağ koldaki yoldan giden selamet gider, selamet gelir. Ortancıl* yoldan giden ya gelir ya gelmez. Sol koldan giden gider de gelmez.” Büyük kardeşi sağ kola gitmiş. Ortancıl kardeşi ortancıl yola gitmiş. Mehmet Şerif sol yola gitmiş. — Allah getirirse geri gelirim, demiş. — Kardeşler, bakın işte bu taşta yazılı. Bu yollardan giden arkadaşlardan kim önden gelirse şu çalıyı yakın. Diğer arkadaşları neredeyse muhakkak onlar da gelirler. Allah’a ısmarladım, demiş gitmiş. Gide gide ör* ıssız bir dağa gitmiş. Akşamüzeri bakmış ki bir kurt tepeye çıkmış. Orada götünü yere koymuş, bağırmış. Aradan çok gitmemiş, bakmış ki ondan başka kurtlar yedi olmuşlar. Atını bir ağacın dibine sürmüş, kendisi ağaca çıkmış. O yedi kurt ağacın dibine gelmişler. Atı yemeye başlamışlar. O öndeki gördüğü kurt da hâlâ yerinde duruyormuş. O gece gitmiş, şafak atmış, gün doğacak sıralarda hep çekilmişler kurtlar. Bakmış ki o kurt yavaş yavaş ağacın dibine inmiş. — İşte bu da beni yiyecek, demiş kendi kendine. Buna çağırmış ki: — İnsanoğlu, aşağı in. Korkma. Ben seni yemem, demiş. Ama Mehmet Şerif hemen aşağı inmiş, kurt ona söylemiş: — Oğlum, ne zahmetle buraya geldin? — Yetmiş iki dille öten kuşa geldim ki onu babama götüreyim. Şimdiyse onu bulamıyorum. Kurt ise: — Oğlum gel omzuma bin, gözlerini yum. Oğlan hemen binmiş, gözlerini yummuş. — Gözlerini aç, demiş. — Şu karşıdaki mağarayı görüyorsun ya, işte yetmiş iki dille öten kuş oradadır. O kırk devin kuşudur. Şimdi sen gidersin, yavaş yavaş inersin. Onlar uyumaya daldılar mı, kırk devdir onlar, seksen gözü parlar köz gibi. O zaman bil ki hepsi uyumuşlar. Yanına git, “Bismillah!” de, üstünde sıçra. Kuş, üstünde, kafeste asılıdır. Onun tasını, kösteğini, hiçbir şeyini unutmadan al. “Bismillah!” de, tekrar üstünde sıçra. Bir şeysini unutursan o kuş yetmiş iki dilden öter, seni yakalarlar. Oğlan gitmiş, onun dediği gibi yapmış. Tasını unutmuş. Kuş yetmiş iki dilden ötmüş. Bunlar hepsi birden uyanmışlar. Bunu tutmuşlar, elma gibi elden ele vermişler. Sonra onların büyüğü demiş ki: — Hele onu bana verin. Cesaretli bir adam olmasa buraya gelmez. Sorayım niçin gelmiş buraya. Eline almış: — Niye geldim oğlum? Kanatlı kuş bizim buradan geçemiyor. Ne cesaretle sen buraya geldin? — Ben babamın hatırası için geldim. Bizim bahçede sizin bu kuşun öttüğünü görmüştü. Bunun için çok merak ediyordu. “Oğlum, bu kuşu bize getirmezseniz ben meraktan çatlarım.” Ben de onun için bu kuşu götürmeye geldim. Şimdiyse sizin vicdanınıza kalmış bir iş. Burada: — İsmin ne, diye sormuş. — Benim ismim Mehmet Şerif’tir. — Mehmet Şerif, seni bırakacağım. Kırk devin yanında bahar atı vardır. Onu getirirsen bana, sana kuşu vereceğim. Getirmezsen işte sen de gidiyorsun, demiş. Mehmet Şerif ağlayarak kurdun yanına dönmüş. Kurt demiş: — Oğlum, ne ağlıyorsun? O da işi anlatmış. — Haydi gene omzuma bin. Gözünü yum, aç, demiş. — Şu karşıdaki mağarayı görüyorsun ya, o devleri nasıl takip ettiysen seksen gözlerini köz gibi saydığın zaman gidersin, onlar hep uyumuşlar. “Bismillah!” diye üstüne sıçrarsın, ahıra geçersin. Atı tımarlarsın, hiç korkmazsın. Eyerini vurursun, gemini, yularını, kösteğini, mermendini,* gevresini* ve kaşağısını; hiçbir şeyini unutmadan “Bismillah!” diye binersin. Oğlan onun dediği gibi yapmış. Her şeyini aldıktan sonra torbasını unutmuş. At kişnemiş, gene bunu burada yakalamışlar. Onlar nasıl etmişlerse bunlar da aynı öyle etmişler. Sonra büyük kardeşleri almış yanına: — Oğlum, ne cesaretle buraya geldin? — Babamın yetmiş iki dilden öten kuşunu bizim bahçede görmüştü. Onun getirilmesini istiyor. Ben de babamın hatırası için kuşa geldim. Oradan beni yakaladılar “Bize bahar atını getir.” dediler. “O zaman sana kuşu verelim.” Ben de ata geldim, siz de beni burada yakaladınız. — Madem öyleyse oğlum, İstanbul’da dünya güzeli vardır. Onu bana getirirsen o zaman sana atı veririm, demiş. “Allah ömürler versin.” diye çıkmış. Ağlayarak kurdun yanına gelmiş. Kurt gene: “Omzuma bin.” demiş. “Gözlerini yum.” Hemen gözlerini açmış ve bakmış ki bir denizin kenarında duruyorlar. — Şu karşıdaki konağı görüyor musun oğlum? İşte dünya güzeli dedikleri buradadır. Şimdi ben bir gemi olacağım, yani böyle bir gemi görülmemiştir. Şehrin hepsi bunu görmeye gelirler. O zaman dünya güzeline haber verirler. “Böyle böyle çok güzel bir gemi gelmiş. Hangi düvelden geldiğini kimse bilmiyor.” O zaman dünya güzeli gelir “Maşallah ne güzeldir.” der. O zaman sen de dersin ki “Hatun, dışarısı bozulmuş. İçerisini görsen. Daha böyle bir güzellik dünyada daha görmemiş.” dersin. Dersin ki: “İki saat emir ver ki kimse dışarıda kalmasın. O zaman gelir, içerisini iyice gezer, görürsün.” Hemen o dakikada senin dediğini yapar. O geldi, içine girdiği bille,* söken ağaçlarını* vurursun. Arkaya bakmadan kaçırırsın. Arkaya bakarsan üçümüz de gideriz. Kızı kaçırmış, sonra devlerin yanına gelmiş. Kurda söylemiş ki: — Ben kızı götüreyim, vereyim ki atı alayım. Atı almış, kuşu almış, dünya güzelini almış, beraber götürmüş. Kardeşleriyle birbirlerine kavuşmuşlar.     * zarı naçar: ? (Kaynak kitapta yok. “Çarnaçar”ın söyleyiş biçimi olabilir.) * ortancıl: ortanca. * ör: ıssız, tenha, kimsesiz. * merment: atın bağlandığı uzun zincir. * gevre: at tımarlamak için sığır kuyruğundan yapılan kese. * bille: zaman. * söken ağacı: gemiyi yürütmeye özgü ağaç.
Heka
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında bir Mehmet Ağa varmış. Bir de oğlu varmış. Mehmet Ağa ihtiyar olunca oğluna demiş ki: — Oğlum, büyük adamlarla oturup kalkma. Bu oğlan on beş yaşına girince, bu Mehmet Ağa da balık avcısı imiş. Bu oğlan o zaman anasına sormuş: — Benin babam ne zanaat sahibi idi? Anası da demiş ki: — Oğlum, senin baban balıkçı idi. —  Ana, benim babamın yayından okundan yok mudur? — Var oğlum, demiş. — Ana, babamın yayını okunu bana ver. — Oğlum ne yapacaksın yayını okunu? — Babamın yaptığı zanaatı ben de yapacağım. Giderken balık avına bir tavus kuşu rast gelmiş. Sonra vezir de rast gelmiş kendisine, oğlana demiş ki: — O tavus kuşunu bana ver. Oğlan da demiş: — Vermem. Bu vezir gidip padişaha söylemiş ki: — Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet bir tavus kuşu bulmuş ki sizlere harç bir şeydir. Sonra vezire padişah demiş ki: — Git, Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet’i çağır yanıma. O da gidip çağırmış. Çocuk da yanına gitmiş. — Oğlum, bir tavus kuşu bulmuşsun. Bana vereceksin. Sonra çocuk tavus kuşunu ona vermiş. Ahmet dönüp eve gelmiş. Vezir söylemiş ki: — Padişahım, bu tavus kuşuna göre fildişinden bir ev yapmak lazım gerektir. Padişah söylemiş ki vezire: — Bu fildişinden evi kim yapar? O da demiş ki: — Tavus kuşunu kim bulduysa evi de o yapabilir. Vezire söylemiş padişah: — Git, Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet’i çağır, demiş. Vezir de gidip: — Ahmet, seni padişah çağırıyor. Oğlan da ağlayarak padişahın yanına gitmiş: — Buyrun padişahım, demiş. Padişah da dönüp demiş ki: — Bu tavus kuşunu sen bulmuşsun, bu fildişi evi de sen yapacaksın. Ahmet ağlayarak eve gelmiş. Anası demiş: — Niye ağlıyorsun oğlum? Oğlan da demiş ki: — Padişah bana dedi ki “Fildişinden ev yapacaksın.” Ağlayarak gelmiş anasının yanına. Anası dönmüş demiş ki: — Oğlum, babanın bana vasiyeti vardı ki “Oğlum büyürse büyük adamlarla durup kalkmasın.” İşte başına böyle bela gelir. Cezandır, çek. Gidersin dört yol var, dört yolun birinden ayrılırsın. Orada fil gölü vardır. O fil gölünün başında oturur beklersin. Orada akşamüzeri olur, dört tane erkek gelir; onlar senin dayındır. Onlar gelip fil suvaracaklar* teker teker. Onlar seni sorarlar. Sen de dersin ki “Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet’im.” Onlar anlar ki ben onların bacısı olduğumu bilirler. O zaman yeğenimiz diye tanırlar. “Niye buraya gelmiş?” diye sorarlar. O zaman da dersin ki “Padişah bana fildişinden ev yapacaksın diye söylediler. Beni de anam buraya gönderdi. Filan gölde dayıngil gelir, otur da o gölü bekle. Ben de geldim, bu gölün başında oturdum, sizi bekledim.” Sonra dayıları kırk tuluk şarap getirmişler, o göle dökmüşler. O filler gelmiş, o gölden su içmiş. Bütün dişleri dökülmüş. O dişleri toplamışlar ki bir filin birisine yüklemişler. Yükledikten sonra: — Haydi oğlum, al git, demişler. Oğlan önüne almış katmış, almış gelmişler. Padişahın yanına gitmişler. Padişah demiş: — Yap bu evi göreyim. Oğlan beş günde yapmış çıkmış. Padişahı çağırmış: — Gel, konağı yaptım, demiş. Padişah gelmiş, o konağı beğenmiş. Vezir söylemiş ki: — Padişahım, bu konağın içine de Hint padişahının kızı lazım. Padişah sormuş vezire ki: — Bunu kim getirecek? O da: — Fildişi konağı yapan kimse o Hint padişahının kızını da o getirecek. Vezire dönmüş demiş ki: — Ahmet’i çağır gelsin. Gitmiş vezir Ahmet’i çağırmaya: — Haydi Ahmet, padişah seni çağırıyor. Ahmet de ağlayarak padişahın yanına gitmiş: — Emret padişahım, demiş. — Sen gideceksin, Hint padişahının kızını bana getireceksin. Oğlan da ağlayarak anasının yanına gitmiş. Anası da demiş ki: — Git gene dayılarının yanına. Oğlan yolu eline almış, gitmiş gene o gölün başına oturmuş. İkindi sıraları olmuş, dayısıgil gene o göle fil suvarmaya gelmiş: — Nedir Ahmet, demiş. Ahmet de: — Padişah emrediyor ki “Hint padişahının kızını bana getireceksin.” Dayısı oradan aldırmış, demiş ki: — Padişahın yanına git de ki “Kırk kız tamamlasın, vezirden taraf bir de bir kayık hazırlasın. Bilmem, çok bir zahireler de peydahlasın vezir. Bunları vezir hepsini tamam ederse, gider Hint padişahının kızını getiririm.” dersin.   Oğlan, padişahın yanına gitmiş demiş ki: — Padişahım, vezir tarafından kırk kız, bir de bir kayık; yüz kilo da erzak. Bunların hepsini tamamlarsa gider, kızı getiririm. Ondan sonra padişah çağırmış veziri: — Bunların hepsini tamamlayıp Ahmet’e teslim edeceksin. Vezir de cana başa düşmüş, bunların hepsini tamamlamış. Ahmet’e teslim etmiş. Ahmet gelmiş anasının yanına. Anası tekrar göndermiş dayılarının yanına. Oğlan gitmiş dayılarının yanına. Gittikten sonra: — Oğlum, gidersin şu yola, epeyce bir yol gittin mi o yola, bir Suyutan vardır. Dersin ki “Bu ne hikmettir?” O da der ki “Ne hikmet ola? Sanki Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet midir ki fildişinden ev yapmış.” Sonra da der ki “Bana arkadaş olmaz mısın?” “Olurum.” de. Bir günlük yola gitmişler, Karsavuran rast gelmiş. Ahmet demiş ki: — Canım bu ne hikmettir? — Canım bunda ne var? Sanki Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet mi fildişinden ev yapmış, demiş. — Bana arkadaş olmaz mısın, demiş. Karsavuran da demiş ki: — Olurum. Bir günlük yola daha gitmişler, Kökçeken rast gelmiş. Gene Ahmet demiş ki: — Bu ne hikmettir? — Bu hikmette ne var? Sanki Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet mi ki fildişinden ev yapmış. Bana arkadaş olmaz mısın, demiş. O da demiş ki: — Olurum. — Haydi gidelim, demiş. — Nereye gidelim, demiş. — Hint padişahının kızını bizim padişaha getirelim. Bunlar bir günlük yol gitmişler, gene bir arkadaşa rast gelmişler ki o arkadaş bir adımını atıyormuş Elaziz’e, bir adımını atıyormuş Kesirge’ye. Ahmet bunu görünce demiş ki: — Bu ne hikmet? O da demiş ki: — Bunda ne var? Mehmet Ağa’nın oğlu Ahmet mi ki fildişinden ev yapmış. Bana arkadaş olmaz mısın? O da: — Olurum, demiş. Gitmişler Hint padişahının huzuruna. Hint padişahının kızını: “Allah’ın emri ile, peygamberin kavli ile kızınızı bana verin.” Padişah da dönüp demiş ki orada: — Benim üç vaadim var. Bu vaadimi yaparsan kızımı veririm. Kırk kulplu kazan pilav pişireceğim, onu yiyip bitireceksiniz. Vaadimin biri bu. Padişah tutmuş, kırk kulplu kazanda yemek pişirmiş. Bunların hepsini çağırmış, Suyutan bu pilavın hepsini yutmuş, kakmış. Kazana vuruyormuş ki “Daha doymadım, varsa getirin.” Hint padişahı demiş ki: — Benim bütün askerim maskerim bunu yer, bitiremezdi; bir tarafı da dolu dururdu. Vaadimin biri oldu. Bu padişah fırını iyice yakmış; iyice kızdırmış, pul gibi etmiş. Bütün arkadaşlara demiş ki: — Girin bunun içine. Ahmet demiş ki: — Karsavuran ne duruyorsun, bu marifet senindir. Bu Karsavuran karı savura savura fırının içine girmiş. Arkadaşlar da arkası sıra girmiş. O Karsavuran demiş ki: ̶  Yandık, donduk, diye bağırmış. Hint padişahı demiş ki: — Bu ne hikmettir? Vaadimin biri kaldı, bunu da yaparlarsa veririm. Bir mektup yazmış, güvercinin ağzına vermiş; bir mektup da Ahmet’e vermiş. Ahmet de demiş ki: — Seyrekbasan bu senin marifetindir. Bu Seyrekbasan mektubu almış, yola düşmüş. Bir adımı burada, bir adımı taa Iğıki’de. Güvercin görünürde kalmış, bu Seyrekbasan ilerlemiş. Arkasına dönüp bakmış ki güvercin görünürde. Orada başını yere koyup yatmış. Gelmiş güvercin onu geçmiş. Ahmet demiş ki: — Gökçeken ne ediyorsun? Güvercin Seyrekbasan’ı geçti. Burada bir marifetini göster. Gökçeken yerden bir meşe odunu çektiği gibi Seyrekbasan’ın yanına atmış, gelmiş Seyrekbasan’ın ayağına değmiş. Seyrekbasan sıçramış, arkasına dönmüş bakmış ki güvercin kendinden ilerlemiş. Hemen iki adımda güvercini geçmiş, götürmüş mektubu vermiş. Cevabını almış, geri dönmüş. Gelmiş dönmüş arkasına bakmış ki güvercin uzaktan hemin* geliyor. Gelmiş biraz orada yatmış. Güvercin gelmiş, kendini geçmiş. Ahmet demiş ki: — Aman güvercin ilerledi. Gökçeken gene marifetini göster. Gökçeken hemen bir meşe odunu çekmiş, Seyrekbasan’ın arkasına atmış. Seyrekbasan’ın ayağına değmiş. Uykudan sıçramış. Bakmış ki güvercin kendinden ilerlemiş. Hemen bir adımını buraya atmış, bir adımını da şuraya atmış; padişahın yanına gelmiş güvercinden evvel. Padişah demiş ki: — Peki oğlum, vaadim yerine geldi.  Kızını kalkmış vermiş Ahmet’e. Bunu almışlar, gelmişler. Seyrekbasan yerinde kalmış, Gökçeken de yerinde kalmış, Karsavuran da kalmış, Suyutan da kalmış. Ahme ise kızı almış, gelmiş. Yolda kız demiş ki: — Ben padişahı almam, ben seni alırım. Kız dönmüş, demiş ki Ahmet’e: — Kırk gün koymam ki düğünüm olsun. Sen o padişahın odaya kadar lağım vur, söylemiş. Oğlan de kızı almış, vermiş padişaha. Padişah demiş ki: — Düğün tutalım. Kız ise: — Ben kırk gün kestim. Düğün tutmam. “Peki.” demiş ve padişah da kızın sözünden çıkmamış. Oğlan lağım vurmuş padişahın olduğu odaya kadar. Kıza haber göndermiş ki: — Ben lağım vurdum, hazırlandım, düğünümü tutsunlar. Padişah düğünümü tutmaya başlasın. Beş altı gün padişah düğün yapmış.  Düğün bittikten sonra kızı içeriye vermişler, padişah kıza demiş ki: — Üstünü çıkart. Kız da demiş ki: — En evvel sen üstünü çıkart. Kız da karyolanın demirlerini kırmış, sicim bağlamış. Padişah nasıl karyolanın üstünde oturuyorduysa, padişah lağımdan aşağı düşmüş. Oğlana kız hemen haber göndermiş. — Ben padişahı lağımdan aşağı attım. Oğlan gelip padişahın tahtına oturmuş, padişahlığı almış. Hemen emir göndermiş ki “Düğünümü tutsunlar.” Düğün tutulmuş, dört beş gün düğün olmuş. Bu padişah olan oğlan da kızı almış, yiyip içip muratlarına geçmişler.   * suvarmak: hayvana su vermek, su içirmek. * hemin: biraz önce; henüz; daha yeni. (Derleme Sözlüğü)
Hint Kızı
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
Zaman zaman içinde Kalbur saman içinde Eşek hamallık ederken Sıçan hapbaba* binmiş Gazinoda berberlik ederken Yalan yılan Bu haneklerin* alayı yalan   Vaktinde, zamanında bir karıyla bir koca varmış. Bunun yedi tane oğlu varmış. Bunun hiç kız zürriyeti olmazmış. Bir sene, iki sene geçmiş, bunun anasına oğulları sormuş: — Hiç bizim bacımız yok mu, diye. Bu aradan beş, altı sene sonra kendileri büyümüş, anasına demiş ki: — Biz başımızı alıp gideceğiz. Ne zaman bizim bacımız olursa kapının önüne bir al bayrak dik, oğlan olursa kara bayrak dik. Biz geliriz kapının önüne, bakarız bayrak kırmızı ise biz eve geliriz. Karaysa biz eve gelmeyiz. Bundan bir zaman geçmiş, gelmişler kapının önüne, bakmışlar ki kara bayrak. Komşusu kırmızı bayrağı alıp yerine kara bayrak dikmiş. Kardeşleri gelip bakmışlar ki kara bayrak dikilmiş. “Biz gene sekiz kardeş olduk.” diye ağlayarak gene dönmüşler. Aradan bir zaman geçmiş, hâlbuki kadının doğurduğu kızmış. On yaşına kadar büyümüş, anasına sormuş: — Benim hiç kardeşim yok mu, diye sormuş. — Neyin var yavrum? — Kardeşlerim nerededir? — Bacımız olmadı diye başını alıp gitti. Kız on, on iki yaşına gelmiş, anasına demiş ki: — Ben kardeşlerimi bulacağım. Anası evden gitti mi beline ekmek sarmış, kardeşlerini bulmaya, şöyle böyle on, on iki saat artık gitmiş, aralık akşam olmuş, kendi bir dağın başında kalmış. Yolun öte yanında bir mera görmüş. Bu gecelik bu merada yatmaya karar vermiş. Meranın içine varmış ki ev gibi düzülüymüş. Kardeşlerini burada bulmuşlar.   * hapbap: Nalın. * hanek: Söz, konuşma.
Kardeşler
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, vakti zamanında bir karının bir oğlu varmış. — Oğlum, iki kırat* arpamız var, eşeğe yükle de değirmene ilet, demiş. — İleteyim ana, demiş. Yolda yüklemiş, götürdüğü yerde iki yol ayrılıyormuş. Eşeğe demiş: — Sen bu yolda git, ben bu yolda gideyim. Kim en önde değirmene kavuşuyor? Kendi önde gidip değirmenin kapısını kapatmış. Değirmenci demiş: — Aman Keloğlan, ne ediyorsun? O da demiş ki: — Eşekle öncül* oynadık. — Eşekle öncül oynanmaz. Eşeği şimdi kurt yer. Haydi git eşeği getir. O da gitmiş, eşeği kurt yemiş. Kaburga çubuğunun arasına kargalar üşüşmüş, yiyorlarmış. Eğilerek gitmiş birini tutmuş, koynuna sokmuş. Oradan gitmiş gayrı bir eve, kapıyı dövmüş: —Gar-ana* beni eve misafir alır mısın? — Hayır, alamam Keloğlan. Kapıdan dışarı etmiş. Oradan ayakçaktan* dama çıkmış. Bir yere yatmış. Kapı dövülmüş. Bu karı açmış kapıyı, bir kaz getirmiş hovardası. Karı kazı almış, selenin altına koymuş. Hovardasını hasırın altına dolamış. Bir daha kapı dövülmüş. Bu adam da bir kuzu kızartması getirmiş. Onu da selenin altına koymuş. O hovardayı da hasırın altına dolamış. Yeniden kapı dövülmüş, bir hovardası daha gelmiş. O da bir karpuz getirmiş, onu da hasıra dolamış. Yeniden kuvvetli kuvvetli kapı dövülmüş. O da çiftçi kocasıymış: — Acıktım. Ekmek getir, demiş. O da ayranla ekmek getirmiş. Keloğlan merdivenden yavaşça inmiş: — Ağa beni misafir alır mısın? Karı da demiş ki: —Yürü dert sokasıca Keloğlan. Demin de geldin, kovaladım seni, demiş. Ağa demiş: — Bırak, gelsin otursun. Oturmuş, ekmek yemeye başlamış ayranla. Ekmeği yedikten sonra kolunu bir sıkmış, kolunun altındaki karga “Gıt!” demiş. — Aman Keloğlan, o ne? O da demiş: — Bilgici kuşu. — Ne diyor, demiş. — Aman! Selenin altında kaz kızartması var, getirse yesek iyi olur. Çiftçi ağa: — Kız kalk getir! Kim getirdi. — Halam oğlu getirdi. Yedikten sonra gene bir daha kolunu sıkmış, karga “Gagıt!” demiş. — Ne diyor Keloğlan, demiş. — Selenin altında kuzu kızartması var, getirse yesek iyi olur. — Onu kim getirdi? — Emmim* oğlu getirdi. Onu da yedikten sonra bir daha kolunu sıkmış. — O ne diyor? Çiftçi başı sormuş Keloğlan’dan. — Selenin altında bir karpuz var, getirse yesek iyi olur bunun üstüne. “Biz bunları yedik, hasırın altında dolananlar ne yiyecek?” deyince çiftçibaşı kalkmış, bıçağı çekmiş ve hasırın altında dolananlara hücum etmiş. Keloğlan da bıçağı çekmiş, çiftçibaşının öküzünü, atını bıçaklamış. O taşkalada* çiftçibaşının karısı: — Aman Keloğlan, bilgici kuşu kaça? — Bir sahan altına veririm. Çiftçi başının karısı bir sahan altını getirip Keloğlan’a vermiş, bilgici kuşunu almış, teştin* altına koyarken kafasını dışarda koymuş. Bilgici kuşu ölmüş. Keloğlan oradan gitmiş başka memlekete. Bir eşek almış, onlar da eşeği görmemişler. — Aman Keloğlan, o ne? — Ordubozan. — Bizim buraya ordu gelecek. Bozar mısın? Keloğlan da demiş ki: — Bozarım. Günde her ev yarım kırat arpa getirirseniz bozarım. — Tek sen boz da, getiririz. Onlar günde yarım kırat arpa getirmişler. Eşeği içerde arpayla beslemişler. Eşek dışarı görmemiş, zapt olmuyormuş. Keloğlan’dan başka kimse gidemiyormuş. Köylüler: — Keloğlan, bugün ordu gelecek. Keloğlan da: — Peki, demiş. Eşeği ahırdan çıkartmış. Eşek zapt olmuyormuş. Orduya doğru götürmüş. Orduyu görünce eşeği seplemiş* kendi başka bir sokağa kaçmış. Eşek zırlayarak bunların üstüne hücum etmiş, bunlar kaçmışlar. Bir tane topal atlı kalmış. O da yer bulamamış, kendi kendini dırının* içine atmış. Eşek de katırın üstüne sıçramış. Katırı boğmak istemiş. Katır tekmelemiş, eşek kaçmış. Dırının içindeki adam çıkmış, katıra binmiş gitmiş arkadaşlarının yanına: — Katırın üstüne eşek sıçradı, beni aradı aradı bulamadı, geri döndü gitti. Keloğlan da eşeği tutmuş, evine gitmiş.   *Kırat: tahıl ölçeği birimi. *Öncül: önde giden, birinci; oyunlarda ebe. *Gar-ana: ? (Kaynak kitapta ve Derleme Sözlüğü’nde yok. “Karı ana” olabilir.) *Ayakçak: merdiven. * Emmi: amca. *Taşkala: kargaşa, hengâme. *Teşt: hamur teknesi; çamaşır leğeni. *Teplemek: koyvermek, salıvermek (Derleme Sözlüğü, Malatya.) *Dırı: çalılık.
Keloğlan
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında bir padişah varmış. Padişahın horantasında* otuz dokuz tane oğlu olmuş. — İlahi ya Rabbi, bir daha evleneyim de Allah ondan da bir oğlan versin. Padişah bir daha evlenmiş, bir oğlu daha olmuş; kırk oğlu olmuş. Mektebe gider gelirlermiş bu otuz doku oğlu; küçük oğlan evde büyüyerek on yaşına girmiş. Otuz dokuz oğlun kimi ihtiyarlamış, kiminin daha yeni evlenecek zamanı gelmiş. Padişahın bir de babası varmış. Bu otuz dokuz oğlan varmışlar dedelerinin huzuruna, şikâyet etmişler: — Babamız bizi evermiyor, evlenmek zamanımız geçti. deyince dedeleri demiş ki: — Oğlum, Hasbahçe’ye gidin. Herkes şahsına göre birer elma koparsın. Bir sininin üzerine koyup bana getirsin, demiş. Otuz dokuz oğlan Hasbahçe’ye gidip herkes şahsına göre birer elma kopartmışlar, sininin üzerine koyup dedelerine getirmişler. Dedeleri alıp padişahın önüne koymuş. Padişah babasına demiş ki: — Bunlar neci? Babası da: — Oğlum, bunlar senin evlatlarındır. Kiminin evlenecek zamanı gelmiş, kimi yeni yetişiyor. Bunlar evlenmek istiyor, demiş. Padişah demiş ki: — Peki, evereyim, diye söylemiş. Oğullarını huzuruna çağırtmış: — Oğlum, evlenmek istiyorsunuz da niçin bana söylemiyorsunuz? Sizi evereyim, demiş. Oğulları da demiş ki: — Baba, biz otuz dokuz tanemiz bir anadan ve bir babadan ve alacağımız kız da bir anadan ve bir babadan olursa alırız. Yoksa biz elimizle buluruz, diye cevap vermiş. Padişah demiş ki: — Oğlum, bir defa tellal çağırttıralım da ondan sonra bulunmazsa siz elinizle üstüne konmayın, demiş. — Peki baba, demişler. Babaları da: — Oğlum, varın tavlaya, atlarınız alın. Birer heybe altın alın, yola revan olun, demiş. Bunlar atlarını çekip yola revan olmuşlar. Bunlar gitmekte olsun biz gelelim küçük oğlana. Küçük oğlan mektepten gelmiş ki kardeşlerinin olduğu odada kimse yok. Hemen kopa kopa* babalarının yanına varmış: — Baba, hani benim kardeşlerim? Nereye gittiler? Yoksa bir iş mi vardı da oda boş kaldı, deyince: — Oğlum, kardeşlerin evlenmek istedi. “Biz otuz dokuz tanemiz hep bir anadan bir babadanız. Ayrı ayrı evlenmeyiz.” demiş. — Hepsini bir arada bulamadık, kendileri atlarını çekip gittiler. Küçük oğlan da demiş ki: — Baba, kardeşlerim nereye gittiyse izin ver, ben de onların gittiği yere gidip kardeşlerimi bulayım, demiş. Tellal çağırttırmış, hiçbirisi tamam olmadığından oğulları almamış. Oğulları demiş ki: — Varalım babamızdan izin isteyelim de biz elimizle bulalım, demişler. Babalarının huzuruna varmışlar. Büyük kardeşi demiş ki: — Baba bize izin ver de kendi elimizle bulalım. Babaları da demiş ki: — Oğlum, ben bir padişah olayım da siz elinizle evlenesiniz, demiş. Bunlar babalarının sözünü dinlemeyip; — Hiç çaresi yok, gideriz, demişler. Babaları da: — Peki oğlum, madem gideceksiniz size üç vasiyet edeceğim. Bu vasiyetimi tutun, demiş. — Peki baba demişler. — Oğlum, bir ulu ağaç dibine konmayın, bir de ulu çay kenarına konmayın, bir de üç yol. Bu vasiyetlerimi tut. Haydi Allah işini rast getirsin. Atını al, bir heybe alttın doldur, bin; kardeşlerinin gittiği yola git. Çocuk tavlaya varıp, atına binip yola revan olmuş. Bu çocuk akşam namazında kardeşlerine yetişmiş. Varmış ki kardeşleri babasının vasiyet ettiği ağacın dibine konmuşlar. Bu yandan varıp kardeşlerine selam vermiş. Kardeşleri demiş ki: — Biz senin elinden kaçtık. Sen gene bizi buldun, diye çocuğu iyice dövmüşler. Çocuk da demiş ki: — Babam bana vasiyet etti ki “Ulu ağaç dibine konmayın.” dedi. Biz geldik babamızın vasiyet ettiği ağacın dibine konduk. Başka bir yere konalım, demiş. Çocuğu kovmuşlar ve çocuk gene gitmemiş. Kardeşleri uyuduktan sonra çocuk içlerinden çıkıp yukarı bir yere varıp oturmuş. Gecenin bir yarısı gün doğu tarafından bir inilti kopmuş. İnilti gittikçe çoğalmış. Çocuk bir de bakmış ki büyük bir dağ gibi adam geliyor. Meğer o gelen bir devmiş. Çocuk sıçrayarak bir ok atıp o kocaman devi vurmuş. Dev gitmiş. Sabah olup kardeşleri bakmış ki kendinin küçük kardeşleri içlerinden çıkmış, yukarıda yatıyor. Demişler ki: — Deyyus oğlu deyyus. İçimizi de beğenmemiş de dışarıda yatıyor, demişler. Kardeşlerinin birisi demiş ki: — Uyarmayalım da bırakalım gidelim. Bizi nerede bulacak? Bunun elinden kurtuluruz demişler. Atlarına binip, yola revan olup ulu çay kenarına konmuşlar. Küçük çocuk oradan uyanmış, bakmış ki kardeşleri kendi atlarına binip gitmişler, kendinin atıyla parayı orada koymuşlar. Kuşluk, çocuk kalkıp atına binip yola revan olmuş. Kardeşlerinin ardından yetmiş. Varmış ki gene babasının vasiyet ettiği yere konmuşlar. Çocuk demiş ki: — Kardeşim, babam bana vasiyet ettiydi ki “Ulu çay kenarına konmayın.” diye söylediydi, deyince çocuğu bir iyice daha dövmüşler. Çocuk gece yarısı selamete çıkıp durmuş. Gece gün batı tarafından bir inilti kopmuş. Gele gele gelmiş ki gene bir dev gelmiş. Çocuk onu da yaralamış. Sabahleyin kardeşleri bakmış ki gene dışarıda yatıyor, gene kardeşleri uyarmayıp yola revan olmuşlar. Babalarının vasiyet ettiği yolun üzerine durmuşlar. Çocuk sabahleyin uyanıp atına binerek yoluna devam etmiş; akşam namazı kardeşlerinin ardından gitmiş. Selam verip atından inip durmuş. Bu sefer büyük kardeşleri demiş ki: — Bu bizi kardeş biliyor da onun için bizi bırakmıyor, demiş. Hâlbuki o yol üç çatalmış. Yolun birisine giden ya gelir ya gelmez diye yazılıymış, birisine giden de hiç gelmez diye yazılıymış. Öbür yola da giden üç sene gidip, doğru gidip doğru gelirmiş. Bunun hangisine gideceklerini şaşırmışlar. Bunun üzerine büyük kardeşleri demiş ki: — Bizim vekilimiz küçük kardeşimiz olsun. Nereye giderse oraya gidelim, demiş. Öyle deyince çocuk korkmuş ki: — Beni öldürürsünüz, demiş. Onlar da ant etmiş ki: — Öldürmeyiz, senin emrindeyiz, demişler.  Öyle deyince çocuk da demiş ki: — Binin atınıza da gelmez yola gidelim, demiş. Atlarına binip yola revan olmuşlar; az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay, bir güz gitmişler, vara vara bir konağa varmışlar. Konağa hepsi birlikte inmişler, atlarını tavlaya bağlamışlar. Yukarı bir odaya çıkmışlar. Küçük kardeşleri demiş ki: — Kardeşim, siz burada durun da bir kere dolaşayım, demiş. Küçük kardeşleri oradan çıkıp bir içeriye girmiş ki bir karı oturuyormuş. Oğlan bunun yanına varmış, karının memesini ağzına alıp somurmuş.* Karı oğlanın kolundan yapışıp: — Sen necisin de benim mememi emdin, deyince: — Ben senin evladın oldum. Benim kardeşlerim aç, kardeşlerime bir yemek yap da yesinler, demiş. Karı kalkıp yemek yapıp bunlara yedirdikten sonra küçük kardeşleri demiş ki: — Karı nine, bir şerbet et de kardeşlerim yesin, demiş. Meğer karı, cadı bir karıymış. Bir sihirle şerbet edip bunlara vermiş. İçen bayılmış. Küçük kardeşleri bunun sihirli olduğunu anlamışmış. Onlar gibi içip bayılmış. Kocakarı demiş ki: — Şimdi benim kırk tane oğlum var, bir de kocam var; sizi onlara kurban ederim, demiş. Karı gene gitmiş, odasına oturmuş. Hemen küçük kardeşleri odadan çıkıp bir kapı açmış ki içinde kocaman bir bahçe, içinde otuz dokuz tane kız bir yerde oynuyorlarmış ve biri de ayrı ayrı oynuyormuş. O delikanlı demiş ki, o kıza sormuş: — Onların otuz dokuzu bir oynuyor da sen ne diye yalnız oynuyorsun, diye. Kız da demiş ki: — Onların otuz dokuzu bir anadan bir babadan, ben de bir anadanım, demiş. Delikanlı gerisine dönüp odaya gelmiş. Kardeşlerinin zeykirlerini* alıp geri o bahçeye varıp büyüğünü büyüğe, küçüğünü de küçüğe takıp, yerli yerince buldurup kardeşlerinin odaya gelmiş. Onların zeykirini de kardeşlerinin parmaklarına takmış. Geri gelip kocakarının yanına varıp demiş ki: — Şimdi bu kardeşlerimi bayılttığın gibi ayılt. Yoksa başını vururum, demiş. Kocakarı kalkıp sihri açıp hepsini uyandırmış. Bunlar içeride olmakta olsun, küçük kardeşleri eline bir tahta alıp kapının üzerine mıhlamış, üstüne oturmuş, kılıcını eline almış. Karının büyük oğlu avdan geliyormuş. Dışarıdan içeri girerek büyük oğlunu vurup bir kuyuya atmış. Onun ardınca birer birer otuz dokuz tane karının oğlunu öldürmüş, kuyuya atmış. Karının kocası, onu dahi öldürüp onu da kuyuya atmış. Gelmiş kardeşlerinin yanına. Kardeşlerine demiş ki:   — Kardeşlerim, siz kendi kendinizi yoklayın da bakalım bir şeyimiz kaybolmuş mu, olmamış mı? Kardeşleri bir de bakmış ki zeykirleri değişilmiş. — Bizim zeykirlerimiz değişilmiş, demişler. Kardeşleri bunları alıp bahçeye götürmüş. Herkes nişanlısını bulup dışarıya çıkmışlar. O ayrı oynayan kız nişanlısına demiş ki: — Sen anamı da öldür, yoksa başımıza felaket gelir. Kızın sözüne aldırmamış. Kırk oğlan, kırk da kız, bir de anaları, hepsi yola çıkmışlar. Meğer bunların bir tane hududu varmış, bunlar hududa gelince karı bağırmış ki: — Cansız yetiş, diye. Bu karının Cansız isminde bir kardeşi varmış, karı kardeşini çağırdığı zaman o delikanlı onu da öldürmüş. Cansız gelip bu çocuğu yakalamış, demiş ki: — Kırk tane yeğenimi öldürdün, eniştemi öldürdün, bacımı da öldürdün. Kırk tane yeğenimi götürdün. Şimdi elimden nasıl kurtulacaksın, demiş. Cansız öteki kardeşlerine demiş ki: — Siz yeğenlerimi alıp gidin, bu benimdir, deyince kardeşleri gitmiş. Cansız da demiş ki: — Ben hiçbir şeyden ölmem, benim ölümüm insanoğlunun elinden değil. Benim Zımara’da bir nişanlım var. Onu bana getirirsen bütün yeğenlerimin, eniştemin, bacımın kanını sana helal ederim. Getirmezsen senin ölümün benim elimde. Delikanlı sormuş: — Söyle bakayım neymiş? — Benim Zımara’da olan nişanlımı yedi sene uğraştım alamadım, bunu getirirsen seni anana babana iletirim, demiş. O da “Peki.” demiş, yola revan olmuşlar. Giderken oğlan bakmış ki biraz su gidiyor, suyun öte geçesinden* bir karınca geliyor, geri dönüyor. Karıncayı oradan alıp ininin üstüne koymuş. Yola çıkmadan karınca, oğlana demiş ki: — Şu boynuzumun birini al da başın dara geldiği zaman yak; ben yetişirim, deyip yola revan olmuşlar. Gide gide bir yüksek dağ başına çıkmışlar. Çocuk bakmış ki bir kurt ayağını havaya tutmuş uluyor. Oğlan bunun yanına varmış. Kurdun ayağına bir gamga* batmışmış, onu çıkartmış. Cansız onun yanına gelmemiş. Kurt demiş ki: — Ey insanoğlu, benim yelemden bir kıl al da dara geldiğin zaman tüttür, ben yetişirim, demiş. Çocuk Cansız’ın yanına gelince Cansız sormuş: — Sen nasıl onun yanına vardın? Ben yalnız ondan korkarım. Beni yer de geri sıçmaz. Varmışlar Cansız’ın konağına dâhil olmuşlar. Çocuk nişanlısının odasına varmış. Nişanlısı yukarıdan gelip cariyeye haber verip yemeklerini yemişler. Çocuk demiş ki: — Ben sana dünürcü geldim, deyince kız da ona demiş ki: — Bugün git de yarın gel, demiş. Çocuk Cansız’ın yanına gelip yarın gene gitmiş. Kızın odasına varmış, kız demiş ki: — Benim iki ahdim var. Bunu yaparsan dünürcülüğünü kabul ederim, deyince o da: Hemen bir kazan yemek pişirmiş. Oğlanın önüne getirmişler. — Bunu sabaha kadar yersen yedin, yemezsen dünürcülüğünü kabul etmem, demiş. Çocuk bunları yemekle tüketememiş. Cansız’ı çağırmış. Cansız yemeği yemiş, tüketmiş. Sabahleyin bakmışlar ki yemek yenmiş, kap kalaylanmış gibi duruyor. Kız demiş ki: — Bu Cansız’ın işi, senin işin değil. Bugün git de sabah gel. Oğlan gitmiş, devrisi gün* geri gelmiş. Kız bir kile tohumu; bakla, buğday, arpa, velhasıl on iki türlü tohumu birbirine karıştırmış, içeriye koymuş. Oğlan gelir gelmez: — Ağırlamadan bunu seçeceksin, demiş. Oğlan içeri girmiş. Bunlar kapıyı kilitlemişler, gitmişler. Oğlan düşünceye dalmış, karıncadan aldığı boynuzu yakmış. Derhâl dışardan bir seda gelmiş ki: — Ey insanoğlu, mermerin birini sök. Mermerin birini sökmüş, içeriye karıncalar zorlamış.* O kendinin çıkarttığı karınca, karıncaların padişahının kızıymış. Karıncaların padişahının kızı gezerken öte geçede kalmış. Yedi sene anasına babasına hasretmiş. Karıncaların padişahı askeri alıp tohumun üzerine bırakmış. Emir vermiş ki: — Tohumları ayrı ayrı yığacaksınız! Yiğide bir zulüm gelmesin, Demiş. Çocuk çok güzel olduğundan kuşlar kadar gelmemiş ki tohumu seçsin de o çocuk kurtulsun. Karıncalar çekilip gitmişler. Çocuk mermeri geri kapatmış. Cariyeler gelip bakmışlar ki hiçbirinin içinde bir tohum kalmamış, ayrı ayrı seçilmiş. Beslemeler varmış, kıza söylemişler; kız buna taaccüp eylemiş. Oğlanı aşağıdan alıp yüksek yıldız köşküne götürmüş. Orada iki üç gün kadar durmuşlar. Sabahleyin bir cariye, iki de kendileri, beraber yeni* pahada ağır mallardan alıp Bola şehrine dâhil olmuşlar. Gariyeyi* orada bırakıp Cansız’ın konağına gelmişler. Cansız gelmiş: — Aferin enişte. Üç gün misafirimsin, demiş. Cansız gitmiş, oğlan kıza demiş ki: — Cansız gelince yüzünü azdır.* O da “Sen ne diye yüzünü azdırdın?” diye sorunca “Sen gittiğin zaman benim dışlığım* gelmiyor. Senin canın nerdeyse bana söyle. Sen gelene kadar gönlümü eğlerim.” Cansız demiş ki: — Benim canım süpürgede, diye yalan söylemiş. Kız süpürgeyi donatıp oynamaya başlamış. Cansız gülmüş. Kız öfkelenip Cansız’a: — Sen beni oynatıyorsun, deyince Cansız demiş ki: — Benim canım altı aylık yoldan bir dağın üstünde bir çal* var. O çalın içinde bir sandık var keveke* taşından. Sandığın içinde bir kutu var, kutunun içinde bir pamuk var, pamuğun içinde üç tane böcek var. Onlar orada ölürse ben de öldüm, demiş. Cansız kaybolup gitmiş. Kız, oğlanın yanına gelmiş. Cansız’ın söylediklerini ona söylemiş. Oğlan koynundan alıp kılı yakmış. Kurt yanına gelmiş: — Emrini söyle, demiş. Kurda demiş ki: — Beni filan yere, dağın üstüne çıkartacaksın, demiş. Kurdun üstüne binip o dağın üstüne çıkartmış. Oğlan kılıcı almış, keveke taşını kırmış, kutuyu eline alır almaz Cansız yanına gelmiş. — Aman enişte, canımı ver de seni memleketine ileteyim, demiş. — Beni alıp sen iletirsen orada canını veririm, demiş. Cansız alıp evine gelmiş. Oğlan demiş ki: — Kızla beni de beraber alıp babamın konağının önüne indirirsen canını veririm, demiş. Cansız ikisini bir alıp babasının konağına iletmiş. Cansız demiş ki: — Enişte canımı ver, demiş. Cansız’ın canını yere çalıp kırmış, Cansız ölmüş. Bu kıssamız burada oldu tamam, versin efendilere selam.       * horanta: aile halkı. * kopa kopa: koşa koşa. * somurmak: emmek. * zeykir: yüzük. * geçe: karşılıklı iki yandan her biri, yaka. * gamga: yonga. * devrisi gün: ertesi gün. * zorlamak: Metinde bu biçimde verilmiş, açıklama da yok ancak karınca, bit, pire vb. küçük hayvanların çokça bulunuşunu anlatan “zöğül zöğül” vb. bir söz de olabilir: “zoğlamak” vb.  * yēni: Metinde bu biçimde geçen söz, dipnotta “yeni” biçiminde açıklanmış, ancak “pahada ağır” sözünden önce geçen bu kelime “yeğni” de olabilir. * gariye: Metinde “gāriyē” biçiminde geçen bu söz için bir açıklama verilmemiş. Buna en yakın “garye” sözü Derleme Sözlüğü’nde, “köy” anlamında. * azdırmak: Kaynak kitapta bir açıklama yok. Derleme Sözlüğü’nde uygun bir anlam yok. Tarama Sözlüğü’nde “değiştirmek” anlamı var. “… azdıra benzin rengini” örneğiyle. * dışlık: rahat, huzur, sükun. * çal: taşlık yer, tepe. * keveke: İçi delikli, hafif, çabuk kırılabilen, yumuşak (taş vb. için). (Derleme Sözlüğü)
Kırk Kardeş
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
Vaktinde bir süpürgeci koca varmış. Onun on bir, on iki yaşında bir kız çocuğu varmış. Onunla bir merkep alıp dağa süpürge devşirmeye giderlermiş. O süpürgeyi devşirirlermiş, onunla idare olurlarmış. Dört, beş uşağı* varmış. O kızla babası süpürge devşirirken bir Kara Abit adlı bir kul karşılarına dikilmiş, demiş ki: — İhtiyar baba, bu kızı bana vermez misin? Bir ağrı* altın veririm. İhtiyar baba da demiş ki: — Git oğlum, git. — İki ağrı vereyim, demiş. Gene koca yalan söylüyor diye zannetmiş, gene: — Git oğlum, git, demiş. — Üç ağrı vereyim ihtiyar baba, demiş. O da: — Getir oğlum, demiş. Öyle demede olsun, Abit kaybolmuş, bir saat sonra bir telis altınla, bir de teraziyle gelmiş. Üç ağrı tartmış, kızı almış götürmüş Abit. Oradan babası aklını şaşırmış, fukaralık bağrına hond etmiş.* Hemen süpürgeleri almış, altını eşeğe yüklemiş; eve gelmiş, karısına demiş: — Gel şu çuvalı indirelim. Öyle demede olsun, çuvalı indirmişler. Süpürgeci koca ucundan tutmuş, silkelemiş evin köşesine altını. Avradın kız hiç hatırına gelmemiş. Birkaç gün sonra alalım bu kızdan haberi. Abit kızı götürmüş bir ıssız bir konağa, bahçe içerisinde, kimse yok; bir Abit bir de kız. Bu kızın adı da Sultan’mış. Bir, iki bu Abit bu kızın her hizmetini görürmüş. Çamaşırını yurmuş,* yemeğini yaparmış, yatağını açarmış. İşte, ev kadını gibi her bir şeyini yaparmış. Dilde tez vakitte geç; bu bir ay, iki ay derken bu kız dört ayı doldurmuş Abit’le beraber. Öyle derken bu kız bir gün pencereye çıkmış, babası memleketine yönünü dönmüş, ağlamış: — Benim de anam, babam var mıydı? Kardeşlerim, bacılarım var mıydı? Öyle diyerek ağlamış. Öyle ağladığı yerde Abit yukarı çıkmış: — Niye ağlıyorsun Sultan Hanım? Kız da demiş ki: — Ben anamı, babamı çok göresedim.* — Seni babanın yanına götüreyim mi? — Çok memnun olurum, beni anama, babama götürürsen. Onun da bir kocası varmış. Abit bunların hizmetçisiymiş. Sultan Hanım’ın kocası, bir çocuğu olanaca* ayaline* görünmezmiş. Sonra bu Abit gitmiş, onun adı da Şah Muhammet’miş. Bu Abit gitmiş izin istemiş “Bunu anasının yanına götüreyim. Çok ağlıyor, yazık.” diye. Şah Muhammet: — Bu beni gündüz gözüyle görmedi. Korkarım ki anası buna başka huy belletir. Abit de demiş ki: — Ben nasıl götürdümse öyle getirip sana teslim ederim. Orada üç hafta izin almış. Kızı bindirmiş bir ata, kendi de binmiş bir ata, gelmişler babası memleketine. Evvel süpürgeci kocaymış, ismini Süpürgeci Koca çağırırlarmış, şimdi Süpürgeci Ağa diye çağırmışlar. Bu kız bakmış, babasının güzel güzel konakları olmuş. Bir gün hava kışlıkmış. Güneşte otururken anası Sultan Hanım’la, demiş: — Kızım, kocan da bu mu? Kocan bu Abit mi? — Hayır ana. Bilmiyorum kocam olduğunu. Her bir işimi tutuyor. Akşam olduğunda yemeği yediğimle bilmiyorum nerede yattığımı. Oradan Sultan Hanım’a anası demiş ki: — Kızım, herhâlde sana içki içiriyorlar, seni sarhoş ediyorlar. Ondan sonra senin, kızım, kocan bu değil. Sana kızım sarı bir mendil vereyim. Gittiğin gece bir kadeh iç, ikincisinde sen seni sarhoş eyle, çakal dubarası* eyle sen seni, uyumuşluğa vur. Üçüncüsünü ağzından aşağı dök. Oraya yıkıl. Üç hafta bitmiş, Abit demiş: — Sultan, gitmeyelim mi konağımıza? — Gidelim Abit, ben konağımızı çok göresedim. Öyle demede olsun, buna anası tedarik kurmuş, bu kızını yollayacak, ona anası bir sarı mendil vermiş. Dilde tez vakitte geç, bunlar konaklarına gelmişler. Akşam olmuş yemeği yemişler, içki gelmiş. Bu kız, anasının verdiği mendili çenesine bağlamış. Bir kadeh içmiş, ikincisinde sarhoş olmuş, dubara etmiş, düşmüş. Abit kızın yüzüne şeşini* bürümüş, aşağı inmiş. Oradan Şah Muhammet gelmiş, kız şeşin altından bakmış ki ayın on dördü gibi parlayan bir çocuk girmiş içeriye. Hiç seslenmemiş bu kız.     — Sen üç haftadır neredeydin Sultan Hanım? Bu hiç seslenmemiş, bayılmış yatmış. Şah Muhammet bunu kucağına almış, yerine götürmüş yatırmış. İkisi de uyumuşlar. Bu kızın koynu beş aylık hamile imiş. Oğlan uykuya vardığında bu kızın kalbine şeytan girmiş: — Bu ismi, cismi… Bir defa ben bunu arayayım, demiş. Bu kız elini Şah Muhammet’in gövdesine sürmüş. Bakmış ki göbeğinin üstünde bir ufacık bir kapı dili bulmuş. Kız, göbeğindeki dili bükmüş; bu Şah Muhammet’in karnından bir dağa açılmış. Açılmada olsun, bu kız kafasını tıkmış, içeri girmiş. Bakmış ki bu Şah Muhammet’in karnının içinde bir ulu şehir olmuş. Azıcık biraz ileri varmış ki terziler kutnu kumaş dikiyorlarmış. Demiş: — Bunlar ne olacak? Oradaki terziler de demiş: — Şah Muhammet’in avradı hamileymiş. Doğdusuna,* kendisine esvap dikeceğiz. Azıcık daha öteye gitmiş, bakmış ki kuyumcular pazvat,* halhal döküyorlar. Oradan çıkmış, geri dağdan çıkmış. Çıktığı yerde Şah Muhammet uyanmış. Çarpmış, kolundan tutmuş: — Kız bu ne, demiş. — Aman Şah Muhammet, ben ettim sen etme! — Sen benim Şah Muhammet olduğumu nereden tanıdın? — Ben senin karnına girdim, terzilerden işittim. Oradan Şah Muhammet Çağırmış: — Abit yetiş! Bunun şimdi kanlı gömleğini senden isterim. Bu benim sihrimi dünyaya beyan eyleyecek. Orada Abit, Şah Muhammet’e çok yalvarmış. Ağlamış, elini ayağını öpmüş; — Yazık Sultan Hanım’ımıza, demiş. — Olmaz! İlle şimdi isterim kanlı gömleğini, demiş. Oradan Abit ağlayarak Sultan Hanım’ın bir gömleğini hırsızlamış. Abit bir ata binmiş, Sultan Hanım’ı terkisine almış, epey gitmiş bir uzak yollara. Bir dağın başında demiş ki Sultan Hanım: — Benim uykum geldi. — Sultan’ım gel benim şu dizime yat, demiş. Sultan Hanım da: — Sen beni burada bırakıp gideceksin. Abit de: — Eğer inanmazsan eteğini eteğime düğümleyelim. “İyi.” demiş ve eteğini onun eteğine düğümlemiş. Sultan Hanım, Abit’in dizine yatmış, orada şirin bir uykuya varmış. Abit orada eteğini çözmüş, dizini çekmiş, başının altına bir taş koymuş. Abit atına binmiş, beri gelmiş ve bir tavşan vurmuş. Sultan Hanım’ın gömleğini tavşanın kanına belemiş. Konağa gelmiş, demiş ki: — Şah Muhammet’in düşmanının ömrü de bu gadek* olsun. Öyle demede olsun, kanlı gömleği meydana atmış ve demiş ki: — Şah Muhammet’im, şimdiden sonra bana bu konak haram olsun, Sultan Hanım gittikten sonra. Şah Muhammet de: — Sana haram olsun da bana olmasın mı? Öbür tarafa ağlamış, sızlamış, gitmiş. Abit de gitmiş. Alalım Sultan Hanım’dan haberi. Sultan Hanım uykudan dağ başında, çalıların içinde uyanmış; ağlamış, sızlamış: — Ah anam gözün kör ola. Bana devre* huy bellettin. Oradan ağlamış. Dinlemiş ki bir köpek sesi geliyor. Seğirtmiş çalıların içinden, eğleyerek köpeğin sesine gelmiş. Bakmış ki iki dağ arasında bir şehir görünüyor. Bu şehrin hep duvarları kara boya boyanmış.  Şah Muhammet’in orada üç bacısı varmış o şehirde. Sultan Hanım’ın kilidi büktüğü, karnına girdiği, Şah Muhammet’in karnından bir dağa açıldığı o şehirmiş. Kız gitmiş en uçta bir kapıya: — Bacım, garibim. Beni bir gecelik misafir almaz mısınız? — Git. İnsanoğlu değil misiniz, demiş. Oradan Sultan Hanım başka bir kapıyı dövmüş. Ev sahibi de sormuş: — O kim? Demiş: — Bacı, bugünlük beni misafir almaz mısın? O da demiş: — Git. İnsanoğlu değil misiniz, çiğ süt emdiniz. İleri varmış, bir kapı daha dövmüş. Onun üçü de Şah Muhammet’in bacısıymış. Sonraki dövdüğü Şah Muhammet’in küçük bacısıymış. Bu da: — Gel içeri bacım, demiş. İçeri almış; dilde tez, vakitte geç, bir iki ay kadının yanında kalmış. Bir gün oturduğu yerde Şah Muhammet’in küçük bacısı: — Bacım, sormak ayıp olmasın, nereden gelip nereye gidiyorsun? Ben senden huylanıyorum. Eteğinin altı kabarıyor, hamile misin? — Evet bacım. Koynumda çocuk var. — Çocuğun babasını bilir misin görsen? — Evet, görsem bilirim. Başına geleni nakleylemiş küçük görümüne.* — Hayy, sen benim kardeşimin ayali misin? Benim kardeşim beni çok sever. Öyle demiş, boynuna sarılmış Sultan Hanım’ın. Ağlamış, sızlamış orada. — Merak etme bacım. Sizi geri kardeşimle kavuşturayım inşallah. Senede bir defa gelir yanıma, Cuma salası verilirken. Sabah Cuma günüdür. Atın üstünde gelir, attan inmez. “Bacım bana bir tas su yetiştir.” der. Ben o zaman atının başından tutarım, sen çabucak bir tas su yetiştir. Cuma günü olmuş, atının kuvvetinden Şah Muhammet’in konak sallanmış. — Hazırlan kız, kardeşim geldi. Yetişmiş bacısı Şah Muhammet’in atının başından tutmuş. Öyle demede olsun, Sultan Hanım çabucak bir tas su alıp varmış Şah Muhammet’in yanına. Şah Muhammet bu tası onun elinden almış, tası ağzına tutmuş; içmemek şartıyla kıza derin gözle çokça bakmış Sultan Hanım’a. — Bacım senin hizmetçin yoktu. Bu kadını nereden yakaladın? — Kardeşim, kapıyı çaldı, “Garibim, beni misafir alın.” dedi. Oradan demiş: — Bacım iyi etmişsin. Garibe hürmet lazımdır. Evvel yanına senede bir defa geliyordum, şimdi bu kadının hatırası için ayda bir defa gelirim. Bu sefer Şah Muhammet, ayı terk edip bu kadın için haftada bir kere gelmeye başlamış. Bir gün dilde tez, vakitte geç, Sultan Hanım çocuk getirmiş. Yerine, yatağına yatırmışlar. Hani Sultan Hanım, Şah Muhammet’in karnının içinde bir şehre girmişti. İçinde terziler öteberi biçiyordu, kuyumcular halhal, pazvat yapıyorlardı. Görümcesi onları almış getirmiş, Sultan Hanım’la çocuğa giydirmiş. Üç gün, beş gün sonra çocuğun ismini babasının adını koymuşlar: Şah Muhammet. Sonra bu kadın yatarken loğusa hastası, Şah Muhammet gelmiş, bacısı çabucak bir tas su vermiş. Sormuş: — Bacım, hizmetçin nice oldu? — Kardeşim, biraz keyifsizledi. — Bacım yazık. Paran yok mu, demiş. Çabucak elini cebine sokmuş, bir pençe* para bacısına vermiş. — Yazık. Doktora yetiştir, demiş.   Oradan bacısı kardeşine demiş ki: — Sonra kardeşim duyarsın. Hastalık değil, demiş. Oradan kardeşi suyu içmiş, gitmiş namaza. Bunun canı rahat etmemiş. Sabahleyin erceden* gelmiş bacısının evine: — Bacım, bana bir tas su yetiştir, demiş. Bacısı hemen atın başından tutmuş: — Sultan Hanım! Küçük Şah Muhammet’i kucağın al, bir tas da su al da gel. Sultan Hanım o dakikada çocuğu kucağına almış, bir eline de bir tas su almış, gelmiş Şah Muhammet’in yanına. Şah Muhammet bunları görür görmez kendi kendini attan aşağı atmış, Sultan Hanım’ın boynuna sarılmış: — Ver benim oğlumu, demiş. — Oğlan sahibi mi oldun? Kanlı gömleğimi Abit’ten istedin. Oradan birbirinin boynuna sarılmışlar. Dokuz gün dokuz gece davullar çalınmış, kurbanlar boğazlanmış; toy, düğün etmişler. Birkaç hafta oturmuşlar, Şah Muhammet demiş ki: — Sultan Hanım, artık konağımıza gitmeyelim mi? — Yaa, ben sana canımı inanmam Abit olmazsa, demiş. Orada tel vurmuşlar her tarafa, Abit’i derhâl bulmuşlar; Abit gelmiş. Demişler: — Artık konağımıza gidelim. Şah Muhammet binmiş bir ata, Sultan Hanım binmiş bir ata, Abit binmiş bir ata. Yolda altın atıp elma gibi tutarak, çocuğu severek konaklarına gidiyorlarmış. Havadan üç elma düşmüş. Birisi Müdür Bey’ime, birisi Gardiyan Ana’ma, birisi de hikâyeyi söyleyene.   * uşak: çocuk, evlat. * ağrı: ? (Kaynak kitapta ve Derleme-Tarama Sözlükleri’nde yok.) “Bir” sözüyle birlikte “ağırlınca” anlamında kullanılmış olabilir mi? O zaman “iki ağrı” biçimi de “ağırlığının iki katı” anlamı kazanabilir.)  * hond etmek: canına tak etmek, gücüne gitmek. * yumak: yıkamak. * göresemek: göresi gelmek. * olanaca: olana kadar. * ayal: karı, eş. * dubara: tekrar, dübare. (Kaynak kitapta, metin altında ve sözlük bölümünde bu anlam verilmişse de bu ve “çakal dubarası” biçimine bu anlam oturmamaktadır. Derleme Sözlüğü’nde Elazığ’dan derlenen “dubara” sözü için “hile, numara” anlamı verilmektedir. Bu metinde de bu anlamda olmalı.     * şeş: tülbent, yazma, başörtüsü. * doğdu: Kaynak kitapta anlam verilmemiş. Tarama Sözlüğü’nde “loğusa cemiyeti” anlamı var. Bu metinde ise “doğacak çocuk; yenidoğan” anlamında kullanılmış olmalı. * pazvat: süs için kola takılmak üzere gümüşten yapılan halka; pazubent. * gadek: kadar. * devre: ters, yanlış, aksi. (Kaynak kitapta yok, Derleme Sözlüğü: Birçok yöre.) * görüm: görümce. * pençe: avuç. * erceden: erkenden.
Şah Muhammet
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde bir hükümdarın üç tane oğlu varmış. Dünyaya malik, zengin bir adammış. Oğullarını yanına çağırmış: — Oğlum bak bu memleketin hükmü benim elimde. Gel size de beşer yük mal tutayım. Bağdat tarafına ticarete gidin. Bunlara pahada ağır mal tutmuş, bunları yola çıkartmış. Bunlar bir hafta yol gittikten sonra, üç yol bunların önüne gelmiş. Bir levha yüzünde birkaç satır yazı yazılıymış. Küçük kardeşleri bu yazıyı okumuş, baştan yazıyı: “Sağ yola giden çok kazançlı gelir. Orta yola giden ya gelir ya gelmez. Üçüncü yola giden hiç gelmez.” Bu küçük kardeşleri büyük kardeşlerine, ortancıl* kardeşlerine dönmüş: — Büyük kardeşlerimiz sağ yola gitsin. Ortancıl kardeşlerimiz orta yola gitsin. Ben kendim gelmez yola gideyim, bakayım ne var. Bunlar birbirleriyle helalleşmişler, herkes yoluna devam etmiş. İki kardeş yoluna gitmekte olsun, gelelim küçük kardeşe. Küçük kardeş üç gün gittikten sonra bir deniz kenarına yaklaşmış. Bakmış ki çoban üç tane keçi güdüyormuş. Bu çobanı çağırmış: ̶  Gel seninle bir değişik* yapalım. Çoban: ̶  Adam sen de benimle mi eğleniyorsun? ̶  Yok arkadaş, vallahi ciddi söylüyorum. Bunlar orada değişik yapmışlar. Katırları çobana vermiş, kendi de keçileri almış, deniz kenarına doğru gitmiş. Deniz kenarında bir pınarın başına varmış. Vaktin ikindiyle öğle arasıymış. Gün battı tarafından gök gürler gibi bir dev çıkagelmiş. Bu adamın yanına yaklaşmış, demiş ki: ̶  Ya insanoğlu, sen bunları bana hediye mi getirdin? Biçare korkusundan: ̶  Evet, sana getirdim. ̶  Öyleyse sür de gel. Bunlar gide gide bir mağaraya varmışlar. Burada dev keçileri yemiş, yatmış. Uykuya yatacağı zaman çıkartmış hükümdarın oğluna otuz dokuz tane anahtar vermiş. ̶  Çünkü ben kırk gün yatacağım. Canın sıkılırsa odaları gez. Dev yatmış, o da odaları dolaşmış. Bakmış ki bir kapının anahtarı yok. Devin yanına dönmüş gelmiş, başından anahtarı çıkartmış, gitmiş odayı açmış. İçinde güzel bir at varmış. Bu atı mağaranın önündeki bahçeye bırakmış, kendisi de Bağdat’a gitmiş. Bağdat’ta padişahın kızını almış.     * ortancıl: ortanca. * değişik: değiş tokuş.
Üç Kardeş
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında padişahın bir veziri varmış. Demiş ki: — Bir kahve pişir, içelim, demiş. Vezir kalkmış, cezveye suyu doldurmuş, ocağa sürmüş. Bu su kaynayınca demiş ki: — Vezir, bunun manası ne, demiş. Vezir de söylemiş ki: — Padişahım, bu kaynar, şekerini atarız, kahvesini atarız, senin gibi paşalara veririz, içer. Manası budur, demiş. — Hayır, sen bunu bilemedin. Kırk güne kadar öğrendin, öğrendin; öğrenmediğin bir hâlde kelleni cellat ettiririm, demiş. Benim gibi yok yoksul değil, ceplerine sarı lirayı doldurmuş, bunun manasını öğrenmeye yola revan olmuş. Bir müddet gidince bir ihtiyara ulaşmış: — Selamünaleyküm. — Aleykümselam, demiş. — Nereye gidiyorsun oğlum, diye sormuş. O da cevap vermiş: — İstanbul’a gidiyorum, demiş. İhtiyar da demiş ki: — Oğlum ben de İstanbul’a gidiyorum, demiş. “Pekâlâ, yoldaşmışız.” demişler ve yolu tutmuşlar. Bir müddet gidince bir bahçeye rast gelmişler. Vezir demiş ki: — İhtiyar baba, gel bu bahçeye iki girelim de üç çıkalım, demiş. İhtiyar da cevap vermiş ki: — Oğlum, benimle eğlenme, demiş. Tutmuşlar yolu, bunlar vararak bir yokuşa tutuşmuşlar. Vezir ona söylemiş ki: — İhtiyar baba, gel bu yokuşun yarı yerine kadar sen beni götür, başına kadar da ben seni götüreyim. İhtiyar demiş ki: — Oğlum, sen mi delisin ben mi deliyim? Benim ak sakaldan sonra seni götürmeye ne hâlim var, diye cevap vermiş. Vezir de demiş ki: — Darılma baba, senin dediğin olsun. Bunlar yokuşun başına çıkmışlar, inişine dönmüşler ki bir adam harmanı savurmuş, çeç* etmiş, yabayı ortasına dikmiş. Hiç kimse yokmuş yanında. Vezir demiş ki: — İhtiyar baba, bunun sebebi yemiş mi yiyecek mi, demiş. İhtiyar da demiş ki: — Oğlum ben ne bilirim el yemiş mi yiyecek mi? Vezir de: — Darılma ihtiyar baba, senin dediğin olsun, demiş. Bunlar varmış İstanbul’a, dâhil olduğu zaman yol iki çatal olmuş. İhtiyar söylemiş ki: — Oğlum, benim yolum ayrılıyor. Allah’a ısmarladık, diye cevap vermiş. Vezir de söylemiş ki: — Baba sen gidiyorsun ama ben buranın garibiyim. Bana bir isim öğret de öyle git, diyerek cevap vermiş. İhtiyar da: — Lütfü Bey’in oteli nere diye sorarsan sana gösteren çok olur, diyerek cevap vermiş. “Allah’a ısmarladık.” demiş bunlar, birbirinden ayrılmışlar. İhtiyarın bir tek kızı varmış. Başka hiçbir şeysi yokmuş. Kızı da benim gibi çok güzelmiş, fakat gözünün biri biraz yılık* imiş. İhtiyar varmış evine dâhil olmuş. Kızı “Aman babam, sen nerede kaldın?” diyerek bunun boynuna sarılıp ağlamaya başlamış. İhtiyar cevap vermiş ki: — Ben kalmaz olayım. Kız da demiş ki: — Baba niçin böyle söylüyorsun, demiş. İhtiyar cevap vermiş ki: — Kızım, ben bir deliye rast geldim. Beni oyum oyum oynatıyor, diyerek cevap vermiş. Kız da demiş ki: — Baba, bu adamı nereye gönderdin, diye sormuş. — Kızım, Lütfü Bey’in oteline gönderdim. Kız da: — Baba, yedi adım yolla bir içim suyun hakkı var. Gel bir yemek yapalım da bu adama götür, diye cevap vermiş. Bu kız sekiz tane ekmek, on iki yumurta, bir sahan yoğurt almış; yola revan olmuş. — Selamünaleyküm. — Aleykümselam, demiş. Ona: — İhtiyar Baba, diye vezir sormuş. İhtiyar da demiş ki: — Oğlum, yedi adım yolla bir içim suyun hakkı var, diyerek sana ben yemek getirdim, demiş. İhtiyar buradan giderken yumurtanın birini yemiş. Bir ekmek yemiş. Yoğurdun da yarısını yemiş. Vezir sofrayı açmış ki: — İhtiyar baba, sizin haftanız altı günle mi gelir. — Oğlum yemeğini ye. Ben senden hafta sormuyorum. Vezir de: — İhtiyar baba, sizin seneniz on bir ay mı? Sizin ayınız on beş günle mi gelir, demiş. İhtiyar buna hiddetlenmiş, sofrayı toplayıp varmış gitmiş. Kızı söylemiş ki: — Baba ne yaptın, diye sormuş. İhtiyar da: — Ben o delinin elinden yoldan bezdiydim. Tekrar beni yanına gönderdin. O da: — Bu adam neden deli, diye sormuş — Bana diyor ki sizin haftanız yedi gün mü? Seneniz on bir ay mı? Ayınız on beş gün mü? Bu deli değil de akıllı mı? Kız da demiş ki: — Baba, o deli değil, sen delisin, diye cevap vermiş. İhtiyar buna hiddetlenmiş: — Neden ben deliyim, bunu bana anlat, demiş. Kız da: — Dur baba, sana anlatayım. “Bahçeye iki girelim, üç çıkalım.” dediğinde girerdiniz, eline bir değnek alırdı. Olurdunuz üç tane. “Yokuşun yarı yerine kadar sen beni götür, başına kadar ben seni götüreyim.” diye cevap vermiş. Yokuşun dibinden o adam bir laf verirdi yarı yerine kadar, yarı yerinden sen alırdın, yokuşun başına nasıl çıktığını bilemezdin. İnişe dönünce, harmanı savurmuş, çeç etmiş. Senden sormuş ki “Bunun sebebi yemiş mi, yiyecek mi?” Borçluysa yemiş, borcu yoksa yiyecek, diye cevap vermiş. — Peki kızım, sen haklısın, diye cevap vermiş. — Ama bunun manasını bana anlat bakayım. Kızı söylemiş: — Baba sen ekmekten yedin mi? O da söylemiş ki: — Bir tane yedim. — Yumurtadan yedin mi? — Bir tane de yumurta yedim. — Yoğurttan da yedin mi? — Evet, yoğurdun da yarısını yedim. — Baba, bunun manası şudur ki, hafta dediğin yedi gün. Sene dediğin on iki ay. Ay dediğin otuz gün. Sen yoğurdun yarısını yemişsin. Ekmeğin birini yemişsin. Bir de yumurta yemişsin. Hepsini yarım ettin. O adam deli değil, sen delisin, diyerek cevap vermiş. “Pekâlâ kızım.” diyerek ihtiyar bu sözü kabul etmiş. Kızı ise: — Baba, biraz et al da bu adamı evimize davet edelim, demiş. “Peki kızım.” diyerek ihtiyar buna karar vermiş. İhtiyar çarşıya gitmiş, et almış gelmiş. Kız da babasına demiş ki: — Sen git, bu adamı al gel. İhtiyar giderek onu evine davet etmiş. Bunlar ikisi bir olarak çekilmişler ve ikisi ihtiyarın evine dâhil olmuşlar. İçeri girmesiyle beraber vezir: — İhtiyar baba, iyi güzel damın var ama bacası eğriymiş, demiş. Kız da demiş ki: — Bacası eğri ama dumanı doğru çıkar, demiş. Yiyip içtikten sonra cezveye suyu doldurup ocağa sürmüş. Su kaynamaya başlayınca vezir demiş ki: — İhtiyar baba, bunun manası ne, diye sormuş. Kız da: — Daha bunun manasını öğrenemedin mi? Bunun manası şudur ki; ben Cenabıallah’ın bir rahmeti olayım, gökten yere yağayım, bitmeyenleri bitireyim, yetmeyenleri yetireyim. Her aletlerini meydana getireyim de beni de böyle ocağa koysunlar da kaynatsınlar. Bunun manası budur, demiş. O zamana kadar vezir ceplerindeki lirayı oraya boşaltıp yola revan olmuş. Varmış padişahın huzuruna, kahveyi pişirmiş, padişaha bunun manasını böyle anlatmış. Padişah demiş ki: — Bunu nereden öğrendin, diye sormuş. O da: — İstanbul’da ihtiyarın kızından öğrendim, diye cevap vermiş. — Kırk güne kadar kırk atlı ile bunu getirdin getirdin, getirmediğin bir takdirde kelleni cellat ettiririm, demiş. Vezir de: — Padişahım bunu yapma. Bir körün bir değneği, diye çok rica etmiş. Padişah: — Hiç kabul etmem. Bu gelecek, diye karar vermiş. Vezir kırk atlıyla yolu tutmuş, derhâl almış getirmiş. O günün behrinde padişahlar harbin üstüne gidermiş. Gelin kapıya gelmiş, padişah atı kapıya çektirip harbe gitmekteymiş. Hizmetçilerini çağırmış: — Kasayı bana getirin, demiş. Hizmetçiler kasayı almış, yanına getirmiş. Padişah attan inmiş: — Kasayı kırma, mührünü bozma, içindekini harca, diyerek geline söylemiş. — Atıma binip gidiyorum. Kısrağım içerde, benim kendi atımdan ben gelesiye kadar bir atlık tay isterim. Senden de ben gelesiye bir oğlan isterim. Eli eline değmedi, bu cevabı vermiş, yolu tutmuş. İki sene sonra havadis gelmiş ki padişahın düşman galip geldiği için çok perişan olduğunu kız işitmiş. Kız, “Ben şahım oğluyum.” diye bir tellal çağırtmış. Kasanın mührünü bozmuş, içindeki parayı sağına soluna harcamış. Bir asker meydana getirmiş ki padişahınkinden çok fazlaymış. “Padişaha imdatçı gidiyorum.” diyerek askeri çekmiş yürümüş. Müjdeci gitmiş ki padişaha “Filan şahın oğlu imdada geliyor.” Bu ikisinin arasına göbelek* gibi çadırı doldurakoymuş. İki gün, üç gün arasında hiçbir taraftan top patlamaz olmuş. Padişah demiş ki: — Bu adam bize imdatçı gelmiş. Gidelim de bir hoş geldin [diyelim], diye karar vermiş. Bunlar varmışlar, üç beş gün bunun çadırında eğleşmişler. Kız bunlara söylemiş ki: — Padişahım, kışlığımız gelmiyor. Gel seninle bir tavla oynayalım, demiş. O da: — Pekâlâ, demiş. — Yalnız ben ütersem* atını alırım, ütülürsem atımı veririm. Buna karar vermişler, başlamışlar oynamaya. Kız, padişahın atını ütmüş. İkinci sefer oynayışta mühürden mühre oynamışlar. Kız, padişahın mührünü de ütmüş. Üçüncü sefere candan cana oynamışlar, padişaha ütülmüş. Padişah düşünmeye başlamış. Kız ona demiş ki: — Padişahım, sen neden düşünüyorsun? Mührünü üttüm, aldım. Atını üttüm, aldım. Candan cana oynadık, sen üttün. Bunun için hiç düşünme, ben filan şahın kızıyım. Bu sözü işitince gülmeye başlamış. Bunlar kalkmışlar, çadırına çekilmişler. Kısrağı atın yanına kapamışlar, üç beş gün sonra kız cevap vermiş ki: — Padişahım harp yok. Bana müsaade ver, askerimi çekeyim. Sıkıştığın zaman gene de gelirim, demiş. Padişah da bunun gitmesine karar vermiş, askerini çekmiş almış, gelmiş. Herkesi yerine dağıtmış, kendisi konağa çıkmış. Kasayı getirmiş, mührü basmış. Padişahın o harbe gitmesi, altı sene sürmüş. Gelmiş ki içerden bir at kişniyormuş. Kapıda bir oğlan çocuğu oynuyormuş. Hizmetçilerini çağırmış: — Bu çocuk neci, diyerek sormuş. Onlar da: — Padişahım, filan tarihte getirmiş olduğun gelinden meydana geldi, demişler. — Bu içeride kişneyen at neci, diye sormuş. Karar vermişler ki: — Bu senin kısrağının kulunudur.* — Kasayı bana getirin, diye emreylemiş. Kasayı getirmişler ki kırılmamış, mührü bozulmamış. İçindeki harcanmış. Padişah orada çok acayip bir işe kalkmış. Cellatları çağırmış, çıkmış konağa. Varmış kızın yanına. — Ben atıma bindim, gittim. “Kasayı kırma, mührü bozma.” dedim. Elin elime değmedi, yüzün yüzümü görmedi; bu oğlan çocuğu nereden? Doğru söylersen, söylemezsen kellen cellat, demiş. Kız da demiş ki: — Filan tarihte “Şahın oğluyum.” diyerek ben yanına vardım mı? Birinci sefer seninle tavla oynayıp mührünü üttüm mü? İkinci sefere atını üttüm mü? Üçüncü sefere candan cana oynayıp sen beni üttün. Ben filan şahın oğlu değilim, kızıyım. Bu at senin kendi atındandır. Bu oğlan da sendendir. “Kasayı kırma, mührü bozma.” Aha, o da bendedir, diye cevap vermiş. — Peki, sadıksın, deyip kanaat gelmiş. Yedi davul, yedi düdük, toy düğün etmişler. Onlar muradına yetmiş,* cümlemizi de yetire.          * çeç: tahıl yığını. * yılık: şaşı. * göbelek: mantar. * ütmek: oyunda yenerek bir şey kazanmak. * kulun: altı aylığa kadar at veya eşek yavrusu. * yetmek: varmak, erişmek, ulaşmak.
Vezir ve İhtiyar
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
SAF KIZ Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; pireler berber iken develer tellal iken bir adamın üç tane kızı varmış. Kızların biri çok safmış. İkisi örgü örermiş. Onları çarşıya ip almaya yollarlarmış. Kızlar ip alırmış, saf kız da tüm parasıyla çarşıdan tavuk, horoz alırmış. Ablaları bu saf kızın evi tavuk ve horoz ile doldurmasından bıkmışlar. Annesi evden gidince saf kızı bir kuyuya atmışlar. Tavukları horozları da arkasından atmışlar. Annesi eve gelmiş, aramış taramış saf kızı bulamamış. Köyde tellallara haber etmiş, her yere haber salınmış, herkes saf kızı aramaya başlamış ama hiç kimse bulamamış. Saf kız kuyunun içinde bir çubuk bulmuş. Yeri deşe deşe bir kapı bulmuş. O kapıdan tavukları çıkarıp kaçmışlar birlikte. Önlerine koskocaman bir bahçe çıkmış. O bahçede bir de devin bahçesiymiş. İçinde bir sürü ağaç, bir sürü meyve varmış. Sonra dev, kızla karşılaşmış. Kıza kim olduğunu nereden geldiğini sormuş. Kız bütün olanları anlatmış. Dev kızın haline acımış, onu alıp evine götürmüş. Yedirmiş, içirmiş. Bu kız artık devin kızı olmuş. Kız evde yemek yapar, temizlik yaparmış. Bir gün pencereye bir kuş gelmiş. Kuş demiş ki: —Kız! Dev baba seni besler, besler bir gün de yutar ha! Demiş. Kız kuşun ettiği sözlere çok üzülmüş. Akşam dev gelmiş, kızın o halini görünce sormuş: — Neyin var kız? Saf kız korkmuş, hiçbir şey söyleyememiş. Ertesi gün kuş yine gelmiş: —Kız! Hanım kız, canım kız, dev baba seni besler besler de bir gün yutar ha! Demiş. Bu kuş birkaç gün üst üste yine gelmiş. Aynı kelimeleri yine etmiş. Kız artık üzüntüden yemekten içmekten kesilmiş. Dev sürekli kıza ne olduğunu sorar, kız hiçbir şey söylemezmiş. Dev artık sinirlenmiş ve sormuş: —Neyin var senin kız, anlatsana!  Kız dayanamamış anlatmış deve kuşun dediklerini. Dev gülmüş: —Korkma, inanma ben seni yer miyim hiç? Sen o kuşa de ki ’Canım kuş, güzel kuş, dev babam beni besler besler de bir gün ağa oğluna satar ha ‘de demiş. Kız: —Tamam demiş. Ertesi gün kuş yine gelmiş demiş ki: —Hanım kız, canım kız, bak beni dinle dev baban seni besleyip besleyip bir gün de yutacak ha demiş. Kız da devin söylediklerini kuşa demiş. Kuş sevinçle uçmuş ağa oğluna bu müjdeli haberi vermiş. Meğerki bu kuşu ağa oğlu, kız o evden kaçsın da ben alayım niyetiyle o kuşu oraya yollarmış. Kuş bu haberi verince ağa oğlu gelip kızı istemiş, dev de kızı vermiş. Evlenmişler. 40 gün 40 gece düğün yapmışlar. İki çocukları olmuş. Bir gün bu saf kız ağa oğluna kötü bir kelime kullanmış. Ağa oğlu çok sinirlenmiş. Kızı zindana attırmış. Kıza demiş ki: —Seni istemiyorum artık ben. Çin güzellerine gidiyorum. Oradan bir Çinli bulup onu seveceğim demiş. Kız da: —Git demiş. Kız, oğlan gidince ”Aç gözünü, yum gözünü. Şip şak” demiş, Çin’e gidivermiş. Kız oğlanı orada bulup kendini sevdirmiş. 40 gün 40 gece düğün yapıp evlenmişler. Bu kız ağa oğluna o kötü kelimeyi etmiş. Oğlan da kızı terk etmiş. Kendi evine gelip kıza demiş ki: —Ben bu sefer de Tarçın köyüne gidip oradan bir güzel seveceğim demiş. Kız: —Git demiş. Saf kız yine “Aç gözünü yum gözünü şip şak” demiş, Tarçın ellerine gitmiş. Ağa oğlunu orada da bulup kendine âşık etmiş, evlenmişler. Bir çocukları olmuş. Kıza evler yaptırmış. Bu kız günlerden bir gün yine o kötü kelimeyi kullanmış. Ağa oğlu şaşırmış: —Neden tüm kadınlar bu kelimeyi kullanıyor? Herhalde kadınlara has bir kelime bu demiş. Bir gün zindana, saf kızın yanına gitmiş. Bakmış ki saf kız çok güzelleşmiş. Ağa oğlu ona içten içe tekrar âşık olmuş. Sonra bu kıza: —Neden tüm kadınlar bu kötü kelimeyi bana kullanıyor diye kıza sormuş. Saf kız demiş ki: —Çin ellerine gittin evlendin, o kız bendim. Tarçın ellerine gittin, evlendiğin o kız yine bendim.  Ağa oğlu çok şaşırmış kız demiş ki: —Hangi ele gittiysen sen yine beni sevdin yine bana tutuldun, inkâr etme sakın! Sen beni çok seviyorsun. Ağa oğlu gerçeğin farkına varmış. Kızı zindandan çıkarmış. Mutlu bir yuva kurmuşlar. İkisi de muradına ermiş.  
Saf Kız
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Evvel zamanda bir memleket varmış. Bu memlekette her kim cuma namazını kılmazsa padişah tarafından üç sual sorulduktan sonra asılırmış. Üç sualdeki isteklerini padişah kabul etmeye mecburmuş. Şehirde bir cami varmış, caminin yanında bir yorgancı dükkânı varmış. O gün de cumaymış. Halk abdest almış, camiye girmiş. Yorgancı “Ha bir tokmak fazla vurayım.” derken namaz geçmiş, hemen yorgancıyı tutmuşlar. — İstediklerini söyle, asılacaksın, demişler. O da: — Ben padişahın atını istiyorum, demiş. Onlar da: — Ulan sen yarın asılacaksın. Atı ne yapacaksın? Yorgancı da: — Bir günün beyliği de beyliktir. Biner gezerim, demiş. — De* al git. Sabahtan gene gel, demişler. Yorgancı atı almış gitmiş ve sabahtan gene gelmiş. — Ee, iki isteğin daha var. İste bakalım. — İsteyeceğim bu ki, padişahın kızını istiyorum. — Ulan bir günün kaldı. Padişahın kızını ne yapacaksın? — Bir günün ömrü de ömürdür. Bir gün olsun yaşarım. Padişahın kızını da almış gitmiş ama sabahleyin bir dileği daha varmış, ondan sonra asılacakmış. Sabah olmuş, artık ahir günü olduğu için düşünmeye başlamış. Karısı olan padişah kızı sormuş: — Niye düşünüyorsun? — Nasıl düşünmeyeyim, bugün beni asacaklar. Karısı: — Onun kolayı var. Ben seni kurtarırım. Yorgancı: — Nasıl kurtaracaksın? — Şimdi sen git, o dükkândaki yorgan tokmağını al. “Dileğini söyle.” dedikleri gibi “Bu tokmakla bir kere padişahın, bir kere imamın başına vuracağım. Ondan sonra beni asın.” dersin. Yorgancı oradan kalkmış gitmiş. Padişahın huzuruna çıkmış: — Ee, söyle bakalım yorgancı. Bugün artık son. — Söyleyeceğim bu ki, bu tokmakla bir padişahın başına, bir imamın başına vuracağım. Bundan sonra beni asın, demiş. Bu sefer padişah bakmış ki iş kötü olacak, demiş ki: — İmam efendi yahu, ben bu adamı senin arkanda namaz kılarken gördüm sanıyorum. İmam da: — He padişahım he. Ben de secdeye giderken birisi cübbeme takıldı, baktım buydu, demiş. Hemen yorgancıyı beraat ettirmişler. O da gitmiş padişahın kızıyla ve atıyla ömrünün sonuna kadar yaşamış. Gökten düştü üç elma; biri benim, biri söyleyenin, biri de dinletenin.     * de: işte.
Yorgancı ve Padişah
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde Allah’ın hayrı hem sizin hem de bizim ölülerimizin üstüne olsun. Bir adam kalkmış yürümüş. Allah’ın izniyle gitmiş uzunca bir yol gitmiş. Bir kuyunun yanına gitmiş. Kuyuya eğilmiş ki suya baksın, kuyunun içine düşmüş. Kuyunun içinde bir geçit varmış merak etmiş,  geçide doğru gitmiş. Bir de karşısında ne görsün, yılanların şahı Şahmaran. Belden yukarısı insan, belden aşağısı yılanmış. Yılan doğrulmuş: — Ey insanoğlu buralarda ne ararsın, diye sormuş. Adam da: — Vallahi ben kuyudan düştüm, demiş. Allah aşkı için bu yılanlar bana doğru geliyorlar bana yardım et. Ben yılandan çok korkarım, demiş. Yılanların şahı emir verir yılanlar durur. Bu yılanların şahıdır. Yılanlar onu dinlermiş. Aradan epey zaman geçmiş. İki üç gün sonra adam oradan çıkmak istemiş, yılanların şahı buna izin vermemiş. Bu adamın gidip onların yerini insanlara anlatacağından korkuyormuş. Sonra yılanların şahı adama demiş ki: — Git ama beni gördüğünü söyleme. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Onlara güvenilmez. Adamı bırakmış. Adam kimseye söylemeyeceğini söylemiş. Adam kuyudan çıkıp gitmiş. Yine epey zaman aradan geçmiş. O zamanın padişahı hasta olmuş. Hekim doktora gitmiş. Hekim doktor: — Vallahi de sana çare yoktur, sen öleceksin. Senin şifan yılanların şahının üstündedir. Yılan şahını gören onu getirip kesecek bir bardak sütünü sana verecek, ancak öyle iyileşeceksin. Yoksa çaren yok öleceksin, demiş. Padişah emir etmiş. Bütün civar köyleri toplamış. Çok ararlar, en sonunda yılanların şahını gören adamı bulurlar, adamı yakalarlar. Alır götürürler. Yılan şahını gördüğü için adamın vücudunun belli yerleri benek benek olmuştur. Padişah: — Derler ki sen yılan şahı Şahmaran’ı görmüşsün. Onun yerini bize söyle. Der ki: — Padişahım ben yılanların şahını görmedim. Padişah: — Yok görmüşsün, onun yerini bize söyle. Onu bana getirmezsen seni asarım. Sana üç gün mühlet. Adam kalkar ağlar yola düşer. Gider yine o kuyunun başına. Kuyudan aşağı atlar.  Gider bakar yılanların şahı uyuyormuş. Adam onu sandığın içine koyup kapatır ve kitler. Sandığı alır götürür. Padişahın yanına götürür. Nasıl indirir indirmez Yılan Şahı: — İnsanoğlu ben sana demedim mi? İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. İnsanoğlu hilebazdır. Her kime iyilik etmişsen ondan koru kendini. Ben sana iyilik ettim. Sen bana ne yaptın. demiş. Yılanlar Şahı Şahmaran’ı keserler, sütünü padişaha verirler. Padişah iyileşir. Yılanlar da kendi şahlarını ararlar ama bulamazlar. Bir gün yılanların hepsinin her yere dağılacağını ve insanları öldürecekleri söylenmektedir. Allah bizi korusun yılanların haberi şahının ölümünden olmasın.
Şahmaran
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Eski zamanlarda bir köyün çobanı varmış, bu çobanın adı Ali imiş. Çoban uzun zamandır o köyde çobanlık ediyormuş. Ali sürekli hayvanlarla ilgileniyormuş, başka bir şey bilmiyormuş. Ali her gün öğle vakti olunca sürüyü sağma yerine getirir,  köylüler de hayvanlarını sağarlarmış. Köyde sürüye hayvanlarını katan bir tane de Cadı Naciye varmış. Cadı Naciye ne zaman keçilerini sağmaya gelse, bir de bakıyormuş ki keçilerinden biri sağılmış. Birkaç gün böyle devam etmiş, en sonunda Cadı Naciye dayanamamış, gelip çobanın karısına durumu anlatmış: — Komşu, ben kaç gündür bakıyorum keçilerimden biri sağılmış,  eşine söyle etmesin eylemesin bize acısın, benim keçimi sağmasın. demiş. Kadın gelmiş Cadı Naciye’nin söylediklerini iletmiş, adam: — Ben sağmadım, demiş. Aradan bir hayli zaman geçmiş. Naciye yine çobanın karısının yanına gelmiş, siteme başlamış: — Komşu benim keçim hala sağılıyor, inanmıyorsan gel de kendi gözlerinle gör. demiş. Çobanın karısı gelmiş bakmış ki keçi sağılmış. Gidip eşine: — Ali, Allah’tan kork, sen niye Naciye’nin keçisini sağıyorsun, demiş. Çoban da demiş ki: — Kadın ben on beş yıldır çobanım, kimsenin keçisine el uzatmadım. Olay orada kapanmış. Ertesi gün olmuş. Çoban Ali sürüyü sağma yerine götürmüş. Hayvanları olanlar da yavaş yavaş sağma yerine gelmişler. Ali de o gün keçiyi takip etmeye karar vermiş. Sürüye göz gezdirirken bir de bakmış ki Cadı Naciye’nin keçisi sürüden ayrılıyor. Hemen takibe başlamış. Epeyi takip ettikten sonra durmuş. Bir de bakmış ki bir ağacın altında küçük bir kurt yavrusuna süt veriyormuş. Çoban Ali bu duruma şaşırmış, keçinin yanına gitmiş. Keçi konuşmaya başlamış. Bir zamanlar güzel bir kız olduğunu ama Cadı Naciye tarafından keçiye dönüştürüldüğünü bir de yavrusu olduğunu ve onu da kurda dönüştürdüğünü söyler. Çoban Ali bu durum karşısında ne yapacağını bilmez. Çoban Ali günler geçmiş bir ağacın altında uzun uzun düşünmeye başlamış. Keçiye nasıl yardım edeceğini düşünmüş. Tam o sırada keçi gelmiş, durduğu ağacın altında bir torba dolusu altın olduğunu, eğer yardım ederse onun olacağını söylemiş. Keçi ile Çoban Ali plan yapmaya başlamışlar. Bu arada cadı kadın Naciye hiç boşta durur mu? Hemen altınları duyar duymaz gece yarısı ağacın altındaki torbayı almış kaçmış. Ertesi gün Çoban Ali’nin evine gelmiş, ona keçisini vereceğini söylemiş. Çoban Ali şaşırmış. Ancak, Cadı Naciye keçinin sütünü kesmiş. Keçi ağlamaktan ölmüş. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Çoban Ali, keçinin söylediği ağacın oraya gelmiş.  Ağacı kazmış ancak ağacın etrafında hiç altın yokmuş. Allah’a yardım etmesi için dua okumuş. Allah tarafından ağaç dillenmiş ve Cadı Naciye’nin altınları aldığını söylemiş. Bu arada Cadı Naciye altın torbasını açmış, bir de ne görsün torba dolu yılan. Hemen torbanın ağzını kapatmış. Çoban Ali’nin evine gitmiş, bacasından aşağı torbayı salıvermiş. Bir gürültü duyan Çoban Ali, bacaya doğru gitmiş bakmış ki bir torba içini açmış. Altınları görünce Allah’a şükretmeye başlamış. Cadı Naciye, Allah tarafından cezalandırılıp keçiye dönüşmüş. Bu duruma şaşıran köylüye Çoban Ali her şeyi anlatmış. Çoban Ali, köylüye altınların bir kısmını dağıtmış. Keçi de süt vermez olmuş. Çoban Ali karısına: — Bak hanım hak yersen haksız olursun. Çoban Ali, yine eski günlerdeki gibi mutlu, huzurlu çobanlık yapmış.
Çoban Ali
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir köyde zengin bir adam varmış. Bu adamın bir de kızı varmış. Bu kız çok güzelmiş. Kızın isteyenleri varmış ancak kız kimseyi beğenmiyormuş. Babası kızını zengin biriyle evlendirmek istiyormuş. Kızına: — Kızım baht mı istersin yoksa taht mı? Eğer taht istiyorsan seni zengin birine vereyim. Kızı da: — Baba en baht istiyorum, demiş. Adam da tamam demiş. Kim geliyorsa vermemiş. Adam da kızını evlendirmekten vazgeçmiş. Birkaç zaman sonra zengin adam bir gün dolaşırken bir bahçede erik ağacının altına uzanmış bir adam görmüş. Adam erik ağacına bakıyormuş ve hadi düş düş diyormuş. Zengin adam bakmış, tam da bu benim kızımın istediği gibi demiş ve eve gitmiş. — Kızım ben sana layık birini buldum, seni ona vereceğim. Adamlarıma söyleyeceğim seni o adamın kapısına bıraksınlar. Bundan sonra ne sen beni gör ne de ben seni göreyim. Kız da tamam demiş. Kız eve gitmiş. Evde kimse yokmuş. Ev çok pismiş, başlamış evi temizlemeye. İş bittikten sonra bahçeye gitmiş. Bakmış ki adam ağacın altında açlıktan ölecek. Kız gitmiş bir tane ıslak sopa bulmuş getirmiş. Adamın ayağına vurmaya başlamış. Adam doğrulmuş. Sonra bir tane daha vurmuş. Adamın üzerine oturmuş. Demiş ki: — Sen neden böyle yapıyorsun? O meyve gelip kendi kendine ağzına düşer mi? Kalk çalış, kazan sen de ye ben de. Adamı kaldırmış adam kalkmış ve bahçedeki işleri yapmış. Tam da kızın istediği gibi biri olmuş. Sonra evlenmişler, üç tane çocukları olmuş. Zengin olmuşlar. Kocası gelip babasının evinin önünde bir gecede bir ev inşa etmiş. Babası sabah kalktığında bakıyor ki bir ev yapılmış. Evin kime ait olduğunu merak etmiş, bir gecede evinin karşısına ev yapılamaz. Adam evi yapanların kim olduğunu merak etmiş, o yüzden onlara misafir olmak istemiş. Sonra onlara gitmiş. Damadını görünce tanımış ve inanamamış. Demiş ki: — Ben kızımı buna mı verdim. Adam nasıl bu kadar zengin oldu. Demek ki benim kızım akıllı çıktı. Sonra çocuklar ve kızı çıkıyor. Adam şaşırıyor, diyor ki: — Kızım ben seni tahta vermedim bahta verdim. Sen haklı çıktın, benden üstün oldun. Kız da demiş ki: — Malı akıl yer, mal akıllı yemez. Ben onu iki sopayla bu hale getirdim. Sen beni zengine verseydin mutlu olamazdım. Ama bak şimdi ne kadar mutluyum. Yuvayı yapan dişi kuştur.
Babası ve Kızı
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Yedi tane kardaş varmiş. Bu yedi kardaşın da bi tek bacisi varmiş. Baci de henüz bekardur. Eskiden bulguri değirmanda, el değirmanında çekerdiler. Bu baci gider komşilere, kızlar hepi toplanmişler, bulguri çekerler. Gülerler, söylerler, keyf ederler. Bir tanesi birezim koku aler, ortalığı karıştırer. Ne oldi, ne olmadi? — Valla osuruğ kokusi geler, der. Koku gelerse o der: — Benim kardaşım başu için ben etmedim. Hepi kardaşuna yemin ederler. Hepi babasına, kardaşuna yemin edilerse bu baci de der: — Benim hiç kimsem yoktur, bir tek buzağum var. Ben de onun başı hak içün yemin edim ki ben etmemişem. Oradaki kızlar da: — Allah seni ala, derler. Başına vurerler. — Kız senin ne buzağın, senin yedi tene kardaştır bizim bir tene. Ya yedi tenese niye yokturlar ya, derler. Baci de der: — Onlar avciler. Gitmişler dağlarda ev yapmişler, otureler şimdi onde avcidirler. Nasıl edem oraya gidem? Ordaki biri baciye: — Falan falan adam seni götürsün, kardaşlaran teslim etsin, der. Alerler, baciyi götüreler, kardaşlarının yanine giderler. Kardaşı ava gider. Der: — Bacım sen geldin, diye keyf ederler. Sen bize yemek yap, biz de dağa ava gidağ. Baci yemeği yapar. Keklük çoktur. Her gün keklük geler, keklüğü pişirer. Bakar ki bi gün ataşi sönmiş. Akşamdur, kardaşlaru gelse kızacekler. — Ya ben bu ataşı nerden alam? Gidam o eve, der. Baci elinde örgi işler. Örgiyi eline almiş, katığına da bele bi top poşetten gider. Top kapısının öğünde düşer, daha baci şaşurmiş. Örgiyi öre öre gider, top da uzaner gider. Karşıki eve gider, kapiyi döger. Baker ki yedi tene kız oturmiş ağacın öginde. Ocakta ataş gumur gumur yaner, kazan üstünde. Büyük bi kazan komişler, hedik haşlerler. Yedi kızdan biri: — Sen istin, sen cistin, sen buraya neye geldin, der. Baci de: — Valla benim ataşım sönmişti, kardaşlarum akşame gelürler beni dögerler, baan ataş vericaksız, der. Kalkerler ataşı vererler, ataşı bi tenekeye koyerler, baci aler gider. Yolda gider, o ip de kaldi onların kapisinin öğünde. Baci gider gider, dev uykusundan kalker ki, ne kalka? — Bi adam gelmiş bu eve. İnsanoğlu kokusu geler kızım, der. Kızı: — İnsanoğlu, kim buraye bizim eve girişebilir, der. Valla baba kimse gelmemiş, derler yemin ederler. Heee, dev aldırmer çıker kapıye. O düşen ipi aler sora sora o bacinin evine gider. Bacinin evi de çok uzaktur. Gider kapıyi döger. Der: — Kapıyi aç. Baci de: — Ben açmicam, der. — Niye açmersen? — Valla açmicam. Benim kardaşlarum gelürler seni öldürürler. Ben seni içeri aldimse beni de öldürürler. — O zaman barmağın uzat, barmağın emem, der. Kız barmağıni uzader, dev barmağı emer sonra çeker gider. Çeker giderse, akşamdan kardaşları eve geldiginde bir gün deel, iki gün deel, üç gün deel baci git gide zayifledi. Kardaşlari gelerler bacilerine derler ki: — Baci sen niye öyle değiştin, çok zayifledin, keyfin yok. Bir şey var sende. Baci de: — Yoktur, der. O küçük kardaş: — Ben bekliyem, der. Evin içinde keklük tüvi çoktur. Küçük kardaş gider o keklük tüvlerinin içüne saklaner. Kim gelse belli olur. Dev geler. Der: —Barmağın uzat, emem. Kardeş der: — Hah bacım ben yakaladım. Sen söyle ki barmağım kısalmiş, o başini biraz çıkartsın. Dev nasıl başini çıkarder, kapılarda da zornağ* var, o zornağı çeker, der: — Elle biraz kapiyi arala, o başini çıkartsın ben başıni vuracam. Nasıl başine vurer, dev bi yani başi bi yani düşer. Ondan sonra baciyle yedi kardaşı gider, o yedi kızı da getireler, kardaşlara nikahleler. Orede de otlar varmiş. Bu yedi kız, kardaşların bacisine düşman oler. — Bizim babamızı vuran bunlardır, derler. Gelinler, baciye düşman oler, kızı alerler giderler. Çayirde yedi tane at vardır, çayirde otlerler. O yedi tene atın bacağı getirürler kızın bacağina bağlerler. Bi tane atı susuz, bi taneyi de aç koyerler. Otu koyer susuzun öğüne, suyu da koyer açın öğüne. Atlar gendi gendini çekerler kızı orda parçaleler. Masalımız da bunde bitti, bizde yalan Allah’tan gelen. Yalançi bi şey, biz bunlare inanmeruğ. *zornağ: tokmak.
Yedi Kardeşin Bacısı ile Dev
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
           İki tene elti varmiş. Eltilerden biri fena, biri iyidir. Ne gelerse iyiye geler. İyi olan elti bi gün düşer, öler. O eltinin de Fatma adında bir kızi varmiş. Fatma kalmiş emi karisinin elinde. Emi karisi oğlune, kızıne hoş yemek pişirer, buna da lapa çapa verer. Tabi gendi çocuklari gelişmer, bu öksüz Fatma gelişer, büyer. Bi kari geler Fatma’yı ister. Kına akşamini yaperler, düğün yaperler. Köylerde bele bahçede, avlude, melekte yaperlerdi. Neyse millet toplanmış, düğün yaperler. Ana gider, köyün içinde milleti topler. O gittise milleti toplamağe, hema oğlan horoz, der. Yengesi kızi duvaktan almiş, üstünü başini kendi kızına giydirmiş, Fatma’yu da tandure koymiş. Kaynının kızi gelinoliceğ diye kıskaner. Kızi tandure koyer sonra köyün içine gider, olanları bilmer. Bu kızın kardeşi de Ali’dir, Alik derler. Alik da der:       — Fate baci tandurda, Ayşe baci hamılda.          Böyle bi kaç kere söyler. Biri de der:       — Kız siz niye dinlemersiz, horoz ne der.         Dinleler ki hema yengeler giderler o kızi çıkardeler, üstünü ondan alerler, onu döğeler.        — Bizim gelinimizi bu bele etmiş, diye tandırın içine sökerler.        — Valla kari geler, düğün sabahtan gider. Daha ses yoktur, toplandiler, gittiler. Giderse kari gider tandıri açer:        — Di çık ha, ele hah geldi seni sevdi, istedi, seni götüreler he, der. Ele bi şeyler sayer kıza. Kız der:        — Ana ana benam ben, senden sonra oni çıkarttiler, beni koydiler buraya.       Ondan sonra o ana kızı aler gider, bi dubareler* düşüner, yine de o kızi evde kaler. Bu Fatma evlandıktan, düğün olduktan sonra bi kuş geler, der:        — Vic vic vic, baan biraz yemek verin aa, bu zerabeti ne için size dorğamişler de yersiz.          Kız der:        — Ne için?        Kuş der:       — Allah size akıl vere, haberiz yoğ, odur sizi götüreler buğdanın altınde, üstünde keseler. Alik’i üste, Fatma’yi de altta keseler ki buğdaylari bite. Kari ziyarete gider, herifine anlader. Der:        — Herif, get ziyaretten sor, bu bizim buğday niye olmamiş. Kocasi gider, sorer. O da gizli gizli getmiş, ziyaretin dibine girmiş, yalan ater. Der:          — Valla kardeşin kıziniden oğlani kes ki buğday gögere.         Mademki eledürse:         — Tamam, der.        Bunlar geldülerse eve, oğlaneden kıze zerebet* yedüreler. İki üç gün bir şey yedüreler, yemek vereler. Kuş nasıl söylerse, derler:         —Ya nasıl edağ?         Kuş da der ki:         — Nasıl edasın, sen kalk Alik’in teligini* al kaç, sen kaç bu da arkasine düşsün gidin. Ele çöle düşün gidin, nere kadar gettiz. Yoksa sizi keserler.         Bunlar de kalkerler, düşerler çöle giderler. Kuş der:          — O zerebeti, eti size onun için yedürerlerdi ki sizi keseler.        — E dedim bu nasıl emidir ya? Böyle amce olur? Kariler tez kandurer erkekleri. Ondan sonra bu oğlanla kız kaçer emiden, yengeden kurtuler. Masalımız da bunde biter. *dubareler: Bir kimseye hile yapmak, dolandırmak. *zerebet: sırın yemeği. (Sacda pişirilmiş yufka rulo şeklinde sarılıp dilimlenir. Üzerine sarımsaklı yoğurt ve tereyağı dağlanır.) *teligini: terliğini.
Alikten Fatik
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
        Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir gün bir padişah bir köye gider, bir evin kapısını çalar. Karşısına bir hamile kadın çıkar.            Padişah kadına:        — Beni içeri al, der.        Kadına ben padişahım demez, gariban bir kılıkla köye gitmiştir. Kadın da içeriye almaz. Der:         — Ben şimdi seni içeriye alsam köylü laf eder, benim kocam ölmüş, ama istersen dama yatak sereyim damda yat.        Adam da kabul etmiş, damda yatmış. Adam damda otururken gece yarısı bacadan bir adamın içeri girdiğini görür. Ondan sonra padişah küplere biner.         — Kadın beni içeri almadı da niye o adamı içeri aldı, der.          Padişah orda bekler. Belli bir saat sonra içeri giren adam tekrar bacadan yukarı çıkar. Padişah da adamı yakalar.         — Sen nasıl içeri girdin, ben senden önce geldim kadın beni içeri almadı, seni nasıl içeri aldı, der. Adam da yalvarır:          —Beni bırak gideyim, der.        Padişah:        — Kesinlikle bırakmam, sen niye içeri girdin, demiş.        Adam da:        — Kadın doğum yaptı, ben geldim bebeğin alın yazısını attım, demiş. İçeri giden adam, Allah tarafından gönderilen bir melekmiş. Padişah merak eder:         — O zaman söyle bakayım, bu bebeğin alın yazısı nedir?         Adam (melek):            — İşte bu çocuk yirmi beş yaşına geldi mi onu kurt yer, demiş. Padişah orda üzülür, adamı (meleği) bırakır. Melek kaybolur. Padişah sabah gider, kapıyı çalar, girer kadının yanına. Kadın, bebeği ile beraberdir. Padişah der ki:          — Ben falan ülkenin padişahıyım, eğer kimsen yoksa seni ve bebeğini alayım, sen gel kızım ol, bebeğin de torunum olsun.            Bebeği ile kadını alır, ülkesine götürür, ama çocuğun yanında her zaman korumalar vardır. Orada çocuğu korur. Çocuk büyür, genç delikanlı olur. Bir gün gelir, çocuğu evlendiriyorlar. Padişah korumalara der ki:          — Damadı alın, gemiye bindirin, denizin ortasında bekleyin. Olmaya kurt gele, çocuğu yer. Korumalar da:          — Tamam, der.           Çocuğu götürürler, denizin ortasında bekletirler. Giderler gelin tarafına, gelini getirirler. Akşam padişah çağırır:           — Damadı alın, getirin, der.           — Damadı alıp getiriyorlar, damadı içeri koyuyorlar. Kapının arkasında yine korumalar bekler. Herhangi bir şey olmasın, kurt gelmesin diye korumalar bekler orda. Sabah padişah gider, kapıyı çalar. Gelin çıkar ki gelinliği, üstü başı hep kan. Padişah korkar, geline:            — Ne oldu? Diye sorar. Gelin de:           — Ben kurt oldum, çocuğu yedim, der.             Bunu Allah emrettiği için çocuğun sonu budur. Padişah üzülür, ama yapacak bir şey yoktur. Ben ne yaptıysam da çocuğu kurtaramadım, der. Alın yazısına engel olunamayacağını anlar.
Alınyazısı ve Padişahın Çabası
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zamanda Kalbur samanda Bir varmış, bir yokmuş, bir çoban varmış. Bu, memleketinde geçinememiş, para kazanmak için dışarı memleketlere gitmiş. Üç beş sene zarfında dört beş kırmızı lira kazanmış. Memleketine dönerken bir ağaya çatmış. Çobana demiş ki: — Üç seneliğine üç kırmızı lira versem benim yanımda durur musun? O da: — Dururum, demiş. Nihayet üç sene sonra “Ben gideceğim.” demiş ve dışarıda kazandığı üç dört kırmızı lirayı da ağaya bırakmış. — Şu paralarımı ver, ben memleketime gideceğim, demiş. Ağaya bırakmış olduğu kırmızı lirayı buna haber vermeden bir *bileki yapmış, kırmızı lirayı ekmeğin içine gömmüş. Çoban ağaya demiş: — Paramı ver, ben gideyim, demiş. Ağa da siktir etmiş bunu, para mara bir şey vermemiş. Nihayette tersine kapısına kadar gitmiş. Tekrar geri dönmüş. — Etme ağa, senin vereceğin kırmızı senin olsun, benim kazandığım üç dört kırmızıyı ver gideyim, demiş. Bir tokat vurmuş, “Düşünmeden taşınmadan iş yapma!” demiş ve eline bir kırmızı vermiş, “Siktir ol git!” demiş. Çoban tekrar geri dönmüş: — Şu geri kalan paramı ver. Tekrar “Doğru yoldan sapma” demiş bir tokat daha vurmuş, siktir etmiş. Tekrar çoban geri dönmüş — Geri paramı etme ver ağa, demiş. — Üzerine elzem olmayan işe karışma, demiş. Nihayette parasını vermiş, bileki ekmeğini de vermiş: — Hadi git memleketine, demiş. Yola çıkmış. Çoban giderken bir eğri yola çatmış. — Bana doğru yoldan ayrılma [dedi] ama ben bu yola gideceğim, demiş. Giderken yolda insan kellesinden yapılmış koca bir saray… Önünde, iskemle üzerinde babayiğit bir adam oturmuş kahve içiyormuş. Bu çobanın yüreğine korku gelmiş. Selam vermiş, o babayiğit de “Aleykümselam.” demiş. O babayiğit, çobanı alıp yanına ayrı bir saray gezdirmiş. Bir oda açmış, memesinden asılmış bir kadın… Bu çoban bunu sormamış “Niçin astın?” diye. O babayiğit, çobana demiş ki: — Niye sormadın bunu, demiş. Çoban da demiş ki: — Üzerime elzem olmayan işe karışmam, demiş. Oradan bunu kesmemiş babayiğit, evine gelmiş. Ailesi bir delikanlı adamla oynuyormuş, tüfek aramış vurmak için. Düşünmeden taşınmadan iş yapmadığı için karısını çağırmış, peşindeki de oğluymuş. Tekrar yiyip, içip muradına geçmiş.     * bileki: mısır ekmeği pişirmek için kullanılan içi oyuk taş.
Çoban ve Ağa
Ordu
Karadeniz Bölgesi
[Üç Turunç] Eveli bi oğlan varmış. Kar yağmış her taraf süt gibi karmış. Bir Abdal gızı da kar için: -Hüsn-ü Yusuf’un bedeni gibi demiş. O kız Hüsn-ü Yusuf’a âşık olmuş. Ondan sonra kız hastalanıyor. Kıza babası doktor getiriyor. Doktor:  -Kızın hastalığı âşık hastalığıdır demiş.  Kız, Hüsn-ü Yusuf’a âşık olmuş. Kız kendi başına evinde söylenirmiş: -E napalım, bunu nişleyelim nerde bulunur bu?  Kızı tedavi etmek için bi yerler varmış ne dağı derlerse bi dağ. Bir kadını kızın ilacını bulmak için yolluyorlar. Üç turunç bulunup getirilecek. Kadına üç turuncu nasıl bulacağına dair bilgileri vermişler: -Felan dağda bir arı var. Üç turunca geldim ana diyeceksin vardığında. Hamur yuğuruyo olacak o kadın. Kız o ananın vereceği yiyecekten iyi olacakmış gayrı. Üç turuncu getirmeye giden kadın dağa varıyoru. Hamur vuran kadın dönmüş: -Ne o? demiş. -Üç turunca geldim ana demiş. Çıkarıp üç portakal veriyor. -Haydi, get bunu götür der. Geliverirkene gari dayanamaz birini gırar içinden bir dünya güzeli çıkar. Portakalın içinden çıkan kız çamura düşer ve ölür. Sonra bi daha gırar onu da öldürür. Üçüncüyü de gırınca geçtiği yerde gız sususzluk yaşar. Bu esnada bizim Abdal gızı ağacın başında otururmuş. Oradan geçen gadını merak eder ve ardına düşer. Abdal gızı ağaçtan inip suya gelir. Üç turuncun ikisini öldüren kadın son turunçtan çıkan kızın susuzluğunu gidermek için onu suya sokar. -Öldüm susuzluk, bayıldım susuzluk derken suyu içirir. Daldırır batırır onu diriltir. Suyu içince dirilen kız suya düşer. Portakalın içinden çıkmış güzellerin ikisi boşa gitmiş ölmüştür. Son kız da suya düşünce kadın korkar kaçar. O abdal gızı da suya gelir bi baksa orda suyun içinde şavkı var. Bakınca onu kendi zannediyor: -Ben böyle güzelsem neden bana abdal gızı diyolar diyerek elindeki gapları tokuşturuverir, gırar atıveririr.  Metel bu gayrı sudaki gız: -O şavkı senin değil benim der. Abdal gızı sudaki kızı kıskanır. Hüsn-ü Yusuf abdal gızından önce sudaki güzel kızı görmüş çok beğenmiştir. Sudaki kızın yerine geçmek isteyen abdal gızı bir oyun düşünür. Kızın boynuna sihirli iğne batırır. Kız bir kuş olur uçar. Abdal gızı sudan çıkmış gibi oğlanı karşılar. Oğlan da onu ağacın başına oturtur:  -Sen burda dur der ben sana bir araba dutayan elbise kestiren götüreyin evime der. Ondan sonra gayrı o abdal gızı gaplarını da almış onun şavkısını kendinin sanmış. Oğlan ağacın başındaki gızı indirmiş. Ağaçtan indirip eve götürmüş herhalde. O abdal gıza: - Senin benzin neye böle karardı sen o değil gibisin? -Ay Beyoğlu Beyoğlu, gecenin ayazı yeyen gündüzün ısıcağını yeyenin benzi kararmaz mı?   Oğlanı gandırıyomuş. Oğlan safmış. O çirkin gızı bindirir götürür. O güzel gız bi guş olur uçar onların bahçasına gonar. O guşu dutacaklarında pıradak uçuverimiş o gız. Ondan sonra ağaçları bi ziftleyelim ganadı batsın galsın derler. Bir gün kuş gelir yine: -Abdal gızıyla Beyoğlu olmaya, benim bastığım dallar kökünden kuruya dermiş. Dutuvereceklerinde pırıdak uçuverimiş. Bi gün yakalamışlar. Zifte batmış bacakları.  Getirirle gafese gatarlar. Bi o severimiş bi bu severimiş. Bu esnada hasta gıza tekrar doktor getirilir. Doktor gızın yakınlarına: -Bahçedeki guşu şu delikte keser de buna yedirirseniz ganını içirirseniz eyi olacak hastalığı demiş. Guşu keseceklerinde böle garıştırırkene çocuğun biri iğnesini bulunca: -Anaa der birisi, guşumuz da çok güzel amma boynunda bir iğne var!  İğneyi bi çekmişler gız o gız aynı gızmış. İğneyi çekince kuş gız olmuş. Oğlan soruyor, sualliyor anlayoru, dinleyoru. O güzel gıza böle böle der. Anladıyoru anladıyoru başında geçenleri… -O benidim şavkı. Bu gendinin sandı. Sen de geldin buna geydirdin getirdiğin elbiseyi getirdin köye.  O benim başıma bakarkane bir iğne baturdu burama ben de guş oldum uçtum. -Abdal gızı beni gandırdı aslında o benidim demiş. Abdal gızı suya geldi böle böle benim şavkı ora vurdu benim şavkı kendi sandı ama o bendim. Bana başına bi bakıveren bir aylık yoldan gelenin her şey olur başında dedi. Başına bakarkene gızın boynuna sihirli iğneyi batırır. O da bi guş olur uçar. İşte bahçaya gonar. Bahçada dutmuşlar guşu… Anladıyoru… metel işte… O Abdal gızını yollayıvermiş. Ununla evlenmiş. Şimdi keyfedip oturular… Mutlu olmuşlar. Muradına ermiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.        
Üç Turunç
Konya
İç Anadolu Bölgesi
Hilhili İle Tiltili Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, bir varmış bir yokmuş… Hilhili ile Tiltili isminde iki tane yarı saf, yarı akıllı bir evli çift varmış. Onların çocukları olmamış, yıllar sonra bir çocukları olmuş, kız çocuğu. Tabi günler gelmiş, geçmiş. Bu kız çocukları büyümüş, evlenme yaşına gelmiş. Bir talibi çıkmış, kızı vermişler. Evlendirmişler, yalnız köylerinden uzak bir köye gitmiş. Tabi bir hayli zaman geçince bu bizim Hilhili ile Tiltili de çocuklarını görmek istemişler, arzulamışlar gidelim demişler. Yalnız bir hediye almamız gerek. Ne alalım; düşünmüşler, bir türlü karara varamamışlar. Bir çift çizme almışlar. Çizmeyi almışlar yola düşmüşler. Tabi gitmişler, az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler. Kızın evine varmışlar. Kızın evinde akşam tabi ki, hoş beş. Anne baba geldi, hal hatır. Akşam olunca bir göz yerleri varmış. Onlar da çok fakirmiş. - Ne yapalım, anne yatacak yerimiz yok, kusura bakmayın nerde yatıracağım sizi. Annesi: - Kızım biz bu kümeste de yatarız. Bir kapalı yer olsun üşümeyelim. Tabi ki bunlar da tavuğun kümesine almışlar. Gece yatmışlar. Bizimkiler de saf olduğu için, tavuk kümesinde yatarken, bu tavuklar ister istemez gagalarıyla kaşınınca: - Eyvah demiş kadın, herif görüyor musun bizim kız hiç tavuklara banyo yaptırmamış, çok kirlenmişler, kaşınıyorlar, demiş. Adam: -Ne yapalım hanım, gel kızım da yok, bu gece bir kazan su kaynatalım bunların hepsini yıkayalım. Aralarında anlaşarak bir kazan su kaynatmışlar, tabi kız evde yatıyor durumdan haberdar değil. Bir kazan su kaynatmışlar, kaynar suyun içine tavukları, horozları, ördekleri hepsini sokmuş çıkartmışlar. Tabi ki o sıcak suda haşlanmışlar. Hepsi ölmüş. Adam karısına: - Bak hanım, banyo yaptırdık rahatladılar, ne güzel uyku çekiyorlar. Sabah olunca kız geliyor yumurta almaya, bakıyor tavuklar ölmüş. Gidip babasına soruyor: - Ne yaptınız baba siz bizim tavuklara, ne oldu bunlara? - Ya kızım hiç Allah’tan korkmadın mı, sen bunlara hiç banyo yaptırdın mı, hep kaşınıyorlardı biz de iyi bir banyo yaptırdık. Tabi damat sinirlenerek: - Hediyenizi de alın evimi terk edin. Kızmış bunları evden kovmuşlar. Nihayetinde çizmelerini almışlar, çizme ellerinde yolda giderken tarlada leylek görmüşler. O leyleğe bakmışlar: - Herif görüyor musun, hayvanın ayağında bir ayakkabısı bile yok, yalın ayak dolanıyor. - Ne yapalım gel çizmeyi buna verelim. Tabi çizmeyi leyleğe doğru götürünce leylek kaçmaya başlamış. - Niye böyle yapıyor acaba, bizden utanıyor mu demişler. Adam: - Gel biz bu çizmeyi atalım o gelir sonra giyer, demiş. O şekilde çizmeyi atmışlar tabi, saf oldukları için bunun farkına varmamışlar. Böylelikle kendi köylerine dönmüşler kalan yaşamlarını sürdürmüşler.
Hilhili ile Tiltili
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
[Mahmut Efendi] Var varalım, sür sürelim destursuz bağa girelim. Ahir zaman içinde, develer tellal iken koyunlar çoban iken bir padişah varmış. Kırk tane oğlu varmış. Bu padişah demiş ki, ben kırk tane kız bulamazsam oğullarımı evermem demiş. Bunlar ata binmişler, gitmişler artık, buradan farz et ki bir batı devletine. Batıya doğru giderken işte orda bulmuşlar bir tanesini. Bir padişah bulmuşlar, kırk kızı var. Kırk oğlu olan padişahın oğullarından birinin ismi de Mahmut Efendi’ymiş. O Mahmut Efendi’yi götürmemişler, Mahmut Efendi benim yerime vezirim gitsin demiş. Tabi padişahın oğlu ya, peki demişler veziri götürmüşler. Veziri götürünce padişah orda saymış, otuz dokuz tanesini sayınca demiş: — Eniştenin biri hani ya? — Eniştenin biri rahatsızdı gelmedi, beni yerine gönderdi diyor vezir. Oldu demişler. Neyse yola çıkmışlar. Vezir yola çıkmadan önce o Mahmut Efendi demiş ki: — Sakın ha sakın suyun başında yatmayasınız. O zamana kadar bunlar gitmiş tabi kızı istemişler. Padişah çocukları olunca kırk gün kırk gece davul çalmış, zurna çalmışlar. Orda oynamışlar. Gelinleri ata bindirmişler, o zamanlar at zamanı. Otuz dokuz oğluyla beraber çıkmış gelen padişah demiş ki: — Yav biz suyun başı olmazsa bu kadar kadın kız, bu kadar erkek abdestimiz suyumuz hepsi ne olacak? — Biz mecbur suyun başında oturacağız. Öyle mi öyle. Bunlar yatmışlar tabi gece bir bakmışlar ki sabah olmuş sıcak basmış orayı, bir canavar yüz altmış adamı sarmış ve demiş ki: — Mahmut Efendi’yi getirmezseniz sizi salmam, boşa üzülmeyin. Öyle mi öyle. Veziri göndermişler. Vezir gelmiş demiş ki: Mahmut Efendi mesele bundan ibaret bizi bırakmıyorlar. E ne yapacağız ya, evinize gitseniz dahi nefesimle çeker sizi yutarım. Vezir demiş ki: — Mahmut Efendi canavar seni istiyor. Mahmut Efendi: — Ben size demedim mi giderken suyun başında yatmayın, dedim mi demedim mi? Yatmayın diye size söyledim. Siz de gitmişsiniz suyun başında yatmışsınız. Ben gelmem demiş. Yalvarmış yakarmış gönlünü yapmışlar Mahmut Efendi’nin. Gitmişler canavara: — Mahmut efendiyi getirdik, demişler. — Getirdiniz mi? — Evet demişler. Canavar: — Hadi işiniz rast gelsin, demiş. Bırakmış gelinleri, kızları, artık onlar davulu zurnayı çalarak köye doğru geliyormuşlar. Herkes gelmiş, Bunlar demiş ki: — Hele beş altı gün de burada davul çalın, gelin oynasın, halk oynasın. Padişah: — Benim oğlum gelmedi, ben nasıl rahat edeyim. Mahmut Efendi gelmeyince ben davul çaldırmam demiş. Mahmut efendiyi getirmeye çalışmışlar, gitmişler canavara: — Mahmut Efendi'yi göndereceksin, diyorlar. Canavar: — Valla Mahmut Efendi’yi zor veririm. Ya Mahmut Efendi ya kırk gelin ya da kırk oğlan diyor. Onlar da: — Öyleyse Mahmut Efendi kalsın. O zaman iş bitiyor orada.
Mahmut Efendi
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Köyün birinde bir aile varmış. Bunlar mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış ancak hiç çocukları olmamış. Birkaç yıl sonra ilk çocukları olmuş ama doğum anında kadın ölmüş. Doğan çocuğa bakması için adam yeniden evlenmiş. Köylüler toplanıp ona bir eş bulmuşlar. Bu kadından da bir çocuğu olmuş. Üvey anne, ilk kadından olan çocuğu hiç istemiyor, beyine sürekli “bu çocuğu ya at gel ölsün ya da ben evden giderim” diyormuş. Adam düşünmüş, evladı olduğu için kıyamamış ama yapacak bir şey yokmuş. Adam da oduncuymuş, “ben bunu odun dağına bırakıp geleyim” demiş. Giderken “bu çocuğu orada kurt kuş yer, en azından başına bir kabak asayım, ses çıktığında çocuk hep uyanık kalır kendisini kurtarır” diye düşünmüş. Oğluyla dağa giderken çocuk yorulmuş:  “Baba ben uyuyacağım” demiş. Babası da “tamam sen uyu ben seni hiç uyandırmayacağım ama kabak tınladığında kalk” demiş. Çocuk uyuduğunda adam bırakıp uzaklaşmış. Aradan zaman geçince çocuk uyanmış. Kalkıp bakmış ki kimse yok, kabağı almış eline: “tın tın babacığım beni aldatan babacığım” diyerek köyün birisine gelmiş. Yaşlı bir teyzeyi görmüş: “teyze acaba babam buradan geçti mi, burası köyümüzün yolu mu?” Bunun üzerine kadın da bazı isteklerde bulunmuş: “benim isteklerimi yap, sana söyleyeyim” demiş. “Çeşmeden su getir” demiş. Çocuk sakin ve terbiyeli bir şekilde hemen isteğini yerine getirmiş. “Oğlum, baban atıyla buradan geçti, doğruca git başka hiçbir yola sapma” demiş. Oğlan yolda giderken bir aileye daha rastlamış: “teyze babamı gördün mü?” diye sormuş. Kadın “söylerim ama benim isteklerimi yapman lazım” demiş. Çocuk: “tamam neymiş senin isteğin?” diye sormuş, kadın da: “ortalığı toparla, bulaşıkları yıka, ekmeğimi hazırla” demiş, “tamam” diyerek onları da yapmış çocuk. Kadın da: “sen iyi bir çocuksun, giderken bir çay gelecek önüne, o çaydan iki sandık gelecek, sarı olanını al git, ötekini elleme” demiş.  Çocuk gelmiş çaya, iki sandık gelmiş. Sarıyı alıp çayın öbür tarafına geçerken bakmış ki evleri karşısında. Sevinmiş tabi. Eve gelince evin horozu ötmeye başlamış “üüürürü üüü altınlı (?) geliyor, üüürürü üüü ürürüüü altınlı (?) geliyor diye. Üvey anne koşarak çıkıp bakmış ki oğlan geliyor. Beyini çağırmış “koş oğlun geliyor” demiş. Bakmışlar ki sandık, sandığı açıp bakıyorlar ki içi altın dolu, kadın pek sevinmiş, “benim oğlumu götür o da getirsin bir sandık” demiş. Adam kabul etmiş. Çocuk öldürülmekten kurtulup evde kalmış. Aynı şekilde o çocuğu da ağacın dibine bırakmış babası. Çocuk uyanınca kabağı eline alıp, “tın tın gabacığım, beni aldatan babacığım” diyerek aynı aileye gelmiş, “teyze benim babamı gördün mü?” diye sormuş. Kadın, “oğlum isteklerimi var onları yaparsan söylerim” deyince çocuk “tamam söyle isteğini” demiş. “Çeşmeden su getireceksin” demiş kadın. Oğlan “ben su da getirmem bir iş de yapmam, sen babamı söyle” demiş. Kadın “baban geçti gitti buradan” demiş. Çocuk giderken diğer aileye gelip “teyze babamı gördün mü?” diye sormuş. Kadın “söylerim ama benim isteklerimi yapman lazım” demiş. Oğlan “söyle isteğini” demiş. Kadın da “evi, toparla, bulaşıkları yıka, şu işi yap” deyince oğlan “ben hiçbir iş yapmam, söylemek zorundasın” demiş. Kadın “tamam, söyleyeyim, giderken karşına bir çay gelecek, oradan biri yeşil biri sarı iki sandık gelecek, yeşili al geç” demiş. Oğlan yeşil sandığı alıp karşıya geçince evleri görünmüş. Oradan horoz ötmeye başlamış “üüürürü üüüüü yılanlı (?) geliyor üüürüü ürürüüü” diye. Çocuğun annesi koşarak gelip bakmış ki sandık, sevinmiş benim çocuğumda altın getirdi diye. Kadın sandığı bir açmış ki yılan, böcek dolu. Kadın beyini çağırmış “öbür çocuğumuz altın getirdi, bu yılan çıyan getirdi” demiş. O anda kendisinin o çocuğu yetiştiremediğini, eğitemediğini fark etmiş. Diğer çocuğu da kabullenmiş ve mutlu mesut şekilde yaşamışlar.
Tın Tın Babacım
Burdur
Akdeniz Bölgesi
        Köyün birinde bir çocuktan nohut varmış, ufacıkmış. Bir gün oluyor ki köyün anneleri babaları çifte gidiyorlar. Çifte gitmekte olsun diyor ki: —Oğullarım şu ekmeği hanginiz tarlaya götüreceksiniz? —Peki, diyor ben götürürüm. Peki, o zaman kadıncağız biraz hamur yoğuruyor, hemen ekmek açmaya başlıyor. Ekmek açmaya başlayınca onun da bir sürü nohuttan çocuğu varmış. Kadın ekmeği atıyor, öteki ben katıyor, öteki diyor, ben katıyor. Hiç ortada ekmek kalmıyor. Kadın elindeki oklavayı çekiyor, ona vuruyor, hepsini düşüre düşüre kalmakta olsun. Hemen kadıncağız ekmeği eyvah eyvah! Hiç çocuğum kalmadı diyor, bir tanesi kalsaydı da bu ekmeği babasına götürseydi. Çocuğun bir tanesi kapının arkasından diyor ki: —Anne ben buradayım. —Amaan kuzum, diyor. Neyse kadıncağız bir azık ediyor, ekmeği içine koyuyor, ekmeği çocuğa veriyor. Bu çocuk varıyor, babasının yanına babası çift sürüyor. Çığırıyor: —Baba, diyor. —Ne var kuzum? diyor. —Tarlanın ortasından mı gelem kıyısından mı kenarından mı geleyim? diyor. —Kuzum, kıyısından gel, diyor. Kıyısından ekmeği ısırıyor, baba diyor: —Ne var kuzum? Tarlanın ortasından mı geleyim, kıyısından mı, kenarından mı, geleyim? diyor. —Ortasından gel, diyor. Ekmeğin ortasını ısırıyor. Baba diyor: —Ne var? Tarlanın ortasından mı gelem, kıyısından mı geleyim, kenarından mı? diyor. —Kuzum kenarından gel, diyor. Ekmeğin kenarından ısırıyor. Isırmakla olsun varıyor, babasının yanına çıkınını koyuyor. Öküzleri alıyor, hemen: —Baba ver, ben süreyim. —Oğlum, al öküz pislerse diyor, kara öküzün pisinin altında kalırsın, diyor. —Yok baba, diyor. Ben sürerim bunun elinden mesesi alıyor, kalkıyor bunu sürmeye (…) Al öküz pisleyeveriyor, kara öküzün pisinin altında çocuk kalıyor. Eyvah! diyor mesesinin ucuyla pisliği deşiyor, çocuğu çıkarıyor. Hadi oğlum, seni eşeğe bindireyim de sür eve neyse bu çocuk kalkıyor, eşeğe biniyor, yola çıkıyor, eve gitmekte olsun hemen tutuyor, eşeğin kulağının içine giriyor, yoldan bir yolcu geçiyormuş, türkü söylemeye başlıyor. Bakıyorkine başıboş eşek, eşekten bir ses geliyor: —Nerdesin çık dışarı, diyor. Lan çocuk çık dışarı, diyor. Beni dövecen demi döversen babama derim, diyor. —Oğlum, seni dövmeycem çık, diyor. Çıkmam, diyor. Oğlum sen nerdesin hah aradı, bul gelin, bu çocuğu götürelim, bir yere eşeğini alalım, diyor. Hadi bakalım, eşeği al da seni bir (…) Neyse kalkıyor, bu çocuk uğraşıyor, bu adamla epey uğraşıyor. Hemen ileri veriyor, eşeğin üstüne sıçrayıveriyor. Anne diyor: —Vardın mı ne yaptın oğlum? diyor. —Vardım, babamın ekmeğini verdim. —Nasıl verdin? diyor. Bağırdım: Babacığım tarlanın kıyısından mı, ortasında mı, kenarından mı geleyim? dedim. O kıyısından gel dedi, diyor. Ekmeğin kıyısından yedim, diyor. Tekrar bağırdım, diyor. Babacığım tarlanın ortasından mı gelem, kıyısından mı geleyim, kenarından mı? diyor. Kuzum ortasından gel, diyor. Ekmeğin ortasından ısırdım, diyor. Tarlanın ortasından mı gelem, kıyısından mı geleyim, kenarından mı geleyim? diyor. Kuzum kenarından gel, diyor. Ekmeğin kenarından ısırdım, diyor. —Sonra ne yaptın oğlum? —Sonra çiftimizi sürdüm, geldim, diyor. Ben de bundan sonra ekmekler, yemekleri  götürcem, diyor. Masal burada bitiyor.  
Nohuttan Çocuk Masalı
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Bir zamanın birinde bir padişah varmış. Dünyada zürriyeti olmamış. Bu kahretmiş, “Memleketten çıkayım.” demiş. Yola giderken bir çeşme başında bir dervişe rast gelmiş. Selam vermiş dervişe, derviş de: — Aleykümselam şevketlim, demiş. Padişah da taaccüp etmiş: — Sen beni neden anladın? Derviş de: — Sen niye müteessir oluyorsun? Ben sana bir ilaç edersem senin iki tane oğlun olur. Birini bana verir misin? Padişah da: — Veririm, demiş. Derviş ona iki elma vermiş: — Birini ailen* yesin, birini de kendin ye. Bunları padişah derhâl almış ve evine gelmiş. Birisini ailesine vermiş, birisini de kendi yemiş. İki tane oğlu olmuş. Bir zaman sonra o derviş gelmiş: — Şimdiyse birini bana ver, demiş. Padişah da şu cevabı vermiş: — Sen bilirsin derviş baba. Ne istersen vereyim, bunları ayırma. Derviş razı olmamış: — Ben birisini alacağım, demiş. Büyük kardeşi istememiş gitmeyi. Küçüğü de: — Ben giderim, demiş. Dervişle beraber giderken çocuğun bir bıçağı varmış, evin bir köşesine vurmuş onu. Büyük kardeşine söylemiş ki: — Bunun içinden ne zaman kan damlarsa anla ki gayet sıkıntıdayım. Gelesin. Dervişle beraber gitmişler. Giderken yolun üstünde bir çiftçiye rast gelmişler. Çiftçi çocuğu yanına çağırmış, anlatmış ki: — Sen bu dervişle beraber gitme. Bir ejderhaya yedirecek seni. Çocuk da dinlememiş. — Ben giderim, demiş. Çiftçi de: — Madem benim sözümü dinlemiyorsun, şu karşıki mağaradan içeri girerken “Sen önüme geç.” diyecek. Sen onun önüne geçme. Çocuk çiftçinin sözünü kabul etmiş. Derviş ile beraber gitmişler. Karşıki mağaraya girmişler. Derviş çocuğa: — Düş önüme. Çocuk da kabul etmemiş: — Sen benim babam makamındasın, ben senin önüne geçmem. Derviş de hiç vaziyeti bozmayarak ikisi beraber gitmişler. Yarı yoldayken çocuk bıçağını çıkarmış, dervişi öldürmüş. Dervişin üzerini yoklamış. Üstünde kırk tane anahtar bulmuş. Onları alıp derhâl mağaraya doğru gitmiş. Giderken bir meydana çıkmış, görmüş ki o meydanda bir büyük bina var. Hemen o binanın yanına gelmiş. Anahtarları çıkarmış, kapıyı açarak içeri girmiş. Bakmış ki iki tane kız var orada. Kızlar derhâl buna sarılmışlar: — Aman bizi al! Burada koyma bizi! Çocuk da: — Peki, sizi alırım, lakin bu binayı biraz seyredeyim, demiş. Kızlar da demişler ki: — Madem sen burada oturmak istersin, sakın burada oturma. Bizi de almazsan alma, sakın kendin git. Burada bir ihtiyar vardır. Şimdi gelirse bir deve yedirir seni. Çocuk da sormuş ki: — Dev nerededir? Kızlar da söylemişler: — Şu odadadır. Hemen çocuk o kapıyı açarak devi öldürmüş. Ondan sonra kızlara söylemiş ki: — Siz burada oturun, ben buraları gezeyim. Bu da oraları gezerken bir çeşmeye rast gelmiş. Ellerini çeşmede yıkamış. Elleri altın gibi parlamış. Hemen elbisesini çıkarmış, o çeşmede yıkanmış. Çocuğun üstü altın gibi parlamış. Oralarda gezerken bir ağacın yanına yaklaşmış. Bakmış ki o ağaca bir yılan çıkıyor. O ağaçta da kuş yavruları varmış. Meğer onları yiyecekmiş. Çocuk, kuş yavruları cırlamaya başlayınca onların cırlamasına kulak vermiş, dinlemiş. Bakmış ki koca bir yılan ağaçtan yukarı çıkıyor.  Çocuk da derhâl bıçağını eline alıp yılanı öldürmüş. Kendisi o ağacın dibine yatmış, uyumuş. Meğer bu kuşların anneleri gelmiş. Hemen çocuğu öldürmek istemiş. Kuş yavruları analarına anlatmış: — Aman ana, sakın ona dokunma. Bizi kurtaran odur. Kuş da kanatlarını açıp çocuğun üstüne durmuş. Çocuk da uykusundan uyanarak bir korku ile beraber görmüş ki üstünde bir şey duruyor. Hemen bıçağına dalmış. Kuş da: — Hiç davranma. Benim yavrularımı sen kurtardın. Şimdi dile dileğini. Çocuk da kuşa: — Sen bir kuşsun, senden ne dileyeyim? Kuş da ona kanadından üç tane kanat vermiş: — Bunları kaybetme. Darlandığın vakit bunları birbirine çatarsan sana iyi bir at gelir, bir de kılıç. Her nereye gitsen mahcup olmazsın. Eğer ki iki defa çalarsan onları, bir aslan ile bir kaplan getirir sana. Çocuk da almış bunları, aynı dediği gibi birbirlerine çarpıştırmış. Hemen bir at bir de kılıç; iki defa vurmuş, bir aslan ile kaplan gelmiş. Atına binip bir müddet gitmiş. Gittikten sonra bir şehrin içine girmiş. Meğer o şehrin padişahının sarayının önünden geçmiş. Padişahın bir kızı varmış, pencereden bakarken çocuğu görmüş. Meğer çocuğa âşık olmuş. Çocuk da geçmiş gitmiş. Atını bırakmış, kendisi bir kahveye gitmiş. Meğer padişah o kahvede her daim otururmuş. Hemen çocuğa hoşbeş etmişler. Çocuk da oraya oturmuş. Beriden kız, anasının yanına gitmiş. Anasına sormuş ki: — Babamın yemeğini gönderdin mi? Anası da — Göndermedim. — Çabuk babamın yemeğini hazırla, gönderelim. Anası da hazırlamış, kız gelmiş. Üç tane karpuzu babasının sofrasının üstüne koymuş. Birisinin vakti geçmişmiş, birisinin tam vakti olmuş, birisini de ham yollamış. Hemen padişaha haber vermişler. Gelmiş, yemeğini yemiş. Yedikten sonra karpuzları kesmiş, üçünü de kesmiş. Bakmış ki biri ham, birinin vakti geçmiş, biri de tam vaktinde. Padişah bunu düşünmüş “Bu neydi?” Vezirini çağırmış, sormuş: — Ey vezir! Bu nedir? Vezir de anlamış ki: — Padişah, senin üç tane kızın var. Biri vaktinden geçiyor, biri de tam vaktindedir, biri de kavuştu demektir. Bunları kocaya ver. Padişah da o günden itibaren tellal okutmuş: — Sarayımın önünden herkes gelip geçsin. Kızlarım kimi isterse alsın. Millet hep sarayın önüne gelmiş, geçmiş. Küçük kızla büyük kız bulmuşlar birer kişi, almışlar. Ortanca kızı, kimseyi beğenip almamış. Padişah sormuş ki: — Daha adam var mıdır? Demişler ki: — Kimse kalmadı. Senin oturduğun kahvede bir misafir vardır. Padişah da anlamış ve demiş ki: — Gelsin, o da geçsin. Gitmişler, haber vermişler ona. Gelmiş, geçerken kız onu almış. Çocuk o sarayda kalmış. Bir müddet orada kalmış. Bir günün birinde ailesiyle beraber yatarken odada, bakmış ki denizin içinde bir ışık yanıyor. Sormuş ki ailesine: — Bu ışık nedir? O da: — Ne bileyim, öyle yanıyor. Bir gecenin birinde kuş kanatlarını alıp birbirine çarpmış. Bir at gelmiş. Atına binip hemen o ışığın üstüne gitmiş. Oradan ona bir ses gelmiş: — Ey insanoğlu! Buraya gelme! Eğer ki beni yenersen gel, yoksa yenemezsen gelme! Çocuk da hiç dinlememiş, gitmiş. Orada bir kız otururmuş. Çocukla güreşmişler. Orada çocuğu yenmiş, bir sandığa koyup denizin altına atmış. Sabahtan padişah, kızına sormuş ki: — Hani ne oldu? Çocuk nerede? — Bilmiyorum, demiş. Böyle çocuk kaybolmuş.   *aile: eş; karı.
Dev
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
Evvel zamanda bir padişah varmış. Yanındaki vezirlerine demiş ki: — İlla siz bana Hızır Aleyhisselam’ı bulup getireceksiniz. Vezirler de demiş ki: — Padişahım, biz seninle konuştuğumuz için bizlere Hızır Aleyhisselam gözükmez. Padişah da: — Ben anlamam. Ya bulup getireceksiniz ya sizi cellat edeceğim. Vezirler de demiş ki: — Biz bunu bulamayız. Yalnız, çarşıda *münadi bağırtalım ve büyük bahşiş verelim. Belki hocalardan bulup sana getirirler, demiş. Münadi bağırtmışlar. Bir fakir adam ihtiyacı olduğundan padişaha gitmiş: — Padişahım, bana kırk günlük yiyecek ver, kırk birinci gün Hızır Aleyhisselam’ı ben sana tutar getiririm, demiş. Padişah kırk günlük envaiçeşit yiyecek hamallara yükletip hanesine göndermiş. Fakir adamın *ailesi kocasına: — Bu senin yaptığın iş midir? Bir fakir başımız varken bu belayı başımıza nereden getirdin? Kocası: — Sen karışma karı. Kırk gün yiyelim içelim, kırk birinci gün Allah kerimdir, demiş. Kırk birinci gün padişah bütün vezir vüzerayı yanına toplamış ve fakire araba göndermiş: — Hadi bugün Hızır Aleyhisselam’ı getirsin, demiş. Fakir adam arabaya binip padişahın huzuruna gelmiş, sandalyeye oturmuş ve yanı başında fakir adamın bir çocuk peyda olmuş. Padişah, fakir adama demiş ki: — Hani? Hızır Aleyhisselam’ı getirdin mi? Fakir adam: — Padişahım, ben Hızır Aleyhisselam’ı ömrümde görmedim. İhtiyacım vardı, size karşı yalan söyledim. Padişah hiddete gelmiş: — Madem fakirdin, bizden isteyeydin; biz verirdik. Padişah yanındaki birinci vezirine sormuş: — Bu yalan söylediği için bunu ne yapalım? Birinci vezir: — Böyle padişaha karşı yalan söyleyenlerin ibretiâlem olmak için *mal gibi kafasını kesmeli, her bir etini köşe başlarında çengellere asmalı. Bir daha ibretiâlem olur, kimse padişaha karşı yalan söyleyemez. Fakir adamın yanındaki masum çocuk: — Asluhu nesluhu, demiş. İkinci vezirine sormuş: — Bu adam yalan söylediği için ne yapalım, demiş. Vezir: — Padişahım, bunu dibeklere koyup keşkek gibi dövelim, bir daha padişaha karşı kimse yalan söyleyemesin. Fakir adamın yanı başındaki masum çocuk yine: — Asluhu nesluhu, demiş. Padişah üçüncü vezirine sormuş: — Bu yalan söylediği için bunu ne yapalım, demiş. Üçüncü vezir: — Padişahım küçüklerden kusur, büyülerden af, demiş. Yine fakir adamın yanındaki masum çocuk: — Asluhu nesluhu, demiş. Padişah sormuş bu çocuğa ki: — Bu üç kişinin sözlerine cevap verdin. Sen ne diyorsun bu işe? Çocuk padişaha sormuş ki: — Sen bu fakir adamdan ne istiyorsun? Padişah: — Ben bu adamdan Hızır Aleyhisselam’ı istedim, bu da bana karşı yalan söyledi. Çocuk: — Hızır Aleyhisselam’a ulaşmaktaki maksadın nedir? Hızır Aleyhisselam benim. Benim sözümü iyi dinle. Senin birinci vezirin kasap evladıdır, onu salıver varsın hayvanatı kıradursun. İkinci vezirin keşkekçi evladı, onu da salıver varsın keşkek dövsün. Üçüncü vezirin vezir oğlu vezirdir, bunu birinci vezir yap ve bu fakirlerden de yiyeceğini kesme, demiş ve hemen oradan kaybolmuş. Padişah, “Aman, arayın şunu!” demiş ise de bulamamışlar. İki vezirini çıkarmış, üçüncü vezirini birinci vezir yapmış ve fakirden de yiyeceğini kesmemiş. Ben artık orada onları bıraktım, geldim.     * münadi: kamuya duyurulmak istenen şeyleri yüksek sesle haber vermeyi iş edinmiş kimse. * aile: eş, karı. * mal: büyükbaş hayvan.
Hızır Aleyhisselam
Ordu
Karadeniz Bölgesi
KİBRİN SONU Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ormanın birinde güzeller güzeli bir çiçek varmış. Bu çiçek öyle güzelmiş ki açtığı zaman güneş kıskanırmış. Her taç yaprağı ayrı renkteymiş. Tüm arılar polen toplamak için onun açmasını beklermiş. Dalları parlak, yemyeşil yapraklarla bezeliymiş. Kökleri toprağa sımsıkı bağlıymış. Tüm güzelliklerinin aksine bu çiçek sürekli kendini över, büyüklenirmiş. Yardıma ihtiyacı olan kimseye yardım etmezmiş. Tüm gününü aynaya bakıp kendini överek geçirirmiş. Çevresindeki diğer bitkiler böbürlendiği için bu çiçekle konuşmazlar ve onu sevmezlermiş. Ancak diğer bitkiler kendi aralarında sürekli oyun oynarlar, yardımlaşır ve sohbet ederlermiş. Ama bizim kibirli çiçeği aralarına almazlarmış. Gel zaman git zaman günler ayları kovalamış kış gelmiş. Bu çiçek tüm gününü aynaya bakıp kendini överek geçirdiği için kışa hazırlık yapmayı unutmuş. Kibrinden ve gururundan hiç kimseden yardım istememiş. Kışın büyük ve güçlü yağmur damlaları kibirli çiçeğin tüm taç yapraklarını dökmüş. Kibirli çiçek, yaprakları dökülünce yapraksız çıplak kalmış. Çiçeğin üşüdüğünü gören diğer bitkiler tüm kırgınlıkları unutup yardıma koşmuşlar. Çiçek bu durumu görünce çok şaşırmış: “Bu kadar kibirli olmama rağmen nasıl olur da yardıma koşarlar.” diye düşünmüş ve arkadaşlarından af dilemeye karar vermiş: —Sevgili arkadaşlar, ben ne kadar büyüklensem de zorda kalınca tüm yaptıklarımı unutup bana yardım ettiniz. Siz gerçekten çok iyi yüreklisiniz. Hepinize teşekkür ederim. Artık büyüklenmeyeceğime dair söz veriyorum, demiş. Diğer bitkiler çok şaşırmış ve demişler ki: —Hatanı anlayıp özür dilemen bizi çok mutlu etti. Kibirlenerek çevrende hiçbir arkadaşını istemedin; ama unutma ki iyi seçilmiş arkadaşlar bize zor zamanlarımızda yardım eden ailemiz gibidirler. O günden sonra çiçek bir daha asla böbürlenmemiş ve ormandaki arkadaşları ile sonsuza dek mutlu yaşamışlar.
Kibrin Sonu
Hatay
Akdeniz Bölgesi
ÇAKAL, İNEK VE KÖPEK            Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir inek doğum yapmış. Çocuğunu emzirecekmiş ama sütü varla yok arasıymış. Sütünün daha çok olabilmesi için bir şeyler yemesi lazımmış. Bundan dolayı çocuğuna: —Sen burada bekle ben çıkıp dışarıda bir şeyler yiyip geleyim ki seni emzirebileyim, demiş ve çocuğunu orada bırakıp gitmiş. Bir süre ilerledikten sonra bir buğday tarlasına rastlamış ve tarlanın içine girip buğday yemeye başlamış. Biraz yedikten sonra çakalın biri yanına gelmiş ve: —Ne işin var burada? Burası benim mülküm. Burası benim dedemin dedesinin... Eğer şimdi buradan çıkmazsan seni parçalayıp lime lime edip yerim demiş. İnek korkmuş ve ağlayarak tarladan çıkıp yürümeye başlamış. Yolda ağlayarak ilerlerken köpeğe rastlamış. Köpek ineğe neden ağladığını sormuş.  İnek, köpeğe başından geçenleri anlatmış. Köpek:                                                                                                         —Yarın yine o buğday tarlasına git, yemeğini ye. Ben de senin yanında gelip orada bir çukur var onun içerisine gizlenecem. Sen de benim yakınımda yemeğini yersin.   İnek ise:                                                                                                                                  —Eğer gelir ve beni orada görürse öldürür demiş. Köpek:                                                                             —Sen benim yanımda, etrafımda olacaksın. Eğer gelip sana bir şey derse ona ‘burası senin de benim de değil. O yüzden gitmiyorum, ama gitmemde ısrarcıysan burada bulunan şeyhin yanına gidip yemin edeceğiz’ diyeceksin demiş.                                                                                                                                İnek, köpeğin dediklerini kabul etmiş ve ertesi gün yine aynı yere giderek yemeğini yemeye başlamış. Yine inek oradayken çakal bunu görmüş ve hemen koşup ineğin yanına gelmiş:                                          —Ben sana demedim mi burası benim, buradan bir şey yiyemezsin diye söylenmeye başlamış. İnek:    —Ben ölmek istemiyorum, tek isteğim sütümün olması demiş. Çakal:                                                        —Bana ne senin sütünden çık arazimden demiş. İnek:                                                                                 —Burası kimseye ait değil. Eğer bu konuda ısrarcıysan burada bulunan şeyhin yanına gidip yemin edeceksin demiş. Çakal korktuğu için ineğe:                                                                                                            —Sen de edeceksin demiş. İnek:                                                                                                                              —Tamam, önce sen demiş. Çakal da önden önden çukura yaklaşmış. Köpek çukurun içindeymiş ve üzeri buğdayla kaplı olduğu için çakal onu görmemiş. Çakal yemin etmek için ağzını açmış ve: —Burası ne benim ne dedemin dedesinin yemin ederim dediği an köpek çukurdan çıkmış ve çakala:                                       —Madem burası senin değildi neden izin vermiyorsun herkes yesin. Ama şimdi adalet yerini bulacak demiş ve onun üstüne saldırıp çakalı öldürmüş. Böylece adalet yerini bulmuş. İnek de yemeğini yiyip çocuğuna süt biriktirebilmiş ve onu emzirmiş.
Çakal İnek ve Köpek
Hatay
Akdeniz Bölgesi