text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
TÖREMEZ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir adamın üç tane oğlu, bir tane de kızı varmış. Bu adamın işi gücü avcılıkmış. Sık sık oğullarıyla ormana gider, ne bulursa vurur, getirirmiş. Bir gün, oğullarına: — Hadi hazırlanın, bugün ava gideceğiz. Herkes hazırlığını iyi yapsın, demiş. Oğlanlar da babalarının istediği gibi hazırlanmış, yola düşmüşler. Yolda konuşa konuşa giderken adam, karşılarında duran dağı göstermiş: — Bana bakın! Beni iyi dinleyin! Şayet vurduğunuz av, ölmez de yaralanırsa şu gördüğünüz dağa doğru gider. Aman dikkatli olun! Sakın ha arkasından gitmeyin! Başınız belaya girer, kaybolup gidersiniz, demiş. Bir gün, ne buldularsa avlanıp eve dönmüşler. Gün boyu av peşinde koştukları için de öyle yorulmuşlar ki gün akşamdan yatmışlar. Günlerden bir gün, büyük oğlan, ava çıkmak istemiş. Babasından izin almış, hazırlanmış, yola düşmüş. Oğlan, bir ceylan vurmuş. Ceylan yaralı yaralı dağa doğru kaçmaya başlamış. Babasının dedikleri büyük oğlanın aklından çıkmış, avı yakalayacağım diye peşinden koşmaya başlamış. Oğlan, dağı aştığı için bir daha da geri dönmemiş. Aradan bir hayli zaman geçmiş. Bu sefer de ortanca oğlan ava niyetlenmiş. Babasından izin alıp av hazırlıklarına başlamış. Hazırlığı biter bitmez de yola düşmüş. Bunun vurduğu av da dağa kaçmış. Bu oğlan da babasının tembihini unutup avın peşine düşmüş. Dağa yukarı gitmiş, o da geri dönmemiş. Küçük oğlan, ağabeylerini merak eder dururmuş. “Acaba bunlar niye geri dönmedi? Orada ne var da bunlar geri gelmedi?” der, düşünceye dalıp gidermiş. Babası, bunu hep düşünceli gördüğü için bir gün sormuş: — Oğlum, böyle ne düşünüp duruyorsun? O da: — Baba, ağabeylerimi çok merak ediyorum. Acaba niye dönmediler? Ne olur bana da izin ver, bir kere de ben gideyim, demiş. Adam; “Yok mok!” dediyse de oğlan, babasının gönlünü etmiş. Hazırlanmış, dağa doğru avlanmaya gitmiş. Bu oğlanın avı da yara alır almaz dağa yukarı kaçmaya başlamış. Av önde kaçıyor, oğlan arkada kovalıyormuş. Hiç farkında olmadan o da dağı aşmış. Dağda bir Arap yaşarmış. Dağın ardında da büyük bir kuyu varmış. Meğerse o Arap, dağa gelenleri yakalayıp o kuyuya atarmış. Bunu da kuyuya atacakmış, ama oğlan akıllı olduğu için Arap’a demiş ki: — Sen yolu biliyorsun ya, önden git, ben arkadan gelirim. Arap: — Peki, demiş. Arap önde, oğlan arkada kuyunun başına gelmişler. Tam o sırada oğlan, Arap’ı iteklediği gibi kuyuya düşürmüş. Sağına, soluna bakmış ki etrafta tehlikeli hiçbir şey yok. Kendi kendine; “Burası tam yaşanacak bir yer. Varayım, bacımı da getireyim, burada kalalım,” diye aklından geçirmiş. Uzun lafın kısası, oğlan gitmiş, bacısını da almış, gelmiş. Artık bacı kardeş dağda yaşamaya başlamışlar. Oğlan bir gün avlanmaya çıkmış. Bacısı da dağda etrafı geziyormuş. Birden o kuyuyu görmüş. Kuyunun başına oturmuş; “Acep abilerimi buraya mı attılar!” diye ağlamaya başlamış. Tam o sırada kuyudan bir ses duymuş. — Oradaki odada kırk metre uzunluğunda bir ip var. Onu getir, kuyuya salla, çıkayım, diyormuş. Kız da hiç düşünmeden gitmiş, sesin dediği yerdeki ipi getirmiş, kuyuya sallamış. Zannetmiş ki abisi sesleniyor. Meğer o sesin sahibi Arap’mış. “Pat!” diye karşısına dikilince kızın ödü kopmuş. İpi getirdiğine de kuyuya salladığına da pişman olmuş, ama ne fayda? Olmuş bir kere... Arap, kıza demiş ki: — Sen benimle evleneceksin. Yoksa ağabeylerini öldürürüm. Kız, çaresiz kabul etmiş, Arap’la evlenmiş. Abisi de artık kızı arada sırada, Arap’tan gizli gizli görüyormuş. Gel zaman, git zaman, bu kız hamile kalmış. Dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat sonra doğum yapmış. Nur topu gibi bir oğlu olmuş. Kız, abisine: — Abi, oğlanın adını ne koyalım, diye sormuş. Abisi de: — Töremez olsun, demiş. Töremez, çok değişik bir çocukmuş. Hem çok akıllı hem de başka çocuklara göre çok güçlüymüş. Arap’ın olmadığı zamanlarda dayısı gelir, onu görürmüş. Beraber oynar, güreş tutarlarmış. Oğlan iki yaşına gelince Arap, dayısını öldürmek istemiş. Oğlan, dayısını çok severmiş. Allem etmiş, kallem etmiş, Arap’ı kandırmış, dayısını öldürtmemiş. Bir gün Arap, karısına demiş ki: — Abin avdan gelince suyun içine zehir katayım, sen de ona ver, içsin. Kızın abisi avdan gelmiş, kızdan bir su istemiş. Kız zehirli suyu getirmiş, abisine vermiş. Tam içeceği sırada Töremez, bardağa bir vurmuş, bardak anında parça parça olmuş. Arap bu sefer de: — Abinin yemeğine zehir katacağım, ona o yemeği yedireceksin, tamam mı, demiş. Kız, abisi avdan gelince ona bir güzel sofra kurmuş. Zehirli tabağı getirip önüne koyacağı sırada Töremez bir vuruşta tabağı tuzla buz etmiş. Arap, kıza bu seferki tuzağını anlatırken Töremez duymuş. Meğer oğlan ava giderken Arap onun geçeceği yolun üstüne yılan olup yatacakmış. Töremez, dayısı ava gidecekken demiş ki: — Dayı, kendine dikkat et! Yoksa seni bir yılan sokup öldürecek. Oğlan, ava giderken yolda çöreklenmiş duran yılanı görmüş. Kılıcını çektiği gibi yılanı ortadan ikiye bölmüş. Yılan kılığına giren Arap, geri eve dönmüş. Yeni bir tuzak kurmaya başlamış. Oğlanı bir türlü öldüremiyor ya, korkmaya da başlamış. Karısına: — Şimdi de kartal kılığına girip o uyuyunca onu öldüreceğim, etini de yiyeceğim. Eğer öldüremez de ben ölürsem oğluma benim etimden sakın yedirmeyin. Etimi yerse bütün hünerlerim ona geçer, demiş. Töremez, Arap’ın bütün dediklerini duymuş. O gün de Arap’la oğlanın dayısı ava gidecekmiş. Töremez de: — Ben de sizinle ava geleyim, demiş. Fakat dayısı kabul etmemiş. Töremez, yine de gizli saklı dayısının arkasından gitmiş. Dayısı bir ara arkasına bakmış ki Töremez arkasından geliyor. Hemen yanına çağırmış, arkasına bindirmiş, yola devam etmişler. Öyle çok avlanmışlar ki dayısı çok yorulmuş: — Töremez, ben çok yoruldum. Şurada oturup dinleneyim, demiş. Dayısı yorgunluktan orada uyumuş, kalmış. O uyur uyumaz Arap, kartal kılığına girip gelmiş. Töremez, tam o sırada okunu, yayını bir çekmiş ki kartalı vurup öldürmüş. Sonra da başına oturup etini çiğ çiğ yemiş. O günden sonra Arap’ın bütün hünerleri Töremez’e geçmiş. Artık Töremez, sadece annesiyle yaşamaya başlamış. Dayısı onlardan ayrılmış, başka bir memlekete gitmiş. Arada sırada görüştükleri olurmuş. Orada kendine bir iş bulup çalışmaya başlamış. Çalıştığı yerde de sık sık kavga çıkarmış. İşin sahibi adam da buna çok sinirlenirmiş. Bu kavgalardan o kadar canı yanmış ki: — Yeter artık! Bundan sonra kim kavga çıkarırsa onun derisini yüzüp tuz basacağım, demiş. Bir gün Töremez’in dayısı haksızlığa uğramış. Kendini zapt edememiş, kavga çıkarmış. Adam da sözünde durmuş, derisi yüzüp tuz basmış. Bu, Töremez’in kulağına gelmiş. Doğruca dayısının çalıştığı yere gitmiş. Dayısını öldüren adamı öldürüp dayısının öcünü almış. Memleketine dönünce de annesi ölmüş. Töremez, bundan sonra tek başına mutlu, mesut yaşamış...
Töremez
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ KURT Vakti zamanında üç tane kurt yaşarmış. Bunların yediği içtiği ayrı gitmezmiş, ama ikisi hırsızlık mırsızlık demez, çalar çalar yerlermiş. Bir tanesi de hiçbir şey yemezmiş. Bir gün, diğer kurtlar buna sormuşlar: — Biz ne bulursak yiyoruz. Sen niye bir şey yemiyorsun? O da: — Siz harama bakmadan çalıp çırpıp yiyorsunuz. Ben haram yemem, demiş. Diğer iki kurt yiyedursun, bu aç açına dolanıp duruyormuş. Her neyse... Bir gün aç durmuş, iki gün aç durmuş. Ama açlıktan da gırtısı kararmış*. “Ötekiler çalıp çırpıp yiyor, ben böyle aç açına dolanıyorum. Böyle durulmaz. Açlıktan öleceğim; varayım, gideyim de köyün kenarına durayım. Belki bir nasibim çıkar,” diye düşünmüş. Varmış köyün kıyısına. Harmanda bir toklu* görmüş. Toklu, bunu görünce kaçmaya başlamış. Kurt: — Gitme toklu kardeş, seni yiyeceğim, diye arkasından bağırmış. Toklu da ona: — Beni yiyecektin de niye birdenbire yemedin, izin aldın, demiş. Kurt: — Rızasız lokma haramdır. Kendisinin izni olmadan başkasını yiyemem, demiş. Bunun üzerine toklu: — Toklu eti sası* olur. Varayım, gideyim, evden tuz getireyim de tadıyla, tuzuyla beni ye, demiş. Toklu hoplaya zıplaya oradan ayrılmış. Bir daha gelir mi? Gelmez. Etti bir. Kurt durmuş, durmuş, gelen giden yok. “Hele biraz daha bekleyeyim,” der demez karşıdan bir keçi çıkmış. Keçiye: — Keçi kardeş, buraya doğru gel! Seni yiyeceğim, demiş. Keçi: — Madem yiyeceksin, niye bana danışıyorsun? Başka kurtlar bize saldırır, hemen yer, demiş. Kurt: — Ben haram yemem. Eğer gönlü olursa kendisini yerim, yoksa yemem, diye cevap vermiş. Keçi: — Madem sen haram yemeyen birisin, ben de yeni ikiz yavruladım. Varayım, gideyim de gıdiklerimi* getireyim. Beni ye, onları da yanına azık al, demiş. Keçi de hoplamış, zıplamış köye kaçmış. Tabii kurt onu da yiyememiş. Etti iki. Kurt yine beklemeye başlamış. Beklemiş, beklemiş… Kendi kendine; “Bir daha bakayım, belki bir şey karşıma çıkar da şu açlık belasından kurtulurum,” demiş. Derken, atı görmüş, bu sefer ata bağırmış: — At kardeş, gitme, seni yiyeceğim! At da ona: — Sen niye diğer kurtlar gibi beni bir anda yemedin de benden izin istiyorsun, demiş. Kurt: — Haram mala el sürmem. İznin olursa seni yiyeceğim, demiş. At: — Madem sen Allah’ı, kitabı bilen birisin, ayağımın altında berat yazılıdır. Şu derin hendeğe gir, ayağımın altındaki beratı oku, sonra da beni ye, demiş. Kurt hendeğe girmiş. At, bu sırada arka ayaklarını iyice yukarı çekmiş. Sonra da kurdun alnının çatına bir çitme* atmış, oradan kaçmış. Kurdun belini, bıkınını kırmış.* Etti üç. Kurt oradan daha kalkamamış. O sırada diğer iki kurt, bunun yanına gelmişler. Kurdu o vaziyette görünce: — Bu hâlin ne? Belin bıkının da kırılmış, sana ne oldu böyle, demişler. Kurt, başından geçenleri anlatmış: — Sormayın kardeşler, sormayın. Bir kuzu geldi, yiyemedim. “Bir tuz getireyim de…” dedi, öylece gitti. Bir keçi geldi, beni kandırdı. “Sana yeni doğmuş gıdiklerimi getireyim,” dedi, gelmedi. Sonra bir at geldi. O da beni kandırdı, çitmeyi vurdu, bu hâle getirdi, demiş. Diğer kurtlar, bu anlatılanları duyunca başlamışlar: Vay, gözün kör olmayaydı Eline geçmiş bir kuzu Ne edecektin tadı tuzu Yiyeydin de yanının üstüne yataydın                     Eline geçmiş bir keçi Ne edecektin üçü beşi Yiyeydin de yanının üstüne yataydın Kalaydı bir kuru kıçı   Eline geçmiş bir at Ayağında yazılıymış berat Okuyup da molla mı olacaktın bre kavat — Sana iyi oldu. Sen burada geber, demişler. Kurt orada ölmüş. Diğer kurtlar onun etini yemişler, içmişler, muratlarına geçmişler...   * gırtısı kararmak: Boğazından bir lokma geçmemek. * toklu: Bir yaşında erkek koyun. * sası: Lezzetsiz. * gıdik: Keçi yavrusu. * çitme: At tekmesi. * bıkın: Belin yen tarafları.
Üç Kurt
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ZAMAN İÇİNDE ZAMAN Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir padişah yaşarmış. Yanındakilerle konuşur, danışır, bazen de şakalaşırmış. Bu padişahın aklı başında bir veziri varmış. Padişah ne zaman böbürlense, ne zaman uçup kaçsa: — Padişahım, zamanın içinde zaman halk olur, dermiş. Padişah da her seferinde: — Hiç öyle şey olur mu? Zamanın içinde zaman nasıl halk olur, diye karşı çıkarmış. Padişah ile bu vezir, bir gün ormana gezmeye gitmişler. Orada bir pınara rastlamışlar. Pınarın başında bir müddet oturmuşlar, dinlenmişler. Kalkacakları sırada padişah: — Ben bir su içeyim, demiş. Padişah, suyu içip kafasını kaldırmış ki yanında kimsecikler yok. Üstü başı da padişah üstü başı değil. Kendi kendine; “Bir su içeyim dedim. Bu iş nasıl oldu,” demiş. Nerede olduğunu bilememiş. Etrafa bakarken bir keçi yolu görmüş. “Şu yolu takip edip gideyim, bakalım beni nereye götürecek,” diye düşünmüş. Yolu takip etmiş. Gide gide bir köye varmış. Köyde birine rastlamış. Adama: — Burası neresi, diye sormuş.  Adam: — Burası İsfahan şehrinin bilmem neresi, demiş. Padişah: — Ben çok acıktım, ne yapacağız, demiş. Adam: — Şu karşıki ormandan odun kesip getirirsen ben de sana yemek veririm, demiş. Padişah: — Tamam, demiş. Ormana gitmiş, odun kesmiş. Sonra da yüklenip getirmiş. Köylüye odunu teslim etmiş. O da yemeğini vermiş. Böyle böyle aradan on sene geçmiş... Padişahın omuzları yara olmuş, padişahlık gitmiş. Bir gün, ağasının yanına varıp: — Ağam, böyle olmayacak. Evlensem nasıl olur, demiş. Ağası da: — Bak! Orada bir çeşme var. Çeşmeye gideceksin! Çeşmeden bir su içeceksin! Orada kadınlar var. O kadınlar sularını doldurup evlerine giderken hangisi geri dönüp bakarsa onun peşine git, demiş. Kadınların biri dulmuş. Suyu doldurup giderken arkasına dönüp bakmış. On adım gitmiş, arkasını dönüp bir daha bakmış. On adım gitmiş, arkasını dönüp yine bakmış. Padişah, bu kadının arkasından gitmiş. Zaman içinde evlenmişler. Bunların dört tane çocukları olmuş. Bir gün, hava çok sıcakmış. Karısına demiş ki: — Hazırlık yap da ormana gidelim. Çoluk çocuk biraz hava alsınlar. Bunlar ormana varmışlar. Ormanda gezerken yanlarına bir yılan gelmiş. Yılan, gözlerinin önünde bir dağ keçisini yutmuş, ama boynuzlarını yutamamış. Yılan, bunları önüne katmış, köye kaçırtmış. Köyde herkes bunların hâline bakıyormuş, ama bir şey anlamıyormuş. Aklı başında bir adam demiş ki: — Bu yılana bir şey yapmak lazım. Herkes kendi sanatını ortaya koysun. Padişah olan adam, elinde testeresiyle gelmiş. Yılan, elinde testere olan adamı itekleyip duruyormuş. Demişler ki: — Bu yılan seni istiyor. Yılan, ağzındaki keçinin boynuzlarını işaret ediyormuş. Padişah olan adam, hemen keçinin boynuzlarını kesmiş, yılan da keçiyi yutmuş. Yılan, yine testeresi olan adamı işaret ediyormuş. Adamı ormana götürmüş. Oraya varmış ki ormanda bir yılan daha yatıyor. Onun ağzındaki keçinin boynuzlarını da kesmiş. Yılan, halka biçimine gelmiş. Padişah olan adam, o halkanın içine girmiş. Yılan, iki tane çekirdek vermiş, kaybolmuş. Böyle böyle yılanlar adama iki tane çekirdek verip kayboluyormuş. Adam, bu çekirdekleri avucunda tutmuş. Geri dönerken pınarın başına oturup dinlenmiş. Kendi kendine; “Bir su içip de gideyim,” demiş. Suyunu içip başını kaldırdığında bakmış ki vezir karşısında duruyor. “Aradan ne kadar çok zaman geçmiş,” diye düşünmüş. Vezire dönüp: — Benim padişahlığımda gözün mü var? Beni yıllarca bu dağın başına attın. Elin köyünde omuzlarım çürüdü, demiş. Vezir de demiş ki: — Benim bir günahım yoktur padişahım. Sen sadece su içtin, doğruldun. Benim bir suçum yok, ama “Cenab-ı Allah, zaman içinde zaman halk eder,” derdim. Sense hiç inanmazdın. Şimdi inandın mı padişahım? Padişah, inandığını söylemiş. Bir daha vezirin dediklerine itiraz etmemiş...
Zaman İçinde Zaman
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AH KIZ VAH KIZ Bir varmış, bir yokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde… Cinler cirit oynarken Eski hamam içinde… Hamamcının tası yok Oduncunun baltası yok Sokakta bir tazı gezer Boynunda halkası yok… Uzun etmeyelim... Zamanın birinde bir karı koca varmış. Bunlar, yetişkin kızlarıyla beraber yaşarmış. Kız, bir gün çeşmeye gitmiş. Kovasının birini doldurmuş, öbürünü dolduracağı zaman bir karga gelmiş, kıza demiş ki: — Ah kız, sana yazık! Vah kız, sana yazık! Karga uçup gitmiş. Bir gün, iki gün derken kızın canı sıkılmış. Annesine: — Ben ne zaman suya gitsem bir karga gelip; “Ah kız, sana yazık! Vah kız, sana yazık!” deyip, uçup gidiyor, demiş. Annesi de kızına: — Kızım, sen git! Eğer yine derse; “Karga, benim neme yazık?” de, demiş. Kız çeşmeye gitmiş. Karga yine gelip: — Ah kız, sana yazık! Vah kız, sana yazık, demiş. Bu defa kız: — Karga, benim neme yazık, diye sormuş. Karga da: — A zavallı kız! Kaf Dağı’nın dibinde bir saray var. Sarayın da demir bir kapısı var. İşte o kapının arkasında bir tabut var. Tabutun içinde de bir yiğit yatıyor. Gideceksin, o tabutun başını kırk gün bekleyeceksin. Kırk birinci gün, oğlan kalkacak, evleneceksiniz, demiş. Kız eve gelmiş, kuşun dediklerini annesine söylemiş. Ertesi gün eşyalarını toplayıp memleketlerinden kaçmaya karar vermişler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Büyük bir bina görmüşler. Babası: — Şurada oturup biraz dinlenelim, demiş. Yemeklerini demir kapının önünde yemişler. Demir kapıyı kızın babası vurmuş, açılmamış. Annesi vurmuş, açılmamış. Kız vurunca kapı açılmış. Kız içeri girer girmez kapı kapanmış, daha da açılmamış. Annesi, babası dışarıda, kız içerde kalmış. Meğer kuşun dediği yere gelmişler! Kızın annesi, babası da geri dönmüş. Kız, orada kapıları açıp teker teker bakmış ki kimse var mı diye… Odaların her birinde çeşit çeşit yiyecek, altın, inci, her şey varmış. En sonunda bir odayı açmış ki bir meyyit*, yüzünde de kırk tane mendil! Kız, her gün bir mendili kaldırmış. Tam otuz dokuz gün geçmiş. Kapıya bir fukara kız gelmiş, ekmek istemiş. Kız içeriye ekmek almaya gidince fukara kız hemen içeri girmiş, orada ne olduğunu merak etmiş. Meyyitin yüzündeki mendili kaldırınca orada yatan meyyit, bir oğlan olmuş ki o kadar... Başındaki kızın bileğinden yakalamış. Kıza elbiseler almış, inciler takmış, bu kızla evlenmiş. Oğlan, öbür odadaki kızı görünce: — Bu kim, diye sormuş. Fukara kız da: — Canım sıkılıyordu, bana arkadaş olsun diye yanına aldım, demiş. Bir gün yiğit oğlan öteberi almaya gidecekmiş. Karısına: — Çarşıya gideceğim, bir şey istiyor musun, diye sormuş. Karısı da ona bir şeyler ısmarlamış. — Bana öyle bir ayakkabı al ki yerde buz, gökte yıldız gibi olsun! Öyle bir elbise al ki makas kesmesin, iğne batmasın, demiş. Sonra öbür odadaki kızın yanına gitmiş. Ona da sormuş. O da: — Bir sabır taşı, bir ustura, bir de iğne istiyorum. Eğer ki bu söylediklerimi getirmezsen yoluna kara bulutlar çöke, gelemeyesin, demiş. Oğlan, atına binip çarşıya gitmiş. Karısının dediklerini almış. Öbür kızın da sabır taşını almış. Usturasını alırken adam demiş ki: — Bunu kim istediyse kendini öldürmek için istemiş. Onu gözle! Adam bunu söylerken iğneyi almayı unutmuş. Gelirken yoluna kara bulutlar çökmüş. Hemen geri dönmüş, iğneyi almış. Aldıklarını heybesine koymuş. Eve gelince karısının ısmarladıklarını vermiş. Sabır taşını, usturayı, iğneyi de götürmüş, kıza vermiş. Kız, sabır taşını karşısına koymuş, başından geçenleri anlatmaya başlamış. Kız anlattıkça sabır taşı da şişiyormuş. Kız anlattıklarını bitirince sabır taşı çatlamış. Oğlan da kızı dinliyormuş. Usturayı alıp boynuna çalacağı sırada oğlan içeri girmiş, kızın kolundan tutmuş. Başından geçenleri anlattırmış. Oğlan, karısının yanına gelmiş. Üstünü, başını soyundurmuş, bu kıza giydirmiş. Sonra da fukara kıza: — Dor* ata mı razısın, keskin kılıca mı, diye sormuş. Kız da: — Kılıç iyiyse senin kalbine batsın. Dor ata biner de babamın evine giderim, demiş. Kızı dor atın kuyruğuna bağlamış. Atı ürkütmüş; at, kızı parça parça etmiş. Öbür kıza kırk gün, kırk gece düğün etmiş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler... Gökten üç elma düştü; kimseye kuyu kazmayanların başına…   * meyyit: Ölü. * dor: Doru. Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi koyu renkli olan, yağız (at).
Ah Kız Vah Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AK GÜVERCİN ÇOBAN Bir varmış, bir yokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde Develer top oynarken Eski hamam içinde... Yücelerden yüce, aşılması zor, geçilmesi zor, bir Kaf Dağı varmış. Bu dağda yedi tane yüksek tepe, her tepeyi bekleyen birer tane canavar varmış. Bu tepelerin birinin başında bir ülke varmış. Bu ülkenin padişahı baldan tatlı, anadan merhametli, sudan safmış. Halkının derdine derman olurmuş, şifa olurmuş. Ama kendi derdine bir derman bulamazmış. Bu padişahın güzel mi güzel bir kızı varmış. Bu kız, bir türlü dillenip konuşmamış. Padişah, buna çok üzülmüş, ama kızının derdine derman olamamış. Zaman bu ya, aradan epey bir zaman geçmiş. Küçükler büyümüş, büyükler yaşlanmış. Ama padişahın kızı hâlâ dillenmemiş. Dillenmediği gibi aştan, ekmekten kesilmiş, yemez içmez olmuş. Her gün Kaf Dağı’nın heybetini seyretmek için camdan bakar dururmuş. Bazen de ekmekleri küçük küçük doğrar, kuşlara verirmiş. Onlar ekmekleri yerken hayran hayran seyredermiş. Bir gün saraya bir çoban uğramış. Uğramış ama sarayın kapısından bir daha ayrılmamış. Çünkü padişahın ayın on dördü gibi kızını görünce âşık olmuş. Çoban, koyunlarını yayarken hep kızı düşünürmüş. Kavalını dertli dertli çalarmış. Allah’a kuş olup kızın penceresine konmak için dua edermiş. Ne kadar canıgönülden dua etmişse çobanın dileği kabul olmuş. Her akşam tüyleri gümüş gibi parlayan bir ak güvercin olup kızın penceresine konarmış. Bir zaman sonra kız, ak güvercine çok alışmış. Onu görmediği gün uyumazmış. Her gece Allah’a: — Allah’ım, bu ak güvercine bir can ver de bana can yoldaşı olsun, diye dua eder, yalvarırmış. Bir gün kızın dileği kabul olmuş. Ak güvercin, olmuş bir delikanlı. Bu ikisi can yoldaşı olmuşlar. Bir araya gelip birbirlerine ne anlatıyorlarsa anlatıp anlatıp gülüyorlarmış. Böylece zaman su gibi akıp geçmiş. Padişah, kızının böyle gülüp eğlendiğini gördükçe Allah’a şükredermiş. Şükretmeye edermiş de kızın bu hâllerini gördükçe şaşırırmış da! Padişah, bu durumu öğrenmek için bir gece kızın odasına varmış. Kapının önüne vardığında içerden gülme, eğlenme sesleri geliyormuş. Kapının aralığından usulca gözetlemiş. Bir de ne görsün? Sarayın çobanı kızının yanında yiyip içiyor, çoban söylüyor, kız gülüyormuş. Padişah hiç sesini çıkarmamış, usulca oradan ayrılmış. Sabah olmuş, erkenden emir vermiş ki: — Sarayın çobanını bulun! Zindanın en dibinde bir yere atın! Askerler, çobanı bulup getirmişler, zindana atmışlar. Çoban başına gelenden bir şey anlamamış, ama kaderine razı olmuş. Padişahın kızının gülen yüzü yeniden solmuş. Yemeden, içmeden kesilmiş. Padişah her tarafa haber salmış. — Kızımı kim konuşturup güldürürse ona vereceğim, demiş. Bu haber ülkenin her tarafında, diğer yedi ülkede de duyulmuş. Kıza gönlü düşen ne kadar adam varsa hepsi kızı güldürmek için, konuşturmak için saraya gelmişler. Hepsi elinden ne geldiyse yapmış, ama hiçbiri başaramamış. Bu haber çobana kadar ulaşmış. Padişahın huzuruna çıkmak istemiş. — Padişahım, zindandaki çoban da şansını denemek ister, ne dersiniz, demişler. Padişah kabul etmeyip: — Çoban da kim oluyor ki benim kızımı konuştursun, güldürsün, demiş. Sonunda padişah razı olmuş, çobanı çağırtmış.  Çoban: — Padişahım, güzeller güzeli kızınızı dillendirmeyi, güldürmeyi dilerim, demiş. O da: — Ey mel’un! Hekimlerin, âlimlerin, sihirbazların yapamadığını sen nasıl yapacaksın, diye küçümsemiş. Padişah bir umut diyerek çobanı kızının yanına götürmüş. Kız, çobanı görür görmez sevinmiş. Gülmez yüzü gülmüş, babasının dizine kapanmış: — Yüceler yücesi babacığım! Sen ki halkına merhameti eksik etmezsin. Benden de merhametini eksik etme! Bırak bu ak güvercin çobanla evlenelim, demiş. Padişah, kızının konuştuğunu görünce çok sevinmiş. Sevincinden ülkesinde kırk gün, kırk gece bayram ilan etmiş. Herkes yemiş, içmiş, eğlenmiş. Ama çobana kızıyla evlenebilmesi için şart üstüne şart koşmuş. — Yedi tepede bulunan yedi canavarı öldürürsen, ülkeyi bu belalardan kurtarırsan sana kızımı veririm, demiş. Çoban, padişahın şartını kabul etmiş. Yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş. Sonunda tepenin birine varmış. Varmış varmasına da canavarı görünce çok korkmuş. Bir ağacın gölgesine oturmuş, kara kara düşünmeye başlamış. Derken uykusu gelmiş, uyumuş. Rüyasında ak sakallı bir ihtiyar görmüş. Ak sakallı ihtiyar: — Ey oğul! Buralara niye geldiğini biliyorum. Dilerim ki beklediğimiz çoban sen olasın. Her canavarın bir azası eksiktir. Birinci canavarın gözü kördür. Alnından öldür. İkinci canavar duymaz. Arkasından öldür. Üçüncüsü her ağzını açtığında alev püskürtür, yanına su al! Dördüncü canavarın kuyruğu kısadır, kuyruğundan öldür! Beşinci canavarın tek ayağı vardır, yedi kılıç sapla, kaç! Seni kovalar, daha sonra kendisi ölür. Altıncı canavarı karnından öldür! Yedinci canavara sıra gelince işin zor. Öldürdüğün öbür canavarları yedinci tepeye taşıyacaksın! Bunların hepsinin boynuna ip bağlayıp bir ağaca asacaksın! Geride kalan canavar eğer kokuyu alır da gelirse günlerce o ağacın altında ağlayacak, sonra da kendini öldürecek. Allah yardımcın olsun, demiş, kaybolmuş. Çoban korkuyla uyanmış. Sağ elinde bir kılıç varmış. Kılıcın baş kısmına canavar resmi nakşedilmiş. Diğer taraflarında da altı tane yakut taşı varmış. Kılıç elinde yola düşmüş. Birinci canavarı bulmuş. Ak sakallı adamın dediği gibi kılıcı canavarın alnına saplamış, canavar ölmüş. Oradan ikinci tepeye gitmiş. Kılıcını çekip canavarın arkasına saplamış, öldürmüş. Arkasından üçüncü tepeye gitmiş. Oradaki canavarı ağzından alev püskürtürken görmüş. Hemen elindeki suyu canavara atmış. Atar atmaz o da ölmüş. Sıra gelmiş dördüncü tepeye. Tepeye varmış, canavarın zaten kısa olan kuyruğunu kılıcıyla kesmiş. Daha da kısaltmış. O canavarı da öldürmüş. Beşinci tepeye varmış. Canavarın bacağına yedi kere vurmuş, kaçmış. Canavar, çobanı kovalamaya başlamış. Kovalamış, kovalamış, sonra da düşüp ölmüş. Altıncı tepeye varan çoban, canavarın karnına kılıcı saplayıp öldürmüş. Çoban, bütün canavarları teker teker yedinci tepeye taşımış. Hepsini birbirine bağlamış, ulu bir ağaca asmış, beklemeye başlamış. Zavallı çoban beklemiş de beklemiş. Derken bir yaz, bir kış geçmiş. Artık gücü bitmiş, umudu tükenmiş. Geri dönmeyi düşündüğü bir gün yedinci canavar ortaya çıkmış. Çoban hemen bir dağın tepesine çıkmış, canavarı gözetlemeye başlamış. Canavar, ötekileri ağaçta asılı görünce gürül gürül ağlamaya başlamış. Yedi gün mü, yedi yıl mı, yetmiş yıl mı ağlamış, bilinmez. Tepe, canavarın gözyaşlarından derya denize dönmüş. Sonunda kuyruğunu kopartmış, oracıkta ölmüş. Ak güvercin çoban, yedi devi omzuna atmış, sarayın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş, sonunda saraya varmış. Padişah, karşısında çobanı görünce çok şaşırmış. Çünkü şimdiye kadar devleri öldürmeye kim gitmişse hiçbiri sağ dönmemiş, gidip de gelen olmamış. Çobanın gelişi hoşuna gitmemiş, ama ülkesinin bu beladan kurtulmasına çok sevinmiş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Ama padişah, ak güvercin çoban ile kızının evlenmesi için hâlâ emir vermemiş. Kız bu duruma pek üzülmüş, sonunda mahcup bir vaziyette babasının yanına varmış:  — Ey, bu ülkenin padişahı, canım babam, ne olur beni ak güvercin çobanla evlendir, demiş. Padişah, kızına kıyamamış, ama çobanla da evlenmesine bir türlü gönlü razı olmuyormuş. Çobanı huzuruna çağırtmış. Yeni emirler vermiş: — Eğer uçan bir tahta at yaparsan bu sefer kızımı sana vereceğim, söz, demiş. Çoban çaresiz bunu da kabul etmiş. Gecesini gündüzüne katmış, çabalamış. Derken aradan aylar geçmiş. Çoban, uçan atı alıp sarayın kapısına varmış. Meğer padişah, çobandan kurtulmak için tahta atı istemiş. Padişah, çobandan umut kestiği sırada karşısında görünce yine çok şaşırmış. Çoban, padişahın yanında uçan ata binmiş. Biner binmez uçmaya başlamış. Padişah: — Olacak şey mi bu? Bir çoban bunu nasıl yaptı, demiş, ama kızı yine vermemiş. Padişahın kızı ve ak güvercin çoban, padişahın sözünde durmamasından artık çok yorulmuşlar. Bir gece sözleşip uçan ata binerek kaçmışlar. Kaf Dağı’nın üzerinden geçerken kız üşümüş. Bunun üstüne çoban bir ateş yakmış. Yaktıktan sonra da uykuya dalmışlar. Uçan at yanmaya başlamış. Kız, Kaf Dağı’nın bir tarafına; çoban da öbür tarafına düşmüş. Çoban günlerce, aylarca Kaf Dağı’nda sevdiği kızı aramaya başlamış, ama bir türlü bulamamış. Derken yolu bir ülkeye düşmüş. Çeşmenin başına oturmuş, etrafı seyre dalmış. Herkesin önünde on, on beş kaz, geçip gidiyorlarmış. Çoban dayanamamış: — Ey ahali, böyle nereye gidiyorsunuz, diye sormuş. — Hiç sorma! Bizim ülkemizde herkes kaz besler. Biz de onları sürüler hâlinde yaymaya göndeririz. Ama çobanımız öldüğü için çobansız kaldık. Biz de kendimiz götürüyoruz, demişler. Çoban bunu duyduğuna öyle sevinmiş ki: — Kabul ederseniz ben çobanınız olurum.  Yatacak bir yer, biraz da yemek neyime yetmez, demiş. Ahali kabul etmiş. Daha önce koyun, kuzu yayan çobana kazlarını teslim etmişler. Bu böyle aylarca sürmüş. Bir zaman sonra ülkenin padişahı hakkın rahmetine kavuşmuş. Halk çok üzülmüş. Hem de yeni padişahın nasıl biri olacağını düşünüp duruyorlarmış. Sonunda bir âlim zata danışmışlar. O da kararını halka açıklamış: — Ey ahali! Padişahımızın ak güvercinini kafesinden çıkarıp göğe salalım. Kimin başına konarsa padişah o olsun, demiş. Ahali kabul etmiş. Ak güvercini göğe salmışlar. Herkes heyecanlanmış, kendi başına konmasını istemiş. Kimin başına konacak acaba diye beklerken ak güvercin bir süre havada süzülmüş, sonra da taklalar atmış. Gelmiş, çobanın başına konmuş. Ahali bunu kabul etmemiş. Âlim zat akıllı; demiş ki: — Bir kere daha deneyelim, ama yine çobanın başına konarsa yapacak bir şey yok. Güvercini bir daha gökyüzüne salmışlar. Güvercin dönmüş, dolaşmış, gelip yine çobanın başına konmuş. Artık yapacak bir şey olmadığı için çobanı padişah yapmışlar. Biz gelelim padişahın dünya güzeli kızına. Kız, Kaf Dağı’nın öbür tarafında ak güvercini aramak için dolanıp durmuş. Bir zaman sonra büyük bir sürüye rastlamış. Sürüye yaklaşmış, sürünün sahibinden bir tas süt istemiş. Sürü sahibi, kızı görünce ona âşık olmuş. Kıza: Güzeller güzeli! Ayın on dördü! Ceylan bakışlı! Canıma can olur musun, demiş. Kız da: — Benim canım bende değildir, demiş. Sürü sahibi: — Öyleyse altın gibi parlayan sarı saçlarından bir tutam verir misin, demiş. Kız da: — Eğer bir koyun keser, yüzülmüş derisi ile üzerindeki elbiseleri verirsen kabulümdür, demiş. Karşılıklı anlaşmışlar. Sürü sahibi, koyunu kesip derisini, üzerinde ne var ne yoksa onları çıkarıp kıza vermiş. Kız da saçından bir tutam kesip sürü sahibine vermiş. Kız, koyun derisinin içini dışına getirip kafasına geçirmiş, adamın elbiselerini de giymiş. Tam bir kel oğlan olmuş. Böyle böyle dolaşırken dağlar aşmış, tepeler aşmış. Sonunda yolu ak güvercin çobanın olduğu ülkeye düşmüş. Bir çeşme görmüş. Çeşmenin başına varmış, bir su içmiş. Çeşmenin başında ak güvercin çobanın hayali varmış. Oradaki kızlara sormuş: — Canım bacılar, bu hayali tanır mısınız? Kızlar gülüşmüş: — O, bu ülkenin padişahıdır, demişler. Kız orada bayılmış. Hemen padişaha haber uçurmuşlar. — Böyle böyle oldu. Acep bu yabancı nereden gelip nereye gitmektedir, demişler. Padişahın aklına kurt düşmüş. O da bu yabancıyı merak etmiş. Çeşmenin başına varmış. Varmış varmasına da dağda, taşta aradığı, sevdiği dünya güzeli kızı tanıyamamış. Bu delikanlıyı saraya götürmeleri için emir vermiş. Alıp saraya götürmüşler. Kırk gün, kırk gece misafir etmişler. Bir dediğini iki etmemişler. Kırk günden sonra delikanlı saraydan ayrılmak için izin istemiş. Vezir: — Delikanlı, bir gece daha kal! Padişahımız her yıl ülkenin bütün kızlarını saraya çağırır, toplar. Onları yedirir, içirir, gönderir, demiş. Kız: — Padişah bunu niye yapıyor, diye sormuş. Vezir sebebini tek tek anlatmış. Kız, bu padişahın ak güvercin çoban olduğunu anlamış, kabul etmiş. Akşam olmuş, bütün kızlar toplanmış. Bu kız da başındaki koyun derisini çıkarmış, giyinip süslenmiş. Padişahın davetine katılmış. Padişah, kızı görür görmez tanımış. Böylece kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine... Gökten üç elma düştü. Biri anlatana, biri dinleyene, biri de masal sevenlere...  
Ak Güvercin Çoban
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AKILLI BAHÇIVAN Var varanın, sür sürenin Baykuşu çoktur viranın Destursuz bağa girenin Hâli budur hey! Güzelleri seçerek, çirkinlere çirkef atarak… Sevdiğim sen sandığa gir, ben sepete! Vara vara vardım bir fırının önüne İki elimle bir ekmek kavradım Sıcacık ayrana doğradım… “İlla samur samur!” diye sandıcağım Hayal ile yandıcağım Bu da para ile olur be hey sevdiceğim!.. Atı pekmeze verdim; “Dorudur” diye… Bir tekme vurdu; “Geri dur!” diye… Gülleri cebime koydum; “Darıdır” diye… Galata Kulesi’ni belime soktum; “Borudur” diye… Kız Kulesi’ni belime yükledim; ”Ayıdır” diye… Beni tımarhaneye götürdüler; “Delidir” diye… Masaldır bunun adı Yalan söylemekle çıkar tadı Bu söylediklerimin hepsi yalandı… Vakti zamanında bir hükümdar varmış. Çiçeğe, çimene pek meraklıymış. Bahçesine baksın diye de bir bahçıvanı varmış. Hükümdar, her yerden fidanlar, filizler getirmiş, bahçesinin her yerine diktirmiş. Bahçıvan, bunlara gözü gibi bakıyormuş. Hepsi bir yandan yeşermiş, boy atmışlar. Artık çiçek açmaya da başlamışlar, ama bahçıvan bunlardan memnun değilmiş. Aradan bir zaman geçmiş. Hükümdar, bir gün bahçeye inmiş. Bahçıvanı yanına çağırmış: — Oğlum, bahçe pek güzel olmuş. Bahçemizde eksik bir şey var mı, diye sormuş. Bahçıvan: — Efendim, Allah ömürler versin, türlü türlü her şeyimiz var, ama bir gül ağacımız yok, demiş. Hükümdar: — Ondan kolay ne var evladım? Hemen senin istediğin gül ağacını bulup getirteyim, demiş. Derken bahçıvanın istediği gül fidesini bulup getirmişler. Bahçıvan, fidanı görünce şaşırmış. İstediği gül fidanıymış, ama ufacık, domates fidesi gibi bir şeymiş. Bunu ekmiş, gözü gibi bakmış, güzelce yetiştirmiş. Zamanı gelince bahçede gül ağacı gonca vermeye başlamış. Aman bir güller açmış ki sormayın. Bahçıvan, bu güller açtıkça seviniyormuş; “Az daha açsınlar da bu güllerden koparıp hükümdarın masasına koyayım. Koyayım da bahşişimi de alayım,” diye düşünüyormuş. O gün sabahtan kalkmış ki gülleri kopara… Amaaan! Bir de ne görsün? Bülbül, gülü deşelemiş, darmadağın etmiş, her bir tarafa saçmış. Bahçıvan çok üzülmüş. Üzgün üzgün hükümdarın yanına varmış: — Hükümdarım, Allah uzun ömür versin! Filan senedeki, filan tarihteki getirip diktiğimiz gül ağacını yetiştirip büyüttüm. Pek güzel oldular. Bu sabah gülleri derip getirecektim. Masana koyup bahşişimi alacaktım. Amma bahçeye vardım ki bülbüller gülleri deşmiş, her bir yana dağıtmış, demiş. Hükümdar: — Olsun oğlum, bülbüle de bir eğlence olmuş o güller... Amma bülbüle de kalmaz, demiş. Bahçıvan, bir şey anlamamış: — Niye ki, diye sormuş. Hükümdar da: — Hani, senin gönlünü kırdı ya, seni incitti ya, demiş. Bahçıvanın yatağı bahçenin içindeymiş. Bir gün bakmış ki bir yılan sıyrıla sıyrıla ağaçtan iniyormuş. Meğer o ağacın tepesinde bülbüllerin yuvası varmış. O günden sonra bir gün, iki gün derken bülbüllerin sesi, soluğu kesilmiş. Her gün seher vakti öten bülbüllerin hiç sesi çıkmıyormuş. Bahçıvan, kendi kendine; “Ya, bu bülbüllere ne oldu? Her gün güzel güzel ötüyorlardı,” diye merak etmiş. Hemen ağaca tırmanıp yukarı çıkmış. Bakmış ki ağaçtan sıyrılıp inen o yılan, bülbüllerin ikisini de sokmuş, öldürmüş. Bahçıvan: — Ula! Hükümdarın sözü çıktı. “Bülbüllere de kalmaz.” dediydi ya... Demek ki yılan bunları soktu, öldürdü, demiş. Neyse, sabah olunca hükümdarın huzuruna varıp demiş ki: — Hükümdarım, Allah ömürler versin! Sizin geçen günkü sözünüz çıktı. Hükümdar: — Ne evladım, hangi sözüm, diye sormuş. Bahçıvan: — “O bülbüllere de kalmaz.” dediydin ya! Bugün yatıyordum, bülbüllerin kaç gündür sesi, soluğu çıkmıyordu. Ağaca çıkıp baktım ki bülbüllerin ikisi de ölmüş. Geçen gün ağaçtan bir yılan sıyrıla sıyrıla indiydi. Demek ki o yılan sokmuş, öldürmüş, deyince hükümdar: — Oğlum, o yılana da kalmaz, diye cevap vermiş. Aradan bir zaman geçmiş. Bahçıvan, eline beli* alıp bahçeyi bellemeye başlamış. Bele bir şey takılmış. Şöyleydi ha, böyleydi ha, derken bakmış ki yılanı ortasından ikiye ayırmış; “Ula! Hükümdarın dediği yine çıktı. Görüyor musun? Yılanı kestik,” diye söylenmiş. Yine hükümdarın huzuruna varmış: — Hükümdarım, Allah ömürler versin! Yine sözün çıktı, demiş. Hükümdar: — Ne? Ne sözü, diye sormuş. — Bugün bahçeyi belliyordum. Bele bir şey takıldı. Şöyle bir vurduydum, belinin ortasından yılanı ikiye kesmişim. Kuyruk bir yana gitti, baş bir yana, demiş. Hükümdar da: — Eeee… Oğlum, öyleyse sana da kalmaz, demiş. Düşmez, kalkmaz bir Allah! Büyükler de hata eder… Büyüklerin yanında da hata edilir… Efendim, derken bahçıvan da bir gün bir hata işlemiş. Hükümdar, buna çok kızmış. — Bahçıvan idamlık! Çabuk darağacı kurun, asın, diye emretmiş. Hükümdar böyle deyince bahçıvan düşünmüş; “Ula! Hükümdarın bu sözü de çıktı,” demiş. Darağacına giderken hükümdara dönmüş: — Hükümdarım, Allah size ömür versin! Bana müsaade et, bir çift sözüm var, demiş. Hükümdar: — Söyle bakayım, sözün neymiş, diye sormuş. Bahçıvan, başlamış sıralamaya: — Bülbül, gülü darmadağın etti; “Ona kalmaz.” dedin. Yılan, bülbülleri öldürdü; “Ona da kalmaz.” dedin. Yılanı ikiye kestim; “Sana da kalmaz.” dedin. Bana da sen sebep oluyorsun hükümdarım. Senin ayağına da dolaşır, demiş. Bahçıvan böyle deyince hükümdar şöyle bir düşünmüş: — Ulan bahçıvan! Seni affettim, hadi git işine, serbestsin, demiş. Böylelikle bahçıvan asılmaktan kurtulmuş...   *   bel: Toprağı aktarmaya veya işlemeye yarayan, uzun saplı, ayakla basılacak yeri tahta, ucu sivri kürek veya çatal biçiminde bir tarım aracı.
Akıllı Bahçıvan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AKILLI İLE DELİ OĞLAN Bir akıllı, bir de deli kardeş varmış. Bunlar koyun güderlermiş. Biri demiş ki: — Kardeş, ahırın kapısını açalım. İçeride kalan davarlar bana, dışarıda kalanlar sana. Akıllı, içeride kalan davarları, deli de dışarı çıkan davarları seçmiş. Davarlardan sadece bir tanesi dışarı çıkmış. Akıllı: — Vay! Bu niye böyle oldu, demiş, sinirlenmiş. Daha sonra bunlar söğüdün altına gitmişler, oturmuşlar. Orada da kazlar varmış. Kazlara bakmışlar ki hepsi kaşınıyor. Akıllı: — Bunların nesi var, kaşınıp duruyorlar? Bit düşmüş herhâlde, demiş. Deli kardeş, bir kazan su kaynatmış, bunları kazana sokup sokup yıkamaya başlamış. Kazanda yıkadığını tara* fırlatıyormuş. Kazların hepsi ölmüş. Akıllı kardeş gitmiş, bir söğüdün altına oturmuş. Deli kardeş de sırtına kapıyı, boynuna da çerçeveyi yüklenmiş, gitmiş. Öbür ağacın altına da bu oturmuş. Akıllı demiş ki: — Hadi, şunu sırtına aldın da bunu niye boynuna geçirdin? Bir de bakmışlar ki karşıdan atlılar geliyor. Akıllı kardeş: — Bunlar eşkıya! Hadi söğüdün dalına çıkalım, demiş. Deli de tutturmuş ki: — Ağaca sırtımdakiyle, boynumdakiyle beraber çıkacağım! İnat etmiş, güç bela çıkmışlar. Eşkıyalar gelmiş, söğüdün dibine oturmuşlar, para sayıyorlarmış. Deli kardeş ağacın başında kıpırdayınca eşkıyanın birinin kafasına bir şey düşmüş. Eşkıyalar ilk başta aldırış etmemişler. Daha sonra boynundaki kapıyla sırtındaki çerçeve de düşünce eşkıyalar korkup kaçmışlar. Akıllı kardeş, altınların üstüne düşmüş. Deli kardeş de yamşıların* üzerine düşmüş. Akıllı olan altını, deli de yamşıları almış. Eve dönerken yağmur yağmaya başlamış. Akıllı kardeş, deliden yamşıyı istemiş. Deli de: — Altın verirsen veririm, demiş. Akıllı: — Tamam, veririm, demiş. Çıkarmış, altın vermiş. Deli de verdiği altının büyüklüğü kadar yamşıdan parça kesip vermiş. Akıllı kardeş demiş ki: — Niye böyle yapıyorsun? Beş tane yamşıdan birini bana versen de ben de yağmurdan kurtulsam! Deli de demiş ki: — Daha ne kadar vereyim? Altının ne kadarsa o kadar veriyorum. Akıllı bir tane daha altın vermiş. Deli yine o büyüklükte kesmiş, vermiş. Akıllı kardeş de altının bile bazı zamanlarda önemsiz olduğunu anlamış, olanlardan ders almış. Altınını kardeşiyle paylaşmış, evlerine gitmişler. Mutlu, mesut yaşamışlar...   * tar: Raf. * yamşı: Yağmur ve soğuktan korunmak için kıldan, keçeden yapılmış üst giysisi.
Akıllı ile Deli Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ALİ BAĞDAT KUŞU Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Diyarların diyarında, yerle göğün birleştiği ırak bir yerde bir memleket varmış. Bu memlekette tüccarlık yapan zengin bir Yahudi yaşarmış. Bu Yahudi’nin güzeller güzeli üç tane de kızı varmış. Kızlarını çok severmiş, bir dediklerini iki etmezmiş. Bu tüccar, her sene mal getirmek için başka bir şehre gider, çeşit çeşit mallar alırmış. Her gidişinde kızlarına sorar, onlar ne isterse alır getirirmiş. Büyük kızlar, elbise istermiş; ayakkabı, terlik istermiş; inci, mercan istermiş. Küçük kız da her defasında babasının sağlığını dilermiş. Yine bir gün tüccar, mal getirmek için yola çıkacakmış. Kızlarını yanına çağırıp: — Yakın zamanda ticaret için, mal getirmek için yola çıkacağım. Söyleyin bakalım, benden ne istiyorsunuz, diye sormuş. Büyük kız: — Bana çok süslü, işlemeli bir elbise ile bir de ayakkabı getir, demiş. Öbür kız da: — Bana dünyada bir daha eşi benzeri olmayan bir mücevher getir, demiş. Sıra akıllı mı akıllı olan küçük kıza gelmiş. — Eee! Sen ne istiyorsun bakalım, diye sormuş babası. Küçük kız: — Ne isteyeceğim baba! Sadece canının sağlığını isterim. Sen sağ git, selâmet gel, bana yeter, demiş. Tüccar, küçük kızını dizinin dibine oturtmuş. Bir yandan saçlarını okşamış, bir yandan da: — Kızım, hep böyle diyorsun, sağ ol, ama her yola gidişimde ablaların onca şey istiyor, sen hiçbir şey istemiyorsun. Benim içime sinmiyor. Hem senin hakkın bende kalıyor. Bu defa olsun bir şey iste de getireyim, diye ısrar etmiş. Kız, yine bir şey istemediğini söylemiş, ama babası: — Ne istiyorsan iste! Söz, getireceğim, demiş. Tüccar, o kadar ısrar etmiş ki kız, babasının ısrarına dayanamayıp: — Madem çok istiyorsun, ben de senden Ali Bağdat Kuşu’nu istiyorum, ama eğer bulup getiremezsen önün dağ, ardın duman ola! Eğer istediğimi hatırlarsan ardındaki dumandan ancak bir adam geçecek kadar açıla, demiş. Babası: — Hay hay kızım. İnşallah bulur da getiririm, demiş. Tüccar, sabah kalkmış; develerini, atlarını, katırlarını yanına almış. Ailesiyle vedalaşmış, yola düşmüş. Tüccar mal getirmeye gitmekte olsun, ablaları küçük kızla alay etmeye başlamışlar. Vay neymiş efendim; “Hiç böyle bir şey var mıymış ki getireymiş. Ali Bağdat Kuşu ne ki istiyorsun.” gibi söylene söylene kızın kulağını kurutmuşlar. Tüccar, kırk gün, kırk gece yol gittikten sonra şehre varmış. Alışverişini yapmış. Büyük kızlarının ısmarladıklarını aramış, bulmuş. Malı mülkü develere, atlara, katırlara yüklemiş, gerisin geri yola düşmüş. Aradan aylar geçmiş, küçük kızın istediğini unutmuş, aklına bile gelmemiş. Günlerce yol gelmiş. Yolu yarıladığı sırada bir gürültü kopmuş. Sanki önüne bir dağ çekilmiş. Öyle korkmuş ki ne var ne yok bırakıp kaçmak istemiş. Bir de arkasına dönüp bakmış ki uzaktan yoğun bir duman, kendine doğru geliyor. Sanki boğulacak gibi olmuş. Önündeki dağla arkasındaki duman birbirlerine doğru yaklaşıyormuş. Tüccar, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyormuş. Tam o sırada küçük kızının dediklerini hatırlamış. Adam, hemen arkasına dönmüş, dumanın arasından bir kişinin geçeceği kadar yer açılmış. Duman da daha ilerlememiş. Yahudi tüccar, o aralıktan çıkıp tekrar şehre geri dönmüş. Önüne gelene Ali Bağdat Kuşu’nu sormuş. Nasıl bir şeyse kimse bilememiş. Gide gide yolda bir kadına rastlamış. — Bacı! Canım bacı! Belki sen bilirsin. Ali Bağdat Kuşu’nu arıyorum. Acep bulabilir miyim, diye sormuş. Kadın: — Ali Bağdat Kuşu’nu bulup da ne yapacaksın, demiş. Tüccar da: — Benim dünya güzeli bir kızım var, kuşu o istedi. Onun istediğini bulamazsam memleketime geri gidemem, demiş. Kadın: — Ali Bağdat Kuşu’nu bulamazsın. O, bir peri padişahıdır. Hem de uğursuzluk getirir, demiş. Tüccar, meraklanmış: — Ben onu nerede bulurum, sen hele bir söyle, demiş. Kadın da nazlanmış. — Ben onun yerini nereden bileyim, bilmem ki, demiş. Yahudi, bakmış ki kadın konuşmuyor, nazlanıyor. Hemen kesesinden bir altın çıkarıp vermiş ve demiş ki: — Şimdi söyle bakayım, bu kuşu nerde bulurum? Kadın: — Şu ilerdeki sokağın sağına sap! Karşına büyük bir yapı çıkar. İşte Ali Bağdat Kuşu, orada annesiyle beraber yaşar, demiş. Tüccar, hemen kadının tarif ettiği yere gitmiş, kapıyı çalmış. Kapıyı nur yüzlü, yaşlı bir kadın açmış. Kadın, tüccara: — Sen kimsin oğul, buraya niye geldin, diye sormuş. Tüccar da: — Ben bir Tanrı misafiriyim, beni içeri alırsanız meramımı anlatırım, demiş. İhtiyar kadın: — O ne demek!.. Kapımız Tanrı misafirine de açık, bizi deyip gelene de açık, demiş. Tüccar, yaşlı kadınla konuşmuş, derdini anlatmış. Bir müddet sonra yaşlı kadın: — Oğul, az sonra benim oğlum gelir. Ne de olsa bir peridir. Sana bir kötülüğü dokunmasın. Sen şuraya saklan, şu delikten bizi gözle! Ne olup bitiyor, kendi gözünle gör! Ben oğluma bir sorarım, uygun görürse seni içeri alırım, demiş. Tüccar, olduğu yerden etrafı seyrediyormuş. Ortada altından bir masa, üstünde de altın bir sandalye varmış. Sandalyenin üstünde kuş tüyü bir minder, minderin üstünde de içinde su olan altın bir tas duruyormuş. Sağı, solu incelerken evin üstünü bulutlar kaplamış. Gök gürlemiş, şimşekler çakmaya, yağmur yağmaya başlamış. Evin tavanı ortadan ikiye yarılmış, içeriye süt gibi bembeyaz bir güvercin girmiş. Altın tasın içindeki suya girip çıkmış. Bir silkelenmiş, bir daha silkelenmiş, bütün tüyleri dökülmüş. Meğer bu Ali Bağdat Kuşu’ymuş. Hemen bir elbise giymiş, annesinin elini öpmüş, kuş tüyü minderin üstüne oturmuş. Minder iki taraftan yukarı kalkmış, Ali Bağdat Kuşu içinde gömülüp kalmış. Annesiyle karşılıklı sohbet etmeye başlamışlar. Bir ara annesi, Ali Bağdat Kuşu’na: — Oğlum, buraya bir insanoğlu gelse ne yaparsın, diye sormuş. O da: — Ne mi yaparım? Hiçbir şey yapmam. Yedirir, içirir, sohbet ederim, demiş. Annesi, oğlunun fikrini öğrenince Yahudi tüccarı içeri almış. Altına tüy minder koymuş, ama ne minder! Tüccar, oturur oturmaz minderin içine gömülmüş, sadece başı görünüyormuş. Hoş beşten sonra Ali Bağdat Kuşu, tüccara: — Beni kimseler bilmez, tanımaz. Buralara ne diye geldin? Söyle bakalım, demiş. Tüccar, olanı biteni anlatmış. — Ali Bağdat Kuşu’nu almadan tövbe memleketime gidemem, demiş. Ali Bağdat Kuşu, tereddüt etmiş, Yahudi’ye inanmamış. Yahudi, o kadar dil dökmüş, o kadar el etek öpmüş ki sonunda Ali Bağdat Kuşu’nu inandırmış. Ali Bağdat Kuşu: — Demek öyle… Gidelim bakalım, Allah ne gösterir, ama sen şimdi git! Aynı burada gördüğün gibi bir yer hazırla, ben kırk gün sonra gelirim, demiş. Tüccar, sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Hemen kervanın yanına dönmüş, memleketinin yoluna düşmüş. Yahudi tüccar, günlerce yol gelmiş. Hiçbir engel de çıkmamış. Evine varınca kızları onu kapıda karşılamış. Tüccar, malı mülkü yerine indirdikten sonra evine gelmiş. Önce büyük kızın istediği süslü elbise ile ayakkabıyı vermiş. Sonra da öteki kıza getirdiği mücevheri vermiş, ama küçük kıza hiçbir şey vermemiş. Büyük kızlar, hediyelerine çok sevinmişler. Küçük kız ne sormuş ne de söylemiş. Yahudi tüccar, işlerini yoluna koyduktan sonra bir saray yaptırmış. İçini de aynı Ali Bağdat Kuşu’nun evi gibi döşemiş. Hiçbir şey söylemeden küçük kızı getirip buraya koymuş. Otuz dokuz bitip kırkıncı gün olunca Ali Bağdat Kuşu bu saraya, kızın yanına gelmiş. Aman nasıl sevinmişler, nasıl sevinmişler! Hele de küçük kız… Neyse, kırk gün, kırk gece düğün yapılmış; bunlar evlenmişler. Mutlu mesut yaşamaya başlamışlar; ama öteki kızlar, bacılarının bu mutluluğunu çekememişler. Kahırlarından çöpe dönmüşler. Hasetlerinden çatır çatır çatlamışlar. — Bu böyle olmayacak. En iyisi biz bunlara bir oyun edelim, diyerek planlar yapmaya başlamışlar. Bacılarına: — Bacı, senin kocan peri padişahı değil mi? Sen onun tılsımını biliyor musun, diye sormuşlar. Kız da: — Yok, bilmiyorum, demiş. — Aman, hiç öyle şey olur mu? İnsan, kocasının tılsımını bilmez mi? Hele bir öğren, neymiş, diye kızı fitlemişler*. Kız, düşünmüş, taşınmış, kocasını sıkı sıkı takip edip onun tılsımını öğrenmiş. Büyük bacılarına söylemiş. Ali Bağdat Kuşu, her cuma cirit meydanına gider, cirit oynarmış. Büyük kızlar, kendi aralarında: — Hani Ali Bağdat Kuşu her cuma cirit oynamaya gidiyor ya. İşte biz de bacımızı kandırıp cuma günü hamama götürelim, onlara bir oyun oynayalım, diyerek kurdukları tuzağı iyice kafalarına yazmışlar. Cuma günü olmuş, kızın sarayına varmışlar. — Bacı, hadi hamama gidelim, demişler. Kız kabul etmemiş. Yalvar yakar olmuşlar. Allem edip, gallem edip kızı kandırmışlar. Kız, acele acele hamam bohçasını hazırlamış, kapıdan çıkmışlar. Öbür kızlardan biri: — Aman, tüh! Görüyor musun? Ben sabun almayı unuttum, demiş. Sonra da içeri girmiş. Hemen cebindeki tarağı altın tasın içindeki suya koymuş, dışarı çıkmış. Dışarı çıkar çıkmaz evin üstüne bulut toplanmaya başlamış. Küçük kız, bunu görünce: — Aha, kocam geliyor. Ben hemen eve gideyim, demiş. Fakat ablaları, kızı bırakmamışlar. Ali Bağdat Kuşu, yıldırım gibi gelip damdan içeri girmiş. Tüylerinden kurtulmak için altın tasın içine girince tarak göğsüne batmış. Feryat figan ederek uçup anasının evine varmış. Anası, Ali Bağdat Kuşu’nu böyle görünce ne kadar doktor var, ne kadar hekim varsa hepsini çağırmış. Oğlunu iyi edemeyenlerin başını kestirmiş. Ali Bağdat Kuşu, göğsündeki yarayla acılar içinde yaşamaya çalışıyormuş. Olan bitenden haberi olmayan kız, hamamdan gelmiş ki kocası yok! Evin her yanını aramış, taramış yok! Evinde oturup kırk gün, kırk gece kocasının gelmesini beklemiş. Kırk günden sonra gelen giden olmayınca Ali Bağdat Kuşu’nu aramaya karar vermiş. Ayağına demir çarık, eline de demir âsâ yaptırmış. Belindeki kuşağın içine de altın liralar koymuş, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş… Gide gide yolda bir çobana rastlamış. Ona bir altın lira vermiş; bir koyun kesip karnını da kendisine vermesini istemiş. Çoban lirayı almış, kızın dediğini yapmış. Kız, koyunun karnını temizlemiş, başına geçirmiş, olmuş bir kel oğlan! Yine düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş. Ali Bağdat Kuşu’nu aramaktan ayağındaki demir çarık delinmiş, elindeki demir âsâ eskimiş, yine bulamamış. Artık öyle yorulmuş ki bir çeşmenin başına oturup dinlenmeye başlamış. Az sonra kulağına sesler gelmeye başlamış. İki kurdun kendi aralarında konuştuklarını duymuş. Kurtlar, Ali Bağdat Kuşu’nun çok yaralı olduğunu, ama bir türlü kimsenin iyileştiremediğini, hâlbuki bunun çok kolay olduğunu söylüyorlarmış. Kız, bunu duyunca daha bir dikkatli dinlemiş. İki kurdun birinin akciğeri, öbürünün karaciğerinin kavrulduktan sonra iyice dövülüp yaranın üstüne serpilirse bi-iznillâh* yaranın iyi olacağını söylüyorlarmış. Kız, hemen elindeki âsâyla kurtların başına vurup onları yere yıkmış. İki kurt da bayılmış. Atik davranıp kurtlardan birinin akciğerini, ötekinin de karaciğerini söküp çıkarmış. Sonra da yola çıkmış. Yolda gelirken bir ev görmüş, hemen evin kapısını çalmış. Kapıyı yaşlı bir kadın açmış. Kız: — Nene, şu elimdeki ciğerleri kavurmam lazım. Beni içeri al da şunları bir kavurayım, demiş. Yaşlı kadın, kel oğlan kılığındaki kızı içeri almak istememiş. Kız, belindeki kuşaktan bir altın lira daha çıkarıp kadına vermiş. Kadın, parayı görünce kızı içeri almış. Kız, içeri girmiş, ciğerleri ayrı ayrı kavurmuş, ayrı ayrı dövmüş. Her ikisini ayrı ayrı çaputlara çıkılamış*, belindeki kuşağın içine yerleştirmiş. Sonra da yaşlı kadına: — Şimdi Ali Bağdat Kuşu’nun evine gidip onun yaralarını iyi edeceğimi söyleyeceksin, demiş. Yaşlı kadın: — Kızım, deli olma! Şimdiye kadar kim geldiyse iyi edemedi de bedelini başlarıyla ödediler. Sen canına mı susadın, diye kızı caydırmaya çalışmış. Kız, kadının dediklerine hiç aldırmamış. İlla da gidip haber vermesini söylemiş. Kızın ısrarı karşısında kadın çaresiz kalmış, gidip Ali Bağdat Kuşu’nun annesine: — Evimde bir misafir var. Ali Bağdat Kuşu’nu iyi edeceğini söylüyor. Ne kadar “Olmaz!” dediysem de bir türlü ikna olmuyor. “İlla gideceğim.” deyip tutturuyor. Ne diyorsunuz gelsin mi, diye sormuş. Onlar da önce kabul etmemişler, sonra: — Şimdiye kadar kim geldiyse bir çare bulamadı. Madem öyle, bir de o gelsin, baksın. Belki çaresi bunun elindedir, diye kabul etmişler. Kadın, gelip kıza haber vermiş. Kız, onu da yanına almış, Ali Bağdat Kuşu’nun evine gitmiş. Önce yaraları eliyle temizlemiş, sonra da tozu iyice her tarafa dökmüş. Böyle kırk gün beklemişler. Kırk gün sonra Ali Bağdat Kuşu’nun yaraları geçmiş, anadan doğma gibi olmuş. Ali Bağdat Kuşu, kel oğlanın iyiliğinin altında kalmak istememiş. Ona, bacısını vermek istemiş. Kel oğlan: — Yoook! Olmaz, demiş. Bu teklifi önce kabul etmemiş. Ali Bağdat Kuşu ısrar edince: — Evlenirim, ama bir şartım var, demiş. Ali Bağdat Kuşu çok sevinmiş: — Söyle bakalım kel oğlan, şartın neymiş, diye sormuş. O da: — Evlenmeden önce seninle beraber bir hamama gidelim, diye teklif etmiş. Ali Bağdat Kuşu, kel oğlanın teklifini kabul etmiş. Beraber hamama gitmişler. Kel oğlan, hamamda başındaki karnı çıkartmış, mis gibi yıkanınca Ali Bağdat Kuşu karısını tanımış. Kız, hamamda başından geçenleri oğlana anlatmış. Olanı biteni anlayan Ali Bağdat Kuşu, kıza yeniden kırk gün, kırk gece düğün yapmış. Yemiş, içmiş muratlarına geçmişler. Bunu duyan büyük bacıları da hırslarından çatır çatır çatlamışlar. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine…   *fitlemek: Birini, başkasına karşı kışkırtmak, fitnelemek. *bi-iznillâh: Allah’ın izni ile. *çıkılamak: Bir beze sararak düğümlenmiş küçük bohça yapmak.
Ali Bağdat Kuşu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BALIK ANNE İLE KELOĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş… Çok söylemesi çok günahmış. Üç kardeş varmış; biri Keloğlan’mış. Kardeşlerin ikisi evliymiş. Kardeşleri çalışmaya gidermiş, Keloğlan evde kalırmış. Gelinler, gelip Keloğlan’a derlermiş ki: — Keloğlan, kalk, su getir! Keloğlan da: — Bugün yorgunum, yarın getiririm, dermiş. Onlar da: — Olmaz Keloğlan, derlermiş. Keloğlan, tembel, çok üşengeç, böyle kötü bir oğlanmış. Her gün böyle, her gün böyle, bunu bir türlü yola getiremezlermiş. Büyük gelin, biraz şeytanmış, Küçük geline demiş ki: — Gelin bak, biz ne yapalım biliyor musun? Keloğlan’a; “Yarın kardeşlerin gelir. Bize üzüm, fındık, fıstık getirir, biz de yeriz. Sana da vermeyiz.” dersek Keloğlan iş görür. Günlerden bir gün, yine gelmişler. — Keloğlan, evde su yoktur. Hadi biraz su getir, demişler. Keloğlan: — Bugün yorgunum, yarın getiririm, demiş. Gelinler: — Bak Keloğlan, yarın kardeşlerin gelir. Fındık, fıstık getirir, biz yeriz, sana vermeyiz, deyince Keloğlan üflemiş, püflemiş. Kalkmış, sitilleri* alıp, yola düzülüp suya gitmiş. Bundan sonra günler böyle devam etmiş. Bir gün, Keloğlan, dere kenarında buz kırmış, suları doldurmuş, kenara koymuş. Suyun akışını seyretmeye başlamış. Suyu seyrederken oradan bir alabalık geçmiş. Hemen çarpmış, alabalığı tutmuş. — Bak alabalık, seni tuttum. Şimdi götürüp seni gelinlere veririm. Gelinler, seni bir güzel temizler, kızartırlar, ben de yerim, demiş. Balık kurtulmak için hamle yapmışsa da kurtulamamış. Allah’ın emriyle dile gelmiş. — Keloğlan, beni bırak! Benim yavrularım var, şimdi beni gözlerler. İyisi mi sen beni bırak, demiş. Keloğlan, hiç aldırış etmeyip: — Yoook! Ben seni şimdi götürüp gelinlere veririm. Gelinler, temizler, kızartır, ben de yerim, demiş. Balık, yine yalvarmış: — Etme, benim çocuklarım var, beni beklerler. Tek sen ne dersen onu yaparım, yeter ki beni bırak, demiş. Keloğlan, balığın bu sözünün üstüne: — Ne yaparsın, diye sormuş. Balık: — “Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle...” dediğinde her ne istersen yerine gelir. Olur mu, demiş. Keloğlan: — Olur, iyi olur. Şimdi ben seni bırakıyorum, demiş. Balığı bırakmış, balık geçmiş, gitmiş. Keloğlan, hemen demiş ki: — Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle sitiller dolsun! Evin yolunu tutsun! Bir de bakmış ki sitiller dolmuş. Hemen evin yolunu tutmuş. Sitiller önde, Keloğlan’ın eli arkasında peş peşe eve gitmişler. Keloğlan, elini arkasına atmış, peş peşe gidiyorlar ya, konu komşu, gelinler bakmışlar ki ne görsünler? Keloğlan geliyor, ama elinde sitiller yok. Su önde, Keloğlan arkada, geliyorlar. Hepsi şaşırmış. Suyu eve koymuşlar. Keloğlan’a sormuşlar, hiçbir şey söylememiş. Günlerden bir gün, evde odun bitmiş. Gelinler: — Keloğlan, evde odun yok, demişler. Keloğlan: — Bugün yorgunum, yarın getiririm, demiş. Gelinler: — Bak Keloğlan, ağabeylerin yine gelecek. Üzüm, fındık, fıstık getirecekler, biz de sana vermeyiz, deyince üfleye püfleye kalkmış. Keloğlan: — Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle araba hazırlansın, yola düşsün, diye seslenmiş. Araba kendi kendine hazırlanmış, yola düşmüş. Keloğlan, arabanın üstüne oturmuş, ormana varmış. — Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle balta kalk, odunları kes, arabaya yükle, diye emretmiş. Kendi bir kenara oturmuş. Balta kesiyor, doğru bir şekilde kendi yükleniyormuş. İşi bitince öylece eve gelmiş. Herkes hayran kalmış. Sırrını sormuşlar, ama Keloğlan söylememiş. Bu böyle devam edip gitmiş. Günlerden bir gün Keloğlan, padişahın sarayına gitmiş. Saraya gidince padişahın kızına vurulmuş, âşık olmuş. Tabii, Keloğlan’a kız verirler mi? Vermezler... Birkaç sefer gidip gelmişler, kızı vermemişler. Meğer kızın gönlü de Keloğlan’a düşmüş. Padişah verir mi? Vermez... Ne diye versin? Bu arada padişah da hiddetlenmiş, tabii baş edememişler. Sonunda Keloğlan’ı tutmuş, bir sandık yaptırıp kızıyla Keloğlan’ı koymuş. Hizmetkârlarına dönüp: — Bunları alın, ırmağa atın, diye emir vermiş. Sandığın ağzını kapatmış, kilitlemişler. Sonra da ırmağa atmışlar. Irmakta epey bir zaman gittikten sonra Keloğlan: — Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle sandık bir kenara çekilsin, kapağı açılsın, diye seslenmiş. Sandık kenara çekilmiş, kapağı açılınca çıkmışlar ki bir dağın başı… İns yok, cin yok… Kim yok, kimse yok… Yiyecek bir şey de yok… Hiçbir şey yok… Böylece mağdur durumda kalmışlar. Keloğlan, kıza: — Sen bir padişah kızısın, ben böyle şeylere alışığım. Sense alışık değilsin. Ne yapsak, ne etsek, diye sormuş. Kız, tabii hiçbir şey bulamayacağı için Keloğlan’a: — Sen hiç korkma! Ben seni aç koymam, demiş. Tabii, bunlar yine gitmeye devam etmişler. Altın deredeki balık annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle yemekler hazırlanmış. Kız ile Keloğlan yiyip içmişler. Sonra ıssız bir dağın başına varmışlar. Padişahın evi gibi bir ev yapmışlar. Padişahın evinde olan hizmetkâr ve cariyelerin aynısından istemişler. Keloğlan, yine sihirli kelimeleri söylemiş. Aynı cariyeler, aynı hizmetkârlar gelmiş. Bunlar böyle devam edip gitmişler... Günlerden bir gün, padişaha bir haber gelmiş ki filan yerde bir seyip* padişah peydahlanmış. Onun sarayının aynısı… Tabii padişah inanmamış. Hizmetkârlarını gönderip baktırmış. Geri gelip doğru olduğunu söylemişler, ama padişah yine de inanmayıp: — Hiç öyle şey olur mu, demiş. Günlerden bir gün padişahın kızı, Keloğlan’a: — Keloğlan, babamgili yemeğe çağırsak, demiş. Keloğlan, kızın teklifini kabul etmiş. Bunlar tam padişaha haber salacakken padişah çıkıp gelmiş ki aynı kendi sarayından bir saray… Kız, sofraya bir bakmış ki aynı babasının sevdiği yemekler. Kız, babasına hiç görünmemiş. Padişah, şöyle bir bakmış ki kendinin sevdiği yemekler, kendi sarayı… Nereden ne olduğunu anlayınca Keloğlan, padişaha: — Hani bir zamanlar sandığa koyup attığın Keloğlan’la bir kızın vardı ya! Onlardan haber alabildin mi, diye sormuş. Padişah da: — Ne haberi alacağım onlardan? Sandığa koydum, attım, gitti… Şimdiye onlar ölmüşlerdir, demiş. Padişah böyle deyince Keloğlan dayanamamış: — Onlar hiç ölmedi, senin sandığa koyup attığın Keloğlan benim, aha bu da senin kızın, demiş. Padişah şaşırmış. — Hiç böyle bir şey olur mu? Bu imkânsız, demiş. Bu arada yemişler, içmişler, barışmışlar. Padişah, Keloğlan’ı kendine vezir yapmış. İki sarayı birleştirmişler. Bundan sonra hep beraber mutlu, mesut yaşamışlar.   * sitil: Su kovası. * seyip: Başıboş.
Balık Anne ile Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
CÜCE İLE DEV Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken... Yerle göğün birleştiği ırak diyarların birinde akıllı mı akıllı bir hükümdar varmış. Üç oğlu yanında durur, babalarının bir dediğini iki etmezlermiş. Bu hükümdar, ülkesini adaletle yönetirmiş. Halk da kendini çok severmiş. Yıllar geçtikçe yorulmuş, artık ülkesini yönetemeyecek hâle gelince düşünmüş, taşınmış: — Artık bu işi oğullarıma bıraksam iyi olur. Ama hangi oğluma bıraksam? En iyisi ben bunları imtihandan geçireyim. Kim kazanırsa başa o geçsin, diye karar almış.  Oğullarını huzuruna toplamış. — Gelin bakalım benim yiğit oğullarım! Gözümün nuru, canımın parçası yavrularım! Ben yaşlandım. Artık ülkemi yönetemiyorum. Sizden birini benim yerime geçireceğim. Hepiniz de güçlü, akıllısınız. Kimi başa geçireceğime karar veremedim. Bu yüzden sizi imtihan edeceğim. En iyi olan oğlum benim yerime geçecek. Diğerleri de ona yardım edecek, demiş. Üç çocuk da babalarının buyruğuna boyun eğmişler. — Tamam baba, sen nasıl diyorsan öyle olsun, demişler. Bunlar hazırlıklarını yapmışlar, yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Altı ay, bir güz gitmişler. Sonunda bir ormana varmışlar. Orman çok büyükmüş. Hem de çok sessizmiş. Oğlanlar biraz korkmuşlar. Ama başka çareleri de yokmuş, orada kalmaya karar vermişler. Büyük oğlan: — Buralar çok ıssız. Ne olur, ne olmaz? En iyisi birimiz nöbet tutalım, demiş. Öbürleri de: — Birimiz olmaz, nöbeti sırayla tutalım, demişler. Bunlar sırayla nöbet tutmaya karar vermişler. Önce büyük oğlan nöbete kalmış. Karanlık bastıkça ürkmüş, korkmaya başlamış. — En iyisi gözümü kapatayım. Böylece bir şey görmem, demiş. Gözlerini kapatıp beklemeye başlamış. Az sonra bir ışık hissetmiş. Gözünü açmış ki bir de ne görsün? Karşısında bir cüce durmuyor mu? Ödü yüreğine karışmış*. — Sen kimsin, diye sormuş. Cüce: — Ben bu ormanın ciniyim. Sen buraya benden izinsiz nasıl girdin? Ormanın sahibi dev gelirse seni yer, haberin olsun, demiş. Büyük oğlan, cüceye kızıp: — Gelirse gelsin! Geleceği varsa göreceği de var, demiş. Cüce: — Benden söylemesi, sen bilirsin. Yardım edeyim mi, demiş. Büyük oğlan, cüceyi önemsememiş alaylı alaylı gülmüş. — Ben yiğit bir delikanlıyım. Sen bana nasıl yardım edeceksin, demiş. Cüce bakmış ki oğlan söz dinlemiyor: — Dev, insan kokunu çabuk bulsun, demiş, gözden kaybolmuş. Çok geçmemiş ki devin gürültüsü duyulmuş. Büyük oğlan kılıcını çekmiş. O sırada dev, öbür oğlanları koklamış. Sonra öfkeyle bu oğlanın yanına gelmiş. Öyle bir tokat vurmuş ki büyük oğlan gözden kaybolmuş. Gürültüyü, patırtıyı duyan öbür iki oğlan uyanmış. Gördüklerine şaşırıp kalmışlar. Oldukları yerden ayrılıp ağabeylerini aramaya başlamışlar. Ora senin bura benim* derken ormanın iyice içine girmişler. Bu sefer cüce, ortanca oğlanın karşısına çıkmış. Oğlan çok korkmuş, kekelemiş. — Sen de kimsin, diye sormuş. Cüce de: — Ben bu ormanın ciniyim. Benden habersiz nasıl buralara kadar geldin? Nasıl cesaret ettin. Şimdi dev gelirse seni yer, demiş. Ortanca oğlan, cüceye inanır gibi olmuş. Ama o da ağabeyi gibi kibirlenmiş. Cüce, büyük oğlana dediği gibi yardım isteyip istemediğini sormuş. Oğlan da kabul etmemiş. Cüce: — Dev, insan kokunu çabuk bulsun, diye beddua edip gözden kaybolmuş. Cüce kaybolur kaybolmaz dev gürleyerek gelmiş. Oğlan çok şaşırmış, çok korkmuş. Hemen kılıcını çekmiş. Var gücüyle de bağırmaya başlamış. Dev, bir gülmüş, bir gülmüş ki yer yarılmış. Derin bir kuyu olmuş. Çekmiş oğlanı kuyunun içine, sonra da bırakıp gitmiş. Küçük oğlan kalmış bir başına. Ne yapacağını düşünürken birden cüce karşısına dikilmiş. — Sen de kimsin, diye sormuş. Küçük oğlan: — Ne iyi ettin de geldin. Ağabeylerim vardı, ama şimdi yanımda kimse yok. Ben şimdi ne yapacağım, demiş. Cüce: — Yardım edeyim mi, ister misin, demiş. Küçük oğlan:  — Akıl akıldan üstün olur derler. İkimiz bir olursak belki bu devden kurtuluruz, demiş. Cüce, oğlanın söylediklerini duyunca memnun olmuş. — Öyleyse şimdi beni iyi dinle! Sana bir avuç kum serpeceğim. Dev gelirse senin insan kokunu alamaz, gider. Ama devi temelli insanlardan uzak tutmak istiyorsan yerle göğün birleştiği Kaf Dağı’nın ardında Zümrüdüanka kuşu var. Bu kuşun bir tüyü var; dev bir daha insan kokusu alamaz. İnsan dostu olur, demiş. Küçük oğlan: — İyi de bu işi ben yapamam. Ancak yardım edersen olur. Madem arkadaş olduk, bana yardım et! O tüyü getireyim, demiş. Cüce merak etmiş. — Niye benim gibi bir cüceden yardım istiyorsun, demiş. Küçük oğlan: — Olur mu, senin aklın boyunda mı? Ben senden fayda gördüm. Zamanı gelince ben de sana yardım ederim, demiş. Cücenin hoşuna gitmiş, gülmüş. O sıra dev yine gürleyerek gelmiş. Cüce bir avuç kumu oğlanın üstüne serpmiş. Dev, insan kokusunu alamamış. Dolaşmış, dolaşmış, gitmiş. Cüce ile küçük oğlan birbirlerine sarılmışlar. Cüce demiş ki: — Hadi şimdi Zümrüdüanka kuşunun tüyünü almaya gidelim. Yalnız orada karşımıza bir kız çıkar. Sana ne kadar kızarsa kızsın ona sakın kızma! Yerde duran tarak tokayı al, başına tak. Sonra ondan Zümrüdüanka kuşunun tüyünü iste! “Niye istiyorsun?” diye sorar. Sen de de ki; “Sen yardım edeni bilirsin.” Cüce, göz açıp kapayıncaya kadar oğlanı Kaf Dağı’na getirmiş. Küçük oğlan, cücenin yol boyunca verdiği nasihatleri düşünmüş. Şöyle olur, böyle olur, derken kız birdenbire karşısına çıkmış. Eline ne geçtiyse oğlanın üstüne fırlatmış. Oğlan yerde duran tarak tokayı almış, başına takmış. Kız anında sakinleşmiş. Küçük oğlan, kızdan Zümrüdüanka kuşunun tüyünü getirmesini istemiş. Kız: — Bunu niye yapayım ki, demiş. Küçük oğlan: — Sen yardım edeni bilirsin, demiş. Kız, Zümrüdüanka kuşunun parıl parıl parlayan tüyünü getirmiş, tüyü oğlana verip: — Yardım eden yardım bulur. Kibir, insanı küçültür. Hep alçak gönüllü ol! İyilik etmekten çekinme, demiş, kaybolmuş. Cüce ile oğlan, devin olduğu ormana dönmüş. Zümrüdüanka’nın tüyünü gören dev birden yumuşamış. Artık insan kokusu alamaz olmuş. Tüy bir parlamış, bir parlamış ki gözler bir şey göremez olmuş. Aradan az bir zaman geçmemiş ki oğlan güzel bir ses duymuş. Dönüp bakmış ki ayın on dördü gibi bir kız. Oğlan, kızı görür görmez âşık olmuş. Kız, oğlanın yanına gelip: — Hadi ağabeylerini alıp buradan gidelim. Ben, senin yaptığın iyilikler sayesinde ormanda hapsolmaktan kurtuldum. Sana borcumu ancak böyle öderim, demiş. Ağabeylerini de bulmuşlar. Onları da yanlarına alıp ülkelerine dönmüşler. Küçük oğlan, ülkesinin başına geçmiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.   *ödü yüreğine karışmak: Çok korkmak. *ora senin bura benim: Sağa sola yollanmak.
Cüce ile Dev
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÇÖPÇÜ İLE OĞULLARI Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir çöpçü yaşarmış. Bu çöpçü çok fakirmiş. İki tane oğlu, bir de kuyumculuk yapan kardeşi varmış. Çöpçü, bir gün sokakları süpürürken tüyleri altın olan bir kuş görmüş. Yerden bir taş alıp kuşa atmış. Taş, kuşa değer değmez bir tüyünü düşürmüş. Çöpçü, hemen tüyü almış, kuyumcu olan kardeşine götürmüş. Adam, tüyü almış, karşılığında bir altın vermiş. — Eğer kuşun kendini getirirsen sana on altın veririm, demiş. Meğerse kuyumcu, bu kuşun kalbini ve ciğerini yiyenin her gün yastığının altından bir altın çıktığını biliyormuş. Çöpçü, yine bir sabah sokakları süpürüyormuş. Az ilerde aynı kuşu görmüş. Hemen yere eğilmiş, bir taş atmış, kuşu vurmuş. Hemen yanına varıp kuşu almış, doğruca kuyumcu olan kardeşinin dükkânına gitmiş. Kuşu vermiş, on altını almış. Kuyumcu, kuşu evine götürmüş. Karısına: — Bu kuşun her yerini iyice pişir, yiyeceğim, demiş. Sonra da çekip geri gitmiş. Kadın, kocasının dediği gibi kuşu pişirmiş. Bir tabağın içine koymuş, komşuya bir şey istemeye gitmiş. O, komşuda oladursun, çöpçünün iki oğlu, amcasının evine gelmişler. Tabaktaki ciğerle kalbi yemişler. Kadın eve gelmiş. Kalple ciğeri göremeyince çocuklara dönüp: — Bu tabaktakileri siz mi yediniz, diye sormuş. Onlar da: — Heee! Biz yedik, demişler. Kadın, çok korkmuş. Bunun üzerine hemen bir güvercin tutup kesmiş. Onun kalbiyle ciğerini pişirmiş, kuyumcuyu beklemeye başlamış. Vakit tamam olmuş, kuyumcu gelmiş. Hiç sorup danışmadan ciğeri de, kalbi de bir güzel yemiş, yatmış. Ertesi gün, kuyumcu bir heyecanla yerinden fırladığı gibi hemen yastığın altına bakmış. Bakmış, ama hiçbir şey görememiş. Tekrar bakmış; aramış, taramış, yine görememiş. Gelgelelim çöpçünün evine… Çöpçünün karısı, oğullarının yataklarını toplarken yastıklarının altında bir altın bulmuş. Kadın, altını kocasına vermiş. Çöpçü de altını alıp kuyumcu olan kardeşine götürmüş. Kuyumcu, altını görünce dayanamamış, sormuş: — Sen bu altını nereden buldun? O da: — Çocukların yastıklarının altından, demiş. Kuyumcu, bunu işitince hırslanmış. — Senin çocuklarına şeytan musallat olmuş. Onları derhâl evden kov, demiş. Çöpçü, kardeşinin söylediklerine inanmış. Bir taraftan da çok korkmuş, çocukları evden kovmuş. Çocuklar da çok üzülmüşler, ama çaresiz yola düşmüşler. Bu sabiler*, gide gide bir ormana varmışlar. Ormanın içine doğru giderken bir adama rastlamışlar. Bu adam, meğer bir avcıymış. Bir yere oturmuşlar, başlarından geçenleri bir bir anlatmışlar. Avcı: — Madem öyle, benim yanımda kalın, demiş. Çocuklar, bu tekliften memnun olmuş, kabul etmişler. Avcı, bu çocukları yanına almış. Her gün yastıklarının altından çıkan altını biriktirmeye başlamış. — Bunlar şimdi bu altınları hiç ederler. En iyisi biriktireyim de büyüyünce kendilerine veririm, demiş. Gel zaman, git zaman, bu çocuklar büyümüşler, çok iyi birer avcı olmuşlar. Bir zaman sonra avcının karşısına çıkmışlar. — Biz artık büyüdük, dünyayı tanımak istiyoruz, demişler. Avcı, bunların isteğini kabul etmiş. Biriktirdiği altınları da ortaya getirmiş, ikisine pay etmiş. Sonra da ellerine bir bıçak vermiş. — Bu bıçağı, ayrılacağınız yerde bir ağaca saplayın! Daha sonra geri dönüp bakın! Bıçağın hangi tarafı paslanmışsa o taraf yola giden ölmüş demektir. Bunu da unutmayın, diye tembih etmiş. Bu çocuklar, bıçağı alıp yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler. Bir de bakmışlar ki ötede iki tane tavşan var. Hemen ikisini de avlamışlar. Biri birini almış, öteki de birini almış, yine yola devam etmişler. Gide gide bir yol ayrımına gelmişler. Burada yol ikiye ayrılıyormuş. Avcının dediği gibi oradaki ağaca bıçağı saplamışlar; biri bir yola, öbürü de diğer yola girmiş. Bunlar gitmekte olsun, birinin yolu büyük bir ülkeye düşmüş. Bir de bakmış ki herkes matem içinde… Yanından geçen birine sormuş: — Bu memlekette ne var ki insanlar böyle matem içinde? O da: — Buralarda bir dev türedi. Kurban olarak her gün bir kız istiyor. Bu canavara vere vere ülkede kız kalmadı. Şimdi sıra padişahın kızına geldi, demiş. Oğlan, kurban verilecek yeri öğrenmiş, doğru oraya gitmiş. O sırada padişah da: — Bu devi kim öldürürse kızımı ona vereceğim, diye tellal bağırtıyormuş. Oğlan, padişahın kızını devin olduğu yere yollamış, arkasından da kendi gitmiş. Devin karşısına dikilmiş, kılıcını çektiği gibi devin başını gövdesinden ayırmış. Kız, korkudan oraya bayılmış. Oğlan da yorgunluktan orada uyuyakalmış. Başvezir de oradaymış. Olanları görünce ağzı açık kalmış. — Gidip bir bakayım, ne var ne yok, demiş. Devin olduğu yere gitmiş. Oğlanın kafasını kesmiş. Kız o sırada ayılmış, olup biteni görmüş. Vezir, onu: — Bu gördüklerini söylersen seni de öldürürüm, diye tehdit etmiş. Devin başını eline almış, padişahın huzuruna çıkmış. Devin başını gösterip: — İşte, devi ben öldürdüm. Siz de sözünüzde durun, demiş. Padişah, sözünde durmak istemiş, ama kızı engel olmuş. — Baba, tamam, ama düğünümüz daha sonra olsun, demiş. Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Bu arada oğlanın yanındaki tavşan, olanı biteni görmüş. Ortalıkta kimseler kalmayınca ortaya çıkmış. Hemen oğlanın başıyla gövdesini bir araya getirmiş. Bildiği bir otu ezmiş, bunu oğlanın ağzına koymuş, yedirmiş. Bunun üstüne oğlan dirilmiş. Oraları terk etmiş. Aradan bir sene geçtikten sonra oğlanın yolu yine aynı memlekete düşmüş. Bir de bakmış ki her tarafta şenlik var. Bunun sebebini sormuş. — Padişahın kızı bugün, ülkeyi devden kurtaran başvezirle evleniyor, demişler. Oğlan, bunu duyunca başından vurulmuşa dönmüş. Muhafızlara: — Padişaha haberim var, söylemem lazım, demiş. Bunu saraya almışlar. Padişahın huzuruna çıkmış. — Şu devin başını bir getirin, demiş. Devin başını getirmişler. Oğlan: — Bu devin dili nerede acaba, diye sormuş. Devin ağzını zorla açmışlar ki dili yok. Oğlan, mendilinden koskoca bir dil çıkarmış, devin ağzına yerleştirmiş. Padişah, bunun üstüne kızına sormuş. Kız da yaşadıklarını tek tek anlatmış. Olayı anlayan padişah, başvezirin kellesini kestirmiş. Kızını bu gençle evlendirmiş. Aradan biraz zaman geçince öbür oğlan geri dönmüş. Bakmış ki kardeşinin gittiği yöndeki bıçağın yüzü paslanmamış. Onun gittiği tarafa bu da gitmiş. Gide gide kardeşinin yanına varmış. Kardeşinin evlendiğini görünce çok sevinmiş. O da orada kalmış. Avcıyı da yanlarına çağırmışlar. Hep beraber yaşamaya başlamışlar...   * sabi: Küçük çocuk.
Çöpçü ile Oğulları
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
DEĞİRMENCİ KUŞU Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç tane de dünyalar güzeli kızı varmış. Hep beraber mutlu mesut yaşarlarmış. Padişah, bir gün cuma namazına gitmiş. Namazdan sonra eve dönerken peşine bir köpek takılmış. Padişah gidiyor, köpek gidiyormuş; padişah gidiyor, köpek gidiyormuş… Padişah, önceleri aldırmamış. Daha sonra köpeğin kendini takip ettiğini anlamış. Köpeği yanına çağırmış: — Mal mı, can mı, diye sormuş. Köpek, padişah; “Mal mı?” deyince hiç sesini çıkarmamış. “Can mı?” deyince havlamış. Padişah, köpeğe birkaç kere sormuş. Her seferinde de “Can mı?” deyince havlamış. Padişah, iyice meraklanmış. — Bu, herhâlde benim kızları söylüyor. Hele bir saraya götüreyim de bakalım, demiş. Kendi önde, köpek arkada saraya gelmişler. Padişah, köpeğe önce büyük kızını göstermiş. Köpek hiç oralı olmamış. Ortanca kızını çağırtmış, onu göstermiş. Köpek yine oralı olmamış. — Hadi hayırlısı. Bir de küçük kızı gösterelim bakalım, demiş. Küçük kızını çağırtmış. Köpek, kızı görünce havlamaya başlamış. Padişah, bakmış ki köpeğin istediği küçük kız. Bunun üstüne kızını yanına çağırmış, durumu anlatmış. — Bak kızım, durum bundan ibaret. Seni bu köpeğe vereceğim, ne dersin, demiş. Kız da: — Tamam baba, sen nasıl istersen öyle olsun, demiş. Padişahın öbür kızları bu durumu kıskanmışlar. Küçük kızla alay etmeye başlamışlar. — Köpeğin karısı! Köpeğin karısı, diye çağırıp duruyorlarmış. Vakit saat gelince köpek gelip kızı almış. İkisi beraber az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler... Derken büyük bir dağın önüne gelmişler. Bu dağ, öyle yüksek, öyle yüksekmiş ki kimse buraya çıkamazmış. Köpek, buraları iyi bildiği için kızı bildiği yollardan dağın tepesine çıkarmış. Kız, dağın tepesine çıkınca bir de ne görsün? Bir konak, bir konak ki saray gibi. Dünyada eşi benzeri yok. Şimdiye kadar ömrühayatında böyle bir konak görmemiş. Köpek, kızı da yanına almış, konağa girmişler. Konağın bir de bahçesi varmış. Bahçenin her tarafında çeşit çeşit güller, ortasında da kocaman bir havuz varmış. Bunlar konağa girer girmez köpek doğruca havuza atlamış. Suya bir dalıp çıkmış; olmuş güzel bir delikanlı… Artık bu kızın günleri bu konakta mutlu mesut geçiyormuş. Bu arada annesini, babasını, bacılarını da çok özlemiş. Bir gün kocasına: — Ben annemleri çok özledim, onları görmek istiyorum, demiş. Kocası da bunu kabul etmiş, kıza birkaç öğüt vermiş: — Bak, seni oraya götürürüm, ama bir; benim peri olduğumu söylemeyeceksin. İki; evimizin bu güzelliğinden hiçbir şekilde bahsetmeyeceksin. Üç; gelecek hafta da onları bize davet edeceksin, demiş. Oğlan, daha sonra köpek kılığına girmiş, kızı da yanına almış, babasının sarayına götürmüş. Babası, kızını görünce çok sevinmiş, ama ablalarının hoşuna gitmemiş. Kızla yine alay etmeye başlamışlar. — Bir köpekle evleninceye kadar yakışıklı, güzel bir delikanlıyla evlenseydin daha iyi olmaz mıydı, demişler. Kız, ablalarının bu sözlerine çok üzülmüş. Bir yandan da çok sinirlenmiş. Kendini tutamayıp: — Siz onu köpek görüyorsunuz, ama o aslında köpek kılığında bir peri, demiş. Neyse, vakit zaman gelmiş. Kız, onları evine davet etmiş. Sonra da hazırlığını yapıp yanında köpekle evine dönmüş. Yolda giderken kocası kıza kızmış. — Ben sana o kadar tembih ettim; sen yine de onlara benim peri olduğumu söyledin, demiş. Kız da: — N’apayım? Onlar beni çok kızdırdı, ben de söyledim, demiş. Aradan bir hafta geçmiş... Ablalar, kızın daveti üzerine kızın konağına gelmişler. Kızın konağını görünce çok beğenmişler. Akşam olup da köpeği yakışıklı bir delikanlı olarak görünce de akılları başlarından gitmiş. Hem çok şaşırmışlar hem de çok kıskanmışlar. Üç beş gün kaldıktan sonra yeniden saraylarına dönmüşler, ama durmadan da kardeşlerini nasıl öldüreceklerini düşünmeye başlamışlar. Bu kız, bir zaman sonra yine babasını özlemiş. Kocasına: — Ben babamı çok özledim, oraya gitmek istiyorum, demiş Kocası da: — Olur, git, ama bu sefer yanına bir kedi al! Ola ki seni öldürmek isterlerse sana verdikleri yemeği önce kediye yedir, sonra sen ye, diye tembih etmiş. Sabah olmuş; kız, babasının sarayının yolunu tutmuş. Saraya vardığında bacıları onu canımlı cicimli karşılamışlar, buyur etmişler. Yemek zamanı gelmiş. Kız, sofraya oturmadan yemeğinin birazını yanında götürdüğü kediye vermek isteyince bacıları: — Aman bismillâh! Bu da nereden çıktı? Hiç öyle şey olur mu? Otur, tatlı tatlı yemeğimizi yiyelim. Niye önce kedini doyuruyorsun, demişler. Kız, onların sözüne hiç aldırış etmemiş. Yemeğinden kediye yedirmiş. Az sonra kedi ölmüş. Bunun üstüne kız, daha sarayda durmamış, izinin üstüne konağa geri dönmüş. Akşam olup da padişah, küçük kızını göremeyince: — Kızlar, bacınız nerede ki? Göremedim, diye sormuş. Kızlar da olup biteni babalarına anlatmışlar. Padişahın canı sıkılmış. — Bir daha onun evine de, yanına da gitmeyeceksiniz, tamam mı, diye kızmış. Ablaları, kızı öldüremedikleri için üzülmüşler. Başka başka planlar yapmışlar. En sonunda: — Bacımızın konağına bir cadı karı gönderelim. Her şeyi öğrensin, gelip bize anlatsın, deyip bir cadı karı bulmuşlar. Ona yapacağı şeyleri iyice anlatmış, konağın yolunu da tarif etmişler. Cadı karı da onların isteklerini kabul etmiş; tutmuş konağın yolunu. Hadi bakalım, ne olacaksa olsun! Cadı karı, konağa doğru yola çıkmış. Gide gide konağa varmış. Kapısını hızlı hızlı çalmış. Kapıyı kız açmış. Kıza: — Yavrum, çok uzaktan geliyorum. Yolumu kaybettim. Öyle de yoruldum ki şurada biraz soluklanayım mı, demiş. Kız da merhametli olduğu için: — Aman! İhtiyar hâliyle yollara düşmüş. Nefes nefese kalmış. Yazık, içeri alayım da şurada iki dakika dinlensin, demiş. Cadı karıya seslenip: — Aman, teyze ne demek! Buyur, içeri gel, demiş, cadı karıyı içeri almış. Kız, cadı karısının konakta istediği kadar kalabileceğini söylemiş. Cadı karı, bunu duyunca çok sevinmiş. “Körün istediği bir göz; biri şaşı, biri düz. Burada ne kadar kalırsam o kadar çok şey öğrenirim,” diye düşünmüş, kabul etmiş. Kız; “Bu kadın yaşlı, üstelik o kadar da yol gelmiş,” diye düşünüp altına minder sermiş, yedirmiş, içirmiş. Bir izzet, bir ikram ki sormayın. Akşam olunca kızın kocası gelmiş. Yaşlı kadını görünce: — Hanım, bu da kim? Buralara gelip giden olmaz, bu ne iş, diye sormuş. Karısı: — Yazık, hem yolunu kaybetmiş hem de çok yorulmuş. Biraz dinlenmek istedi. Ben de içeri aldım. Biraz burada kalsa olur mu, demiş. Oğlan da iyi niyetli olduğu için kabul etmiş. Bir gün, beş gün derken cadı karı yavaş yavaş merakını gidermeye başlamış. — Kızım, senin kocanın adı ne, diye sormuş. Kız: — Bilmiyorum ki hiç sormadım, demiş. — Vah, öyle şey olur mu? İnsan, kocasının adını bilmez mi? En iyisi sen hiç vakit kaybetme de bugün adını sor, demiş. Akşam olunca adam gelmiş. Yeme, içme, sohbet derken kız, kocasına adını sormayı unutmuş. Ertesi gün cadı karı: — Sordun mu? Kocanın adı neymiş, diye kızı sıkıştırmış. Kız, unuttuğunu, sormadığını söylemiş. Cadı karı: — Bari bugün sor, unutma ha, demiş. Kız, akşama kadar sabırsızlanmış. Artık onun da aklına takılmış. Kocası gelince bir fırsatını bulmuş. — Sahi, senin adın neydi ki, diye sormuş. Kocası: — Benim adımı şimdiye kadar sormadın. Şimdi ne oldu da adımı soruyorsun? Çok mu merak ettin? Hem benim adım aynı zamanda benim tılsımım, demiş. Kız, bu sefer daha çok merak etmiş. Adını söylemesi için oğlanı iyice sıkıştırmış. Oğlan, bu sefer: — Adımı öğrenirsen beni ömrün oldukça bir daha göremezsin. Eğer çok öğrenmek istiyorsan söylerim, ama söylemeden önce bana saçından bir tutam ver! Bir de şu kolundaki altın bileziğini ver! Ancak o zaman söylerim, demiş. Kız, saçından bir tutam kesmiş, kolundaki bileziği de çıkartmış, kocasına vermiş. Oğlan, bunları aldıktan sonra sıçramış, pencerenin önüne konmuş. — Benim adım Değirmenci Kuşuuuuu! Ben, peri padişahının oğluyummmm, diye bağırmış, oradan uçup gitmiş. Kız, o zaman yaptığı hatayı anlamış. — Eyvah! Ben ne ettim, n’eyledim, diye pişman olmuş, ama iş işten geçmiş. Bu arada cadı karı da kapının aralığından bunları dinlermiş. Kız, yaptığından pişman bir vaziyette ağlayıp sızlamaya başlamış. Cadı karısı, kızın yanına gelmiş. Daha evvelden hazırladığı kırk tane gül çubuğuyla kızı dövmeye başlamış. Öyle bir dövmüş ki kızı, öldü sanıp orada bırakmış. Aradan birkaç saat geçmiş, kız kendine gelmiş. Yavaş yavaş, sürüne sürüne bahçedeki havuzun yanına gelmiş. Havuza bir dalıp çıkmış, bütün yaraları iyi olmuş, biraz da cana gelmiş. Kalkmış, babasının sarayının yolunu tutmuş. Saraya varınca olanı, biteni babasına anlatmış. Padişah çok üzülmüş. Öbür iki kızını öldürtmüş. Bu kız, günlerce ağlamış, sızlamış… Bir gün babasına: — Baba, ağlaya, sızlaya tükendim. Derdimin çaresini bulamadım. Bana bir hamam yaptırsan. Herkese beleş olsa, herkes gelip yıkansa, başından geçenleri de anlatsa nasıl olur, demiş. Padişah, kızının bu hâline o kadar üzülüyormuş ki; “Tek iyi olsun da, üzülmesin de bir hamam değil mi tabii yaptırırım,” diye düşünmüş, kızının isteğini kabul etmiş. Padişah, güzel bir hamam yaptırmış. Sonra da tellal bağırtmış. — Duyduk, duymadık demeyin! Padişah, kızı için bir hamam yaptırdı. Herkes beleş yıkanacak, ama başından geçen bir olayı anlatacak! Kız, hamamda oturup hamama gelenlerin başından geçenleri, gördükleri, duydukları şeyleri dinliyormuş, ama hiçbiri kızın ilgisini çekmemiş. Bir gün, ihtiyar bir kadın bohçasını hazırlamış, hamama geliyormuş. Yolda bir karga musallat olmuş. Kadın, kargayı kovaladıkça karga zor ediyormuş En sonunda kadının sabununu almış, kaçmış. Kadın, kargayı kovalaya kovalaya bir bahçe duvarının yanına gelmiş. Kadın o sırada bir ses duymuş: “Sofralar kurulsun! Yemekler konsun!” Kadın daha da meraklanmış. Duvarın üstüne çıkmış. Bir de ne görsün? Bir ordu asker, yemek yiyormuş. Hepsi yemekten sonra gitmiş, bahçede sadece yakışıklı bir subay kalmış. Subay, cebinden bir mendil, bir de bilezik çıkartmış. Mendili açmış, içindeki saçı öpmüş, koklamış, ağlamış. İhtiyar kadın, gördüklerine inanamamış. Kargayı unutmuş. Sabun mabun da aklında kalmamış. — Ben bunu gidip padişahın kızına anlatayım, diye hamamın yolunu tutmuş. Hamama girmiş, yunmuş, yıkanmış. Çıkarken de bu gördüklerini kıza anlatmış. Bunu duyan kız, hemen koşa koşa ihtiyar kadının dediği yere gitmiş. Duvarın üstüne çıkmış ki oğlan hâlâ orada… Peri padişahının oğlu, tam kuş olup uçacağı sırada duvardan atlamış, boynuna sarılmış. Artık tılsım da bozulmuş. Bir daha hiç ayrılmamışlar. Ölene kadar mutlu yaşamışlar. Darısı cümleye…
Değirmenci Kuşu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
DEV İLE KELOĞLAN Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde… Develer tellal iken Pireler berber iken… Ben babamın beşiğini Tıngır mıngır sallar iken… Babam düştü beşikten Anam düştü eşikten… Bir ava gittim, bir sinek vurdum… Seksen batman et Seksen batman yağ elde ettim… Derisinden bir alaya çadır yaptım… Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan’ın otuz dokuz tane de kardeşi varmış. Bir gün oyun oynarlarken yaramazlık yapmışlar. O sırada anneleri de ekmek pişiriyormuş. Elindeki oklavayı bunlara fırlatmış, hepsini yere sermiş, ama Keloğlan saklandığı yerden çıkmış. Meğer annesi de babasına azık hazırlamış, gönderecek adam arıyormuş. Keloğlan’ı görünce azığı ona vermiş, babasına götürmesi için tembih etmiş. Keloğlan, yürüye yürüye babasının çalıştığı tarlaya gelmiş. Tarlanın bir ucundan öbür ucundaki babasına seslenip: — Baba, ne taraftan geleyim, demiş. Babası da: — Sağ taraftan gel oğlum, diye bağırmış. Keloğlan zaten acıkmış, azıktaki ekmeğin sağ tarafını yemiş. Tekrar babasına seslenip: — Baba, ne taraftan geleyim, diye sormuş. Bu sefer babası: — Sol taraftan gel oğlum, demiş. Keloğlan, bu sefer de ekmeğin sol tarafını yemiş. Babasına yeniden seslenmiş: — Baba, ne taraftan geleyim? Babası sinirlenmiş: — Be hey eşek oğlum! Tarlanın ortasından, kestirmeden gel, demiş. Keloğlan, ekmeğin ortasını yiyerek babasının yanına gelmiş. Adam, ekmeğin yendiğini görünce Keloğlan’a evire çevire bir güzel dayak atmış. Sonra da: — Defol buradan git, diye kovalamış. Keloğlan, oradan ayrılmış. Ortalıkta dolaşırken bir elma ağacı görmüş. Hemen ağaçtan bir elma almak istemiş. Meğerse bu ağaç, bir devinmiş. Dev, Keloğlan’ın ağaca çıktığını görünce hemen yanına gitmiş. Keloğlan’a: — Bana bir elma uzatsana, demiş. Keloğlan da: — Uzatmam, atarım, demiş. Keloğlan, hemen bir elma koparıp deve atmış. Dev, mahsustan tutmamış, elma yere düşmüş. Dev: — Ben yere düşen elmayı yemem, demiş. Bunun üzerine Keloğlan, bir elma daha atmış. O da yere düşmüş. Keloğlan, bir elma daha koparmış, kopardığı elmayı deve uzatmış. Uzatmasıyla da dev, bileğinden yakaladığı gibi alaşağı etmiş. Keloğlan’ı daha sonra yemek için torbasına koymuş. Dev, evine giderken sıkışmış. Çişini yapmak için torbayı yere bırakmış. Yere bırakır bırakmaz Keloğlan torbadan fırlamış, çıkmış. Etrafta ne kadar diken varsa torbanın içine doldurmuş. Dev, işi bitince gelmiş, torbayı sırtına almak istemiş, ama ne mümkün… Sırtı, başı, her yeri diken olmuş. Öyle sinirlenmiş ki torbayı kaldırıp yere çalmış. Canı sıkılmış sıkılmasına da: — Ben bu Keloğlan’ı nerede bulurum acaba, diye aramaya başlamış. Keloğlan’ı bir ağacın tepesinde uyurken bulmuş. Hemen yakalamış, evine götürmüş. Fırını yakmak için dışarı çıkınca Keloğlan, fırsat bulup çatıya çıkmış. Dev, geri gelince onu çatıda görmüş. — Sen oraya nasıl çıktın, diye sormuş. — Sabun üstüne sabun yığdım, öyle çıktım, demiş o da. Dev, Keloğlan’ın sözüne inanmış. Sabun üstüne sabun yığarak üstüne çıkmaya çalışmış. Tabii çıkamamış, kayıp düşmüş. Tekrar sormuş: — Ay Keloğlan, ben beceremedim. Nasıl çıktın, doğru söyle, demiş. Keloğlan: — Tabak üstüne tabak koydum, öyle çıktım, demiş. Dev, bu sefer ne kadar tabak varsa üst üste koyup çıkmaya çalışmış. Tabaklara basar basmaz hepsini kırmış. Bu da olmayınca yine sormuş. Keloğlan: — Cam üstüne cam yığdım, öyle çıktım, demiş. Dev, camları üst üste yığmış. Basar basmaz camlar kırılmış, ayağına batmış. Keloğlan, bunu görünce başlamış sıralamaya: — Yatak üstüne yatak koyarak çıktım, demiş, olmamış. Kibrit üstüne kibrit koyarak çıktım, demiş, yine olmamış. En sonunda: — Bir çift demiri kızdırdım, iyice kızdıktan sonra üzerine oturdum. Canım öyle bir acıdı ki onun acısıyla sıçradım, buraya oturdum, demiş. Keloğlan’ın sözüne inanan dev, bir çift demiri iyice kızdırıp üstüne oturmuş. Oturur oturmaz da ölmüş. Böylece Keloğlan, dev belasından kurtulmuş...
Dev ile Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
EBU GALLEM OYUNU Bir varmış, bir yokmuş… Pire berber iken, deve tellal iken, vakti zamanında bir padişah varmış. Bu padişahın da ay parçası gibi güzel bir kızı varmış. Bir gün tellal bağırttırmış. — Duyduk duymadık demeyin! Kim Ebu Gallem oyununu bilirse kızımı ona vereceğim! Ülkede yaşayan herkes, birbirine bu oyunu sorup duruyormuş. Kimse bu oyunu bilmiyormuş. Bir adam varmış. Onun bir tane de oğlu varmış. Oğlan, bunu duyunca babasına: — Baba, bana rıza göster! Ben, Ebu Gallem oyununu öğreneyim. Babası razı olmuş. Baba-oğul hazırlık yapmış, yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler… Dere tepe yol gitmişler. Bir de bakmışlar ki bir dağın dibinde, bir kayanın başındalar. Öyle yorulmuşlar ki babası: — Oğlum, yorgunluktan canımız çıktı. Şurada iki dakika soluklanalım, demiş. Adam tam otururken derinden bir “Offfff!” çekmiş. Çeker çekmez bir gürültü kopmuş. Kaya yarılmış, bir ak sakallı dede çıkmış. — Beni niye çağırdınız, demiş. Onlar da öyle korkmuşlar ki: — Yok, biz seni çağırmadık, demişler. İhtiyar: — Benim adım Of Dede. Biriniz “Of!” dediniz, ben de onun için geldim, demiş. Adam: — Aha benim bu oğlan, Ebu Gallem oyununu öğrenmek istedi, biz de yollara düştük, buraya geldik, demiş. İhtiyar adam: — Ben bu oyunu bilirim. İsterse benimle gelir, öğretirim, demiş. Baba-oğul kabul etmişler. İhtiyar, oğlanı almış, çıktığı kayanın içine girip kaybolmuşlar. Bunlar içeri girince Of Dede yatmış, uyumuş. Oğlan, sağa sola bakıp buraların nasıl bir yer olduğunu düşünürken yanında güzel bir kız peyda olmuş. Kız, oğlanı görünce şaşırıp: — Buralara sen gibileri gelmez. Hayırdır, burada ne işin var, diye sormuş. Oğlan da: — Aslında Ebu Gallem oyununu öğrenmek için yollara düştüm. Padişah, kızını bu oyunu bilene verecekmiş. Ben bu oyunu ne duydum ne de biliyorum, demiş. Kız, oğlana: — Of Dede her türlü oyunu bilir. Bu oyunu da biliyor. Sana oyunu öğrettiği zaman; “Öğrendin mi?” diye sorarsa “Öğrenmedim.” de! “Öğrendim.” dersen seni öldürür, diye tembih etmiş. Of Dede, uykusundan uyandıktan sonra oğlanı yanına çağırmış. — Sana istediğin oyunu öğreteceğim. Gözünü dört aç, öğren, tamam mı, demiş. Başlamış oyunu öğretmeye… Of Dede; “Öğrendin mi?” diye sordukça oğlan; “Öğrenmedim.” diyormuş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Oğlanın babası, oğlunu almaya gelmiş. Of Dede’ye: — Nasıl? Benim oğlan o dediği oyunu öğrendi mi, diye sormuş. Of Dede: — Ne öğrettiysem öğrenmedi. Al bu saman kafalıyı, götür, demiş. Adam, oğlunu almış, köye doğru yola koyulmuşlar. Biraz gittikten sonra oğlan, babasına: — Baba, hele sen yürü! Ben birazdan geliyorum, demiş. Oğlan, Of Dede’nin öğrettiği gibi bir kınalı koç kılığına girmiş. Babasının önüne geçmiş. Adam koşuyormuş, koşuyormuş, ama bir türlü koça yetişemiyormuş. Bakmış ki olmuyor, vazgeçmiş; yoluna bildiği gibi devam etmiş. Oğlan da eski hâline dönmüş, babasına yetişmiş. Babası, oğlana kızıp: — Biraz önce gelseydin ya. Bir koç gördüm. Sen olsaydın yakalardık, demiş. Oğlan anlamazlıktan gelmiş. Konuşa konuşa yollarına devam etmişler. Az sonra oğlan: — Baba, sen yürü, ben geliyorum, demiş. Oğlan, bu sefer de bir at kılığına girip babasının önünden geçmiş. Babası, atı görünce içinden; “Maşallah, bu ne güzel bir at! Bizim oğlan yine nereye gitti? Şurada olaydı, bu atı yakalardık,” diye söylenmiş. Az sonra oğlan, at kılığından çıkmış, kendi kılığına girip babasının yanına gelmiş. Adam, oğlana yine kızmış. Bunun üstüne oğlan, babasına: — Baba, ben Ebu Gallem oyununu öğrendim. O gördüğün koç da benim, at da benim. Şimdi beni iyi dinle! Ben at olayım, sen de beni pazara götürüp sat, amma yularımı satma. Bana da soru sorma, tamam mı, demiş. Oğlan hemen at olmuş. Babası yularından tutup atı pazara çekmiş, satmış. Yuları satmadığı için birkaç gün sonra at çıkıp gelmiş. Böyle böyle birkaç kere at kılığındaki oğlanı satmış. Her seferinde de at çıkıp gelmiş. Biz bu arada Of Dede’den haber verelim... Of Dede, nasıl etmişse bu oğlanın Ebu Gallem oyununu öğrendiğini duymuş. — Pazara gidip şu oğlanı bir bulayım. Bana yalan söylemek neymiş, ona bunun hesabını sorayım, diye söylenip kızmış. Pazara gidip o atı almaya karar vermiş. Yine bir gün adam, atı alıp pazara götürmüş. Of Dede, bunları görmüş, adamın yanına gelip: — Bu at satılık mı, diye sormuş. Adam da: — He, satılık, alacak mısın, demiş. Of Dede, adama atın fiyatını sormuş. — Söyle bakalım, kaç lira istiyorsun? Adam bile bile: — Kaç olacak? Bir lira, demiş. Of Dede: — Al sana beş lira. Bu atı alıyorum, amma yularını da ver, demiş. Adam, atı Of Dede’ye satmış. Of Dede, atı yedeğine almış, yola koyulmuş. Bir müddet gittikten sonra bir tenhalığa gelmişler. Of Dede, oğlana kızıp: — Söyle bakalım, sen niye beni kandırdın? Şimdi elimden kurtulamazsın, seni öldüreceğim, demiş. Oğlan hemen oracıkta bir güvercin olmuş, uçup Of Dede’nin elinden kurtulmuş. Of Dede de hemen bir kartal olmuş, güvercinin peşine düşmüş. Güvercin önde, kartal arkada, uça uça padişahın sarayına kadar gitmişler. Sarayın penceresi açıkmış. Güvercin hemen açık pencereden içeri girmiş, ama kartal girememiş. Of Dede, hemen bir âşık kılığına girmiş, sarayın kapısını çalmış. Halayıklar* bunu içeri almışlar. Of Dede: — Padişahın huzuruna çıkmak istiyorum, demiş. O, padişahın huzuruna çıkarken oğlan da güvercin kılığından çıkıp hemen bir kırmızı gül oluvermiş, Padişahın odasındaki masanın üstüne konmuş. Of Dede, bunu fark etmiş. Padişahın huzurunda, masadaki gül üstüne türküler söylemiş. Masadaki gülü de kendine istemiş. Padişahın öyle hoşuna gitmiş ki masadaki gülü alıp Of Dede’ye vereceği sırada gül, bir darı tanesi olup padişahın elinden yerdeki hasırın üstüne düşmüş. Âşık kılığındaki Of Dede de hemen bir tavuk olmuş. Darıyı yiyeceği sırada, darı bu sefer de tilki olmuş, hemen tavuğu yemiş. Padişah, şaşkınlık içinde bir oraya, bir buraya bakarken tilki kılığındaki oğlan, çarçabuk insan kılığına girmiş. Şaşkın şaşkın bakan padişaha dönmüş: — Padişahım, Ebu Gallem oyunu işte bu! Şimdi kızını bana verecek misin, demiş. Padişah, söyleyecek söz bulamamış. “Yok!” da diyememiş. — Aha sana kızım, var hayrını gör, demiş. Üç gün, üç gece düğün yapmışlar. Davullar çaldırıp çengiler oynatmışlar. Yiyip, içip muratlarına geçmişler...   *halayık: Hizmetçi.
Ebu Gallem Oyunu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
EN GÜZEL KIZ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Uzak ülkelerin birinde bir padişah varmış. Bu padişahın kırk tane de oğlu varmış. Gelin görün ki padişah artık yaşlanmış. Tacını, tahtını çocuklarından birine bırakmak istiyormuş. Ama oğullarının arasında ayırım yapamıyormuş. — Hangisine bıraksam, kime versem, deyip duruyormuş. Bir gün, çocuklarını toplamış. — Oğullarım, artık yaşlandım. Tacımı, tahtımı birinize bırakmak istiyorum. Düşündüm, taşındım, şuna karar verdim: Ülke ülke gezin, dolaşın! Hanginiz en güzel kızı gelin olarak getirirse tacımı, tahtımı ona bırakacağım, demiş. Çocuklar: — Tamam, madem öyle, bize müsaade et, gidip bulalım, demişler. Ama ayrılırken babaları demiş ki: — Size birkaç tembihte bulunacağım. Yolda önünüze kırmızı yapraklı bir ağaç çıkacak. Sakın bu ağacın altında oturmayın! Sonra sarı bir kaya göreceksiniz. O kayanın da dibinde uyumayın! Çocuklar yola koyulmuşlar. Gide gide kırmızı yapraklı ağacın altına gelmişler. Öyle yorulmuşlar, öyle yorulmuşlar ki… Hem de çok acıkmışlar, uykuları da gelmiş. Oturmuşlar; “Uyuyalım mı, uyumayalım mı? Uyuyalım mı, uyumayalım mı?” derken uyuyakalmışlar. En küçükleri uyumamış. Ağabeyleri uyurken o nöbet tutuyormuş. O sırada yanına bir kadın gelmiş; çocukların hepsinin ağzına zehir koymuş. Küçük oğlan, kadın gider gitmez hemen ağızlarındaki zehri almış, atmış. Hepsini uyandırmış. Tekrar yola düşmüşler. Bu sefer de sarı kayanın dibine gelince yine uykuları gelmiş, dayanamayıp uyumuşlar. Küçük oğlan yine uyumamış, başlarını beklemiş. Aynı kadın yine gelmiş, yanında da bir cüce varmış. Oğlan, kadın ve cüceyle mücadele etmiş, zehirleri ağızlarına koyamadan sabah olmuş. Kadınla cüce çekip gitmişler. Oğlan da peşlerine düşüp onları takip etmiş. — Bunlar nedir, neyin nesidir? Bizden ne istiyorlar, diye merak etmiş. Gide gide bir mağaraya gelmişler. Onlar mağaraya girince o da onların ardından mağaraya girmiş. Bir de ne görsün? Kırk tane kapı... Birini açmış, mücevherler; öbürünü açmış, altınlar… Her birinin arkasından türlü türlü güzellikler çıkıyormuş. En son kapıyı açmış. Açar açmaz karşısına kırk tane kız çıkmasın mı? Hemen gitmiş, ağabeylerini alıp getirmiş. Kızları bekleyen cadı kadını öldürmüşler. Kızların en büyüğü, büyüğüne olmak üzere her biri sırayla birer tane almışlar, ama en küçük oğlana da en çirkin kız düşmüş. Oğlan, kızı istememiş. — Hayır, ben bu kızı almam. Ben gidip en güzel kızı bulacağım, demiş. Ağabeyleri ülkelerine dönerken o da başka diyarlara doğru yola çıkmış. Yolda bir karıncaya rastlamış. Karınca, ne yaparsa yapsın sudan karşıya geçemiyormuş. Oğlan, karıncayı eline alıp karşıya geçirmiş. Karınca da demiş ki: — Şu ayağımın tekini al, ne zaman başın sıkışırsa bunu yakarsın, ben hemen yanında oluveririm, sana yardım ederim, demiş. Oğlan, tekrar yola devam etmiş. Biraz gitmiş, bir güvercine rastlamış. Güvercinin yumurtası yere düşmüş, bir türlü ağaca çıkaramıyormuş. Oğlan, bu defa da güvercinin yumurtasını alıp ağaca çıkarmış. Güvercin de ona kanadından bir tüy vererek: — Ne zaman başın sıkışırsa bunu yak, ben sana yardıma gelirim, demiş. Kanadı da alan oğlan, yine yola koyulmuş. Bu sefer de bir kayıkçıya rastlamış. Bir ırmak kıyısında oturmuş, balık tutuyormuş. Oğlanın dikkatini çekmiş. Öyle güzel bir balık tutmuş ki balıkçı, balığı öldürmeye kıyamıyormuş. “Acaba suya mı atsam?” diye düşünüyormuş. Oğlan, hemen balığı satın almış, suya bırakmış. Balık, suya girdikten sonra tekrar suyun yüzüne çıkarak: — Sen beni azat ettin. Ne zaman gelir, suya seslenirsen ben sana yardıma gelirim, demiş. Balıkçı, kayığıyla oğlanı karşıya geçirmiş. — Sen burada ne arıyorsun, diye sormuş. — Dünyanın en güzel kızını arıyorum. Bulabilirsem babam tacını, tahtını, her şeyini bana bırakacak, demiş. Balıkçı: — Sana bir şey söyleyeyim mi? Şu ormanı geç, orada bir ülke var, o ülkenin padişahının da bir kızı var. O kız, dünyanın en güzel kızıdır. Ama huysuz bir annesi var, inşallah sana verirler, demiş. Oğlan bunu duydu ya, durur mu? Koşarak ormanı geçmiş, o ülkeye gelmiş ki kocaman bir saray… İki tarafında iki tane taş… Ne işe yaradığını bilmeden taşın birine oturmuş. Meğerse taşlardan biri dünür taşı, biri de dilenci taşıymış. Oğlan, yanlışlıkla dilenci taşına oturmuş. Hemen kapı açılmış, kapının önüne biraz erzak bırakmışlar, kapıyı tekrar kapatmışlar. Oğlan vaziyeti anlamış, hemen dünür taşına oturmuş. Kapı açılmış, içeriden biri çıkmış, bunu alıp padişahın huzuruna götürmüş. Padişah, oğlana bakmış. — Demek kızıma dünürsün, demiş. — Evet, kızınıza talibim, ama önce görmek istiyorum, demiş o da. Kızı getirmişler. Kız o kadar güzelmiş ki sanki ayın on dördü… Onu görenler o anda konuşmayı unuturmuş. Oğlan, kıza hayran hayran bakmış. Öyle dalmış ki padişah seslenince irkilmiş. — Bizim isteklerimiz var. Eğer o istekleri yerine getirirsen kızı sana veririz. Seni bir odaya hapsedeceğiz, kırk çeşit buğdayı birbirine katacağız. Eğer maharetin varsa üç gün içerisinde bunları birbirinden ayırıp kırk torbaya koyacaksın, demiş. Oğlan, kabul etmiş, ama ne yapacağını bilemeden odaya girmiş. Biraz uzanmış, nasıl yapacağını, ne edeceğini düşünmüş. Aklına birden karınca gelmiş. Karıncanın ayağını yakmış, karınca yanında bitivermiş. — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan: — Bu buğdayları ayırmam lazım, nasıl yapacağımı bilemiyorum, bana yardım eder misin, demiş. Karınca: — Ooo, ondan kolay ne var, demiş. Bir anda etraf karınca yuvasına dönmüş, her tarafta karınca varmış. Karıncalar, buğdayları ayırıp torbalamışlar. Padişah gelmiş, bir de ne görsün?! Bütün buğdaylar ayrılmış. Padişah: — Bunu nasıl yaptın, diye sormuş. Ama oğlan: — Orasını karıştırma, nasıl yaptıysam yaptım, demiş. Dışarı çıkmışlar. Padişah, bu defa da uzun bir ağacı göstermiş. — Bu ağacın tepesine kadar şu kahve fincanını çıkartıp soğumadan tekrar indirirsen kızımı sana veririm, demiş. Oğlan, ağaca şöyle bir bakmış, ağaç o kadar yüksekmiş ki bulutların arasında kayboluyormuş. Fincanı eline almış, yavaş yavaş ağaca çıkmaya başlamış. O arada güvercin aklına gelmiş. Güvercinin tüyünü yakmış, güvercin hemen orada bitivermiş. — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da: — Bu kahve fincanını ağacın tepesine çıkarmam lazım, demiş. Güvercin: — Ondan kolay ne var, güvercinlerle biz çıkartırız, demiş. Kahve fincanını alan güvercinler, oğlanı da arkalarına alıp ağacın tepesine çıkartmışlar. Oğlan, ağacın tepesinden ilerlere bakınca kendi ülkesini görmüş. Kardeşleri düğün yapıyormuş. Aşağıya inmişler. Padişah: — Tamam, kızımı sana veriyorum, demiş. Ama huysuz annesi: — Hayır, benim de bir dileğim var, onu da yaparsa kızı verelim. Ormanın dışındaki ırmağa yirmi yıl önce benim bir yüzüğüm düşmüştü, onu bulursan olur, demiş. Oğlan gitmiş, ormanı geçmiş, ırmağın kıyısına gelmiş. Kara kara düşünmeye başlamış. O arada küçük balık görünmüş. Küçük balık, oğlana: — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan: — Böyleyken böyle, işte o yüzüğü istiyorum, demiş. Balık: — Eğer bu ırmakta ise buluruz, demiş. Bütün balıklar yüzüğü aramış, kuytu bir köşede bulmuşlar, getirip oğlana vermişler. O da götürüp kızın annesine yüzüğü teslim etmiş. Yüzüğü gören kızın annesi: — Hayır, bu benim yüzüğüm değil, demiş. O arada kız çıkagelmiş: — Neden yalan söylüyorsun anne, o senin yüzüğün değil mi? Aynısından bende de var. Ben bu genci çok sevdim, başkasıyla evlenmem, onunla gideceğim, demiş. Bunun üzerine kimse ses etmemiş. Oğlan, kızı aldığı gibi kendi ülkesine doğru yola çıkmış. Sarı kayanın dibine gelince oğlan, kıza: — Burada uyumayalım, dediyse de derdini bir türlü anlatamamış. Kız, yatmış uyumuş, oğlan beklemeye başlamış. Az sonra cüce gelmiş. Önce oğlana saldırmış, onu etkisiz hâle getirdikten sonra kızı alıp gitmiş. Oğlan, kızın arkasından ülke ülke dolaşmaya başlamış. Her gittiği yerde: — Az önce geçti, yetişemedin, demişler. — Ben o kızı gördüm, ama sen onu öylece alıp gidemezsin. Cüce, kıza büyü yaptı. Cüce ölmeden götürürsen kız ölür. Önce cüceyi öldürmen lazım, ama cücenin canı öyle kolay çıkmaz. En iyisi ben kızı seninle görüştüreyim, sen onunla konuş. Cücenin canının nerede olduğunu öğrensin. Kızı, oğlanla görüştürmüşler. Oğlan: — Sen cüceye çok iyi davran, onun canının nerede olduğunu öğrenmeye çalış. Canım nerede derse orayı alla pulla, bana da haber ver, demiş. Kız giyinmiş kuşanmış, az sonra cüce gelmiş. Cüceye çok iyi davranmış. — Aman cücem, canım cücem. Sen çok iyisin, seni sevmeye başladım. Sen ölümsüzsün değil mi, demiş. Cüce ona güvenir mi? Tabii ki güvenmemiş. — Benim canım süpürgede, demiş. Kız inanmamış, ama yine de süpürgeyi allamış, pullamış, süslemiş, gidip gelip seviyormuş. Cüce, bu sefer gerçeği söylemiş. — Demircinin dolabında altın bir kutu var. Benim canım orada. Kutunun içinde üç tane civciv var, o civcivler ölürse ben de ölürüm, demiş. Kız, bunu hemen oğlana anlatmış. Oğlan, gidip demircinin yanında işe girmiş, çalışmaya başlamış. Demirciye: — Evim barkım yok, yatacak yerim de yok. Ben burada kalsam nasıl olur, diyerek izin istemiş. Demirci: — Tamam, demiş. Akşam olunca demirci, dükkânı kapatıp gitmiş. Oğlan, hemen dolabın içindeki kutuyu çıkartmış, kapağını açmış ki üç tane civciv... Bu civcivler sihirli oldukları için hemen bağırmaya başlamışlar. Oğlan, hemen birinin kafasını koparmış, cücenin canı ayaklarından gitmiş. İkincisinin kafasını koparmış, cüce yere düşmüş. Üçüncüsünü koparınca cüce ölmüş. Oğlan, kızı alıp kendi ülkesine götürmüş. Babası da onu bekliyormuş, oğlunun nasıl bir kız getireceğini merak ediyormuş. Oğlunun getirdiği kızı görünce: — Tacımı, tahtımı, varımı, yoğumu sana bıraktım oğlum. En güzel gelini sen getirdin, demiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar... Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
En Güzel Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
GELİNLİK KIZLAR Bir varmış, bir yokmuş… Çok eski zamanlarda bir adam yaşarmış. Bu adamın ay parçası gibi dünyalar güzeli bir kızı varmış. Bu kız, büyüdükten sonra dünürcülerin biri gelip biri gitmeye başlamış. Bir gün, üç kişi aynı günde bu kıza dünür olmuş. Kızın babası üçüne birden söz vermiş. Akşam olunca karısı: — Herif, niye böyle yaptın? Bizim bir kızımız var, sen üçüne de; “He!” dedin. Hiç böyle şey olur mu? Adamlar bize ne der, diye sormuş. Adam, karısının söylediklerini duyunca yaptığının hata olduğunu anlamış, ama neye yarar ki… Gece olmuş. Adam ellerini açıp Allah’a sıdk-ı candan* dua etmiş. Öyle bir dua etmiş ki Allahüteala ona yardım etmesi için melekler göndermiş. Melekler, adama ne yapacağını bir bir anlatıp gitmişler. Onlar gittikten sonra adam, kızını alıp ahırdaki eşeğin, köpeğin yanına koymuş. Sabah olmuş, adam doğru ahıra koşmuş, bakmış. Bir de ne görsün? Orada üç tane kız durmuyor mu? Kendi kızının hangisi olduğunu bile ayıramamış. Az sonra dünürcüler sırayla gelmeye başlamış. Adam, gelenlere bu kızları vermiş. Düğün dernek kurulmuş, çalıp çığırmışlar derken kızların üçü de gelin olup gitmiş. Aradan biraz zaman geçince adamın karısı, kocasına demiş ki: — Bu nasıl işti böyle? Ben bile kızımın hangisi olduğunu anlamadım. Acaba benim kızım nasıl ola? Çok merak ediyorum. Adam da: — Çok istiyorsan göndereyim, git, ziyaret et. Durumu, vaziyeti nasıl, gözünle gör, demiş. Kadın nasıl sevinmiş, nasıl sevinmiş… Hazırlığını yaptıktan sonra birinci kızın evine gitmiş. Oturmuş, durmuş. Söz, sohbet başını alıp giderken kadın, damadın ailesine kızı sormuş. — Nasıl? Kızımdan memnun musunuz, demiş. Onlar da: — Memnun olmasına memnunuz, ama “Ço!” demeden bir iş yapmıyor, demişler. Kadın, bu kızın ahırdaki eşek olduğunu anlamış. Oradan kalkmış, ikinci kızın evine gitmiş. Orada da yiyip içildikten sonra: — Eee… Bizim kızdan memnun musunuz? Nasıl, iyi mi? Size iyi hizmette bulunuyor mu, diye sormuş. Damadın ailesi de: — İyi! İyi! Çok memnunuz, ama durmadan dişini gösteriyor, demişler. Kadın anlamış ki bu da ahırdaki köpek… — İyi, bana müsaade, ben gideyim, demiş. Kadın, gerçek kızının üçüncü kız olduğunu anlamış. Yine de şüphesi kalmasın diye üçüncü kızın evinin yolunu tutmuş. Oraya varmış, kapıyı çalıp içeri girmiş. Söz, sohbet, yeme içme faslından sonra söz dönüp dolaşıp kıza gelmiş. Kadın, bu sefer de kızlarından memnun olup olmadıklarını sormuş. Damadın ailesi de: — Biz gelinimizden çok memnunuz. Allah işini gücünü rast getirsin. Kendi de evlat günü görsün, diye dua etmişler. Kadın anlamış ki bu gerçek kızı… İçinden: — Oh! Allah’ıma çok şükür... Hem üç kızı birden gelin edip mahcup olmadık hem de kendi kızımıza kavuştuk, diye dua etmiş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler...   * sıdk-ı candan dua etmek: Kalp temizliğiyle, gönülden dua etmek.
Gelinlik Kızlar
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
GÜL YAĞI TÜCCARI Bir varmış, bir yokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde… Develer tellal iken Pireler berber iken... Ben anamın beşiğini Tıngır mıngır sallar iken… Babam düştü eşikten Anam düştü beşikten… Biri kaptı maşayı Biri kaptı şişeyi Korkudan dolaştım dört köşeyi… Masaldır bunun adı Dinlemekle çıkar tadı... Her kim dinlemezse Rüyasına girsin cadı… Vaktiyle memleketin birinde bir tüccar yaşarmış. Bu tüccar gül yağı ticareti yaparmış. Bu adamın karısıyla iki de oğlu varmış. İyilik etmekten hoşlanır, yoksulları doyurur, donatırmış. Böylece mutlu, mesut yaşayıp giderlermiş. Bir gün otururken aklına bir soru gelmiş. — Acaba bu memlekette benim kadar zengin olan, gül yağlarımın hepsini alacak bir insan var mı? Büyük oğlanı yanına çağırıp: — Bak oğlum, sana kırk deve, kırk katır yükü gül yağı vereceğim. Onları götürüp satacaksın, demiş. Büyük oğlan: — Baba, biz zaten sen söylesen de söylemesen de gül yağlarını götürüp satıyoruz, demiş. — Oğlum, tamam satıyorsunuz. Ama bu sefer kırk deve, kırk katır yüklü gül yağını tek bir kişiye satacaksın. Bakalım bu memlekette bu kadar gül yağını alabilecek kimse var mı, demiş babası. Oğlan: — Baba, bu kadar gül yağını alabilecek kimse yoktur herhâlde. Ama gideyim, belki bulurum. Bulamazsam da ayrı ayrı satarım, demiş. Babası ısrar etmiş. — Hayır, ben bunları bir kişiye satacaksın diyorum. Satamazsan geri getir, demiş. Oğlan kırk deve, kırk katır yükü gül yağını almış, yola düşmüş. Memlekette gezip dolaşmadığı yer kalmamış. Gittiği yerlerde müşteri buluyormuş, ama hiçbiri de gül yağının hepsini alacak kadar zengin değilmiş. Aradan seneler geçmiş. Oğlan, gül yağını satacak birini bulamamış. Sonunda yorulmuş, geri dönmeye karar vermiş. Hem geliyor hem de müşteri arıyormuş. Aradan birkaç gün geçmiş. Yolu bir kasabaya düşmüş. Akşamüzeri olduğu için yükünü hanın önüne yıkmış. Yemek yemek için hana girmiş. Oturmuş, bir güzelce karnını doyurmuş, kahvesini içmiş. Tam kalkacağı sırada yanına bir adam gelmiş, oturmuş. — Ben filan adamım, gül yağı alacağım, demiş. Oğlan: — Ben bunları toptan satacağım. Hepsini alacaksan olur, demiş. Adam: — Zaten hepsini alacaktım, demiş. Gül yağı için pazarlık yapmışlar. Adam parasını verince oğlan da gül yağını teslim etmiş. Oğlanı bir merak almış. — Bir şey soracağım. Bu kadar gül yağını ne yapacaksın, diye sormuş. O da: — Ben çok zengin biriyim. Hiç kimsem yok. Bu gül yağını camiye harç olarak kullanacağım, demiş. Oğlan, bir müddet daha dinlendikten sonra tekrar yola düşmüş. Aylarca yol gitmiş, sonunda memleketine gelmiş. Babasının yanına varmış. Başından geçenleri anlatmış. Aradan bilmem kaç sene geçmiş. Caminin ünü her yere yayılmış. Gül yağı tüccarı, bu camiyi görmek için yollara düşmüş. Sonunda caminin bulunduğu şehre gelmiş. Cami şehrin en güzel yerindeymiş. Yanında da bir hamam varmış. Camiye gidecek olanlar önce hamama, sonra camiye girerlermiş. Tüccar, âdet üzere önce hamama girmiş. Sonra da çıkıp camiye girmiş. Namazını kıldıktan sonra bu camiyi yaptıranı soruşturmaya başlamış. Sora soruştura camiyi yaptıranın hamamın külhanında çalıştığını öğrenmiş. — Nasıl olur da böyle bir camiyi yaptıran külhancı olur, diye sormuş. Hamama gelmiş. Doğruca külhana girmiş. Bu arada adam namaz kılıyormuş. Namazını bitirip kalkmış. Tüccar kendini tanıtmış. — Nasıl olur da böyle bir camiyi yaptıran zengin biri külhanda yaşar, diye sormuş. Adam başlamış anlatmaya: — Evet, gül yağını ben aldım, bu camiyi ben yaptırdım. Ama bir gün namaz kıldık, çıkıyorduk. Yanımda tanınmış, çok zengin bir arkadaşım vardı. Tam kapıdan çıkarken kapının eşiğinde bir ekmek parçası gördüm. Eğilip almadım. Ayağımla kenara ittim. Bu işten sonra Allah’ın gazabına uğradım. Malım, mülküm, bütün servetim elimden gitti. Dükkânlarım iflas etti. Şimdi de kendi yaptırdığım hamamda külhancılık yapıyorum, demiş.  
Gül Yağı Tüccarı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
HILILI'YLA DERTLİ  DILILI Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış. Çok eski zamanların birinde saf mı saf bir karı-koca varmış. Bunların başka köyde yaşayan bir de kızları varmış. Bir gece Dertli Dılılı, yatağından kalkmış, şöyle bir etrafına bakınmış ki ayın ışığı tandıra düşmüş, tandırın başını parıl parıl aydınlatmış. Doğruca karısının başına varmış: — Hılılı! Hılılı, diye uyandırmış. Karısı da: — Ne diyorsun Dertli Dılılı, demiş. Dertli Dılılı: — Hele kalk, bir bak! Tandırın bir yanıyor, bir yanıyor ki sorma! Kalk da çörekleri pişir, kızımızı görmeye gidelim, demiş. Hılılı da ne bilsin? Gerçekten yanıyor sanmış, tandırın başına varmış. Hamurları acele acele tandıra koymuş. Koymuş, ama hamurlar pişmiyormuş. O, ateş var sanıp yeniden hamurları koyuyormuş, ama çörekler pişmiyormuş. Hılılı, tandırdan çıkarttığını torbaya koymuş, çıkarttığını torbaya koymuş. O sırada güneş doğmuş, ortalık aydınlanmaya başlamış. Hılılı da, Dılılı da giyinmiş, kuşanmışlar, torbayı da sırtlarına vurmuş, yola düşmüşler. Meğerse kışın ortasıymış. Hava öyle soğuk, öyle soğukmuş ki ağaçlar ayazdan bembeyaz kesilmiş. Adam, Hılılı’ya: — Hılılı, Hılılı!.. Aha şu bürüğünü* çıkart da ağaçlara ört! Nasıl üşümüşlerse beyazlara bürünmüşler, bürüğünü ört de azıcık ısınsınlar, demiş. İkisi de üstlerindekileri çıkartıp ağaçlara örtmüşler, yola devam etmişler. Biraz ileri varmışlar ki kargalar soğuktan karın üstünde seke seke dolanıyorlar. Dertli Dılılı: — Hılılı, Hılılı! — Ne diyorsun Dertli Dılılı? — Ne diyeyim ki? Baksana, kargalar bu soğukta, bu ayazda seke seke dolanıyorlar. Ayakkabılarımızı çıkartıp onlara versek de üşümeseler, demiş. Ayakkabılarını çıkartıp onlara vermişler, yine yola düşmüşler. Gide gide kızlarının evine varmışlar. Kız, bunları kapıda karşılamış, buyur etmiş. Biraz hoş beşten sonra Hılılı: — Kızım, sana bir çörek pişirdim ki göresin. Bir güzel oldu, bir güzel oldu… Hemen çıkart da yiyelim, demiş. Kız, torbadan çörekleri çıkartmış ki sade hamur. Hemen tandır yakmış, yeniden onları pişirmiş, mis gibi annesinin, babasının önüne koymuş. Yemeden, içmeden sonra akşam olmuş. Kız, odanın birine annesi, babası için döşek sermiş. O odada da mercimeği, pirinci, kuru fasulyesi varmış. Her birini ayrı ayrı torbalayıp duvardaki çivilere asmış. Annesi, babası odaya yatmaya gidince “Duvarda asılı duran torbaların içinde ne var acaba?” diye merak edip bakmışlar. Hılılı, Dertli Dılılı’ya: — Herif, bizim bu kız ne kadar dağınık; pirinci bir torbada, mercimeği bir torbada, kuru fasulyesi bir torbada! Hiç öyle şey olur mu? Gel, biz bunları birleştirelim, demiş. Karı koca, kızın yiyeceklerinin hepsini bir torbaya doldurmuş, yatmışlar. Kız, sabah olup da odaya girince anne-babasının yaptığına şaşırıp kalmış, ama bir şey de diyememiş. — Aman, kaynanamlar duymasın, diye gitmiş, hepsinden almış, torbalamış, yerlerine asmış. Kendi kendine; “Bugün de yarmamı, mercimeğimi, bulgurumu birleştirirlerse,” diye korkmuş, yataklarını başka odaya sermiş. O odada da tavuklar, kazlar, culuklar* varmış. Hılılı’yla Dertli Dılılı, odaya girince bunları görmüşler. Bakmışlar ki tavuklar, kazlar gagalarıyla kendilerini bitliyorlar*. Hılılı, Dertli Dılılı’ya: — Herif, bu kız ne kazı yıkamış ne de tavuğu. Bak hele, hayvanlar nasıl bitlenmişler, didinip duruyorlar, demiş. Adam da: — İyi, tamam da bize ne, demiş. Hılılı: — Yoook! Aman, öyle olur mu, gel bunları yıkayalım, demiş. Kalkmış, ocağı yakmış. Büyük kazanı da üstüne oturtmuş, ısınmasını beklemiş. Su ısınınca tavuğu, kazı birer birer kazana sokmuş. Çıkardığını götürüp tara* dizmiş, ama hayvanlar teker teker bayılıp yere düşmüş. Dertli Dılılı, Hılılı’ya: — Hele bir bak! Nasıl hoşlandılar ki hepsi bayıldı, yatıyor. Aman seslenme de sabaha kadar uyusunlar, demiş. Ondan sonra da gidip yerlerine yatmışlar. Sabah olmuş, kızları odanın kapısını açınca bir de ne görsün? Kaz bir yerde duruyor, culuk bir yerde… Hepsi ölmüş, yatıyor. Kız: — Ana! Bunlara ne oldu, ne yaptınız, diye sormuş. Hılılı da: — Bak, bunları hiç yıkamamışsın. Hayvanlar bitlenip duruyordu. Biz de babanla sabaha kadar bunları yıkadık. Yıkadığımızı tara koyduk, yıkadığımızı koyduk, demiş. Kız ne yapsın? Tavukların, kazların, culukların leşlerini toplamış, atmış. Ortalığı da silmiş, süpürmüş. Bakmış ki böyle olmayacak. Her gün bir zarar açıyorlar. “En iyisi bunları evlerine göndereyim de ben de rahat edeyim, onlar da,” diye kendi kendine söylenmiş. Kız, anasına: — Ana, canını yerim, en iyisi ben sizi bugün yolcu edeyim, siz de rahat edin, ben de… Ama bana darılmayın, demiş, onların gönüllerini de almış, yola salmış. Onların da hiç sesi çıkmamış. Hılılı’yla Dertli Dılılı, geldikleri gibi geri dönmüşler. Onlar evlerinde, kızları da kendi evinde mutlu mesut yaşamışlar...   * bürük: Başörtüsü. * culuk: Hindi. * bitlemek: Bitlerini temizlemek. * tar: Tavukların kümeslerde tünedikleri ağaç.
Hılılıyla Dertli Dılılı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
HÖTÜRÜKLÜ SERÇE Bir hötürüklü* serçe varmış. Gitmiş, gitmiş, bir fırıncıya rastlamış. Fırıncıya demiş ki: — Fırıncı kardeş, sen şu çalımı tut da ben iki taşın arasına çıtılıyım, pıtılıyım da geleyim. Fırıncı da ekmek pişirirken çalıyı ateşe atıp yakmış. Serçe geri gelmiş: — Fırıncı kardeş, çalımı ver, demiş. Fırıncı da: — Serçe kardeş, ben senin çalını yaktım, demiş. Serçe: — O yana geçerim, bu yana geçerim. Bir ekmeğinizi alıp kaçarım, demiş. Bir tane ekmek almış, gitmiş. Yine gitmiş, gitmiş, bu sefer dağda bir çobana rastlamış. Çobana demiş ki: — Çoban kardeş, sen şu ekmeğimi tut da ben iki taşın arasına çıtılıyım, pıtılıyım da geleyim. Çoban: — Tamam, serçe kardeş, demiş. Serçe gitmiş. Çoban da serçe gelene kadar ekmeği yemiş. Serçe gelmiş, ekmeğini isteyince çoban demiş ki: — Serçe kardeş, ben senin ekmeğini yedim. Serçe de: — O yana geçerim, bu yana geçerim. Bir tane toklunu* alıp kaçarım, demiş, bir tokluyu almış, kaçıp gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Bu sefer bir düğüne rast gelmiş. Düğüncülere demiş ki: — Şu toklum sizde dursun. Ben iki taşın arasına çıtılıyım, pıtılıyım, geleyim. Düğüncüler de: — Tamam, demişler. Serçe gitmiş, ancak düğüncüler tokluyu kesmişler, düğün yemeğinin içine katmışlar. Serçe geri gelmiş: — Toklumu verin, demiş. Düğüncüler de: — Serçe kardeş, biz senin tokluyu kestik, düğün yemeğinin içine kattık, demişler. Serçe yine başlamış: — O yana geçerim, bu yana geçerim. Hemen de gelini alıp kaçarım, demiş. Gelini kaptığı gibi alıp kaçmış. Ondan sonra: Dambıram dım dım! Gümbürem güm güm! Çalı verdim, ekmek aldım Ekmek verdim, toklu aldım Toklu verdim, gelin aldım, demiş. Daha sonra yemiş, içmiş, muradına geçmiş...   * hötürük: İshal. * toklu: Bir yıllık kuzu.
Hötürüklü Serçe
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İKİ ARKADAŞ Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çoook uzaklarda bir köy varmış. Bu köyde iki komşu yaşarmış. Bunlardan biri çok iyiliksevermiş. Öteki de çok kötü kalpli, fesadın biriymiş. İkisi de çok fakirmiş. Bir gün fakirlik canlarına tak etmiş, karşılıklı düşünüp konuşmaya başlamışlar. En sonunda şehre gidip para kazanmaya karar vermişler. Karar vermeye vermişler de bunu karılarına nasıl söyleyeceklerini kara kara düşünmeye başlamışlar. — Adam aman! N’olursa olsun! İster izin versinler isterse vermesinler. Biz kararımızdan vazgeçmeyelim. Onlar illaki bize izin verecekler. Yoksa bu fakirlik hem onları hem de bizi süründürecek, deyip evlerinin yolunu tutmuşlar. Allah’tan ki karıları karşı gelmemiş. — Evet, demiş, bunlara izin vermişler. Bunlar da binbir heyecanla hazırlık yapmaya başlamışlar. Heybelerine ekmek, katık koymuşlar, azık tozuk koymuşlar, hazırlanmışlar. Ertesi gün, bu iki akıllı, heybelerini omuzlarına atıp yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler… Epeyce bir yoldan sonra bir çeşme başına gelmişler. Karınları acıkmış. Biri: — Gel, şurada durup biraz karnımızı doyuralım, demiş. — Tamam, demiş öteki. Kötü kalpli olan hemen öne atılıp: — Gel, önce senin azığını yiyelim, sonra da benimkini yeriz, demiş. İyi kalpli olan da: — Tamam, olur, ikisi de yiyecek değil mi? Bir dahaki acıkmamızda da onu yeriz, deyip kabul etmiş. Orada bir güzel karınlarını doyurmuş, biraz da dinlenmişler. Tekrar yola koyulmuşlar. O zaman da at yok, araba yok… Yürüye yürüye iki gün, üç gün yol gitmişler. Yine karınları acıkmış. Bu arada iyi adamın azığı da bitmiş. İyi adam: — Hadi arkadaş, azığını çıkar bakalım, sıra seninkini yemeye geldi, demiş. O da: — Peki, demiş. Azığını heybesinden çıkarmış. Kötü olan fesat ya!.. Aklına şeytanlık gelmiş, azığı tek başına yemek istemiş. — Ben şu aşağıya doğru gidip bir bakayım, çeşme meşme varsa sana seslenirim, gelirsin, yemeğimizi orada yeriz, demiş. Azığı aldığı gibi hızlıca oradan uzaklaşmış, gözden kaybolmuş. İyi kalpli adam bir beklemiş yok, iki beklemiş yok… Bakmış ki olmayacak, yola düşmüş. Gitmiş, gitmiş, sonunda yıkık, virane bir değirmene rastlamış. Karnı aç, artık bakmış ki yola da gidemeyecek. “Şu değirmenin içine girip bir bakayım. Hiç değilse biraz yatıp uyur da dinlenirim,” diye düşüne düşüne içeri girmiş. Sağa sola bakmış, kimsecikler yok. Oralarda bir yere büzülmüş, uzanmış. Neyse, saat epeyce ilerlemiş. Gece yarısı olunca büyük bir gürültü duymuş. Arkasından da kalabalık sesi işitmiş. Hemen yıkıntıların arasına girmiş, saklanmış. Olduğu yere pusmuş, dinlemeye başlamış, ama bir yandan da korkudan tir tir titriyormuş. — Acaba bu ne ki, diye saklandığı yerden gizli gizli bakıyormuş. Meğerse bu gelenler cinlermiş. Hani onlar boş, yıkık ve virane yerlere gelirlermiş ya… Orada kendi kendilerine yemiş, içmişler, oynamış, gülmüşler, eğlenmişler. Sabaha doğru cinlerden bir tanesi: — Benim filan yerdeki filanca kavağın altında bir kazan dolusu altınım var. Her gün gidip bakıyorum, yerinde duruyor, demiş. Başka biri de: — Benimki de filan yerde, çok kolay bir yerde bir altıntopum var, ama kimse yerini bilmiyor. Ben de her gün gidip yokluyorum, yerinde duruyor, demiş. Öbür cin de: — Benim bilmem nerede bir küp altınım var. Ben de gidip bakıyorum, kimse bilmiyor. Zaten bilse gidip alır, demiş. Neyse, bunlar böyle kendi kendilerine konuşmuşlar. Adam da bunları bir bir aklında tutmuş. Ama sabaha kadar da korkudan ölüp ölüp dirilmiş, adamlıktan çıkmış, kan ter içinde kalmış. Gün ağarmaya başlarken bunlar yine geldikleri gibi gürültüyle, patırtıyla gitmişler. Adam da saklandığı yerden çıkmış. Biraz kendine gelince: — Acep doğru mu söylüyorlar ki? Gidip de hepsine bir bir bakayım, demiş. Adam yola koyulmuş. Gide gide tarif edilen ağacı bulmuş. Ağacın dibini eşmiş, eşmiş, eşmiş... Gerçekten de altın dolu koca kazanı bulmuş. Altınları heybesine doldurmuş, yine yola düşmüş. Bu sefer de: — Varıp gideyim de öteki cinin tarif ettiği altıntopu bulayım, demiş. Tarif üzere onun da yerini bulmuş. Bakmış ki gerçekten koskoca bir altıntop değil mi? Onu da yanına almış. Sonra da öbür cinin tarif ettiği yerdeki altınları almaya gitmiş. Onu da eliyle koymuş gibi bulmuş. O altınları da almış. Olmuş bir zengin… Derken şehrin yolunu tutmuş. Elindeki altınlarla konaklar almış, evler almış, dükkânlar almış, adam zengin olmuş. Gel zaman, git zaman, aradan epey bir zaman geçmiş. Bu adam çarşıda dolaşırken kendini çeşmenin başında bırakıp giden fesat arkadaşına rastlamış. Fesat adam: — Oooo… Yemeye ekmek bulamıyordun. Bu üst başı, elbiseleri nerden buldun? Yoksa çalışmak için iş mi buldun, diye sormuş. İyi kalpli adam da: — Gel, sana konaklarımı, evlerimi, dükkânlarımı göstereyim, demiş. Kötü kalpli adam bakmış ki bu çoktan zengin olmuş. Şaşırıp kalmış. — Sen bunları nerden aldın, diye sormuş. Adam da: — Sen o gün beni orada, dağın başında öylece koydun, kaçtın. Aç, susuz, perme perişan oldum. Gide gide kırık dökük, virane bir değirmen gördüm, oraya sığındım. Orada cinler, periler düğün yaptılar, oynadı, güldü, eğlendiler. Bir de hazinelerinin yerlerini söylediler. Sabah olunca gittim, hepsinin yerlerini buldum. Birer birer eştim, çıkardım. Sonra da gelip şehirden konaklar, evler, dükkânlar aldım, demiş. Fesat adam, öyle bir haset etmiş ki iyi kalpli adamın yanından fırlayıp dosdoğru o yıkık değirmenin yolunu tutmuş. Koşa koşa bir solukta oraya varmış. O da duyacak ya!.. O da altın bulacak ya!... Bir köşeye saklanmış, beklemeye başlamış. Gece yarısı olmuş. Bir gürültü, bir uğultu derken cinler, periler teker teker oraya gelmeye başlamış. Meğer onlar gece yarısı olunca her gün oraya gelip eğlence yaparlarmış. Vurmuşlar, kırmışlar, eğlenmişler. Sıra hazinelerin yerini söylemeye gelmiş. Biri: — Geçen sefer hazinelerin yerini konuştuk, buldular. Şimdi konuşmadan önce buraları iyice bir arayıp tarayalım. İnsanoğlu varsa söylemeyelim, demiş. Neyse, bunlar her biri bir taraftan değirmeni didik didik aramışlar. Bakmışlar ki adam orada saklanmış, öylece onları dinliyor. Adamı olduğu yerden çekmişler, almışlar ortalarına… Bir güzelce dayak atıp parça pinçik etmişler. Adam, böylece kötülük etmenin cezasını ödemiş. İyi kalpli adam da karısı, çocukları, malı, mülküyle mutlu mesut bir hayat sürmüş...
İki Arkadaş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İNCİLİ ÇADIR Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Ben anamın beşiğini sallarken anam düştü beşikten… Varmış, yokmuş, bu zengin ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da kız güzeli mi dersin, erkek güzeli mi dersin, evlenecek yaşta bir oğlu varmış. Bu şehzadenin ünü dört bir yana dağılmış. Ülkedeki kızlar, şehzadeyle evlenmek için can atıyormuş. Bir gün padişah, vezirini çağırıp: — Git, oğluma söyle; gayrı evlenme çağı geldi, demiş. Vezir, padişahın bu emrini yerine getirmiş. Şehzadenin yanına varıp babasının dileğini iletmiş. Şehzade, vezire: — Babamın emri, başım gözüm üstüne, ama ben henüz evlenmek istemiyorum, diye cevap vermiş. Vezir, şehzadenin cevabını padişaha iletmiş. Padişah, sinirlenmiş. — Öyle şey olmaz! Vakti geldi de geçiyor bile! Bu işin lamı cimi yok, evlenmesi lazım, demiş. Şehzade, bakmış ki bu işten kurtuluş yok, istemeye istemeye babasının emrini kabul etmiş. Padişah, komşu ülkenin padişahına bir elçi göndermiş; kızını, oğluna istetmiş. Kızın babası da padişahın bu isteğini canla başla kabul etmiş. Şehzadenin babası, gelin kızı için altın, inci gibi kıymetli ne varsa bir sürü nişan hediyesi göndermiş. Böylece şehzadenin başı bağlanmış. Aradan günler, aylar geçmiş. Padişah, oğlunu huzuruna çağırtmış. — Oğlum, düğün zamanı yaklaştı, artık son hazırlıklarını yap, demiş. Şehzade: — Babacığım, düğünden önce akranlarla, yârenlerle eğlenmek istiyorum, ne dersin, demiş. Padişah: — Elbette, niye olmasın? Düğünden önce eğlenmek, zevklenmek hakkın… Benden ne istiyorsun, diye sormuş. Şehzade, babasından aşçı, uşak, vezir, çengi, çalgıcı olmak üzere tam otuz dokuz kişi istemiş. Padişah, oğlunun isteğinin yerine getirilmesini emretmiş. Ne var ne yok hazırlıklar yapılmış, develere yüklenmiş. Şehzade ile otuz dokuz kişilik kafile yola çıkmış. Şehzade, maiyetiyle beraber babasının sarayından uzak bir yere gitmiş. Etrafı dağlarla çevrili, dört bir yanından sular kaynayan yemyeşil bir vadiye yerleşmişler. Şehzadenin inciden yapılmış çadırını da tam orta yere kurmuşlar. Diğer otuz dokuz çadırı da etrafını çevirecek biçimde yerleştirmişler. Şehzadenin incili çadırı, en uzak yerlerden bile ışıl ışıl parlayıp göz kamaştırıyormuş. Şehzade ile maiyetindekilerin çadır kurduğu sıralarda başka bir oba da etraftaki dağın birine yaylamak için gelmiş. Onlar da obalarını yaylaya kurup yerleşmişler. Bu obada, yaşlı bir kadınla kız torunu da varmış. Kız, çok güzelmiş. Bir gören bir daha bakarmış. Yaylada yer, içer, oradan oraya gezer dururmuş. Kız, yine bir gün yaylayı gezdiği sırada büyük bir kalabalık görmüş. Kalabalıktan müzik sesleri, kahkahalar duyuluyormuş. Kızın merakı artmış. Sesin geldiği yere doğru gitmiş. Bir de ne görsün? Vadinin içinde otuz dokuz tane ipek çadır. Tam ortasında da incili bir çadır yok mu!? Kız, bir bakmış, bir daha bakmış. Hele incili çadır nasıl parlıyorsa, ta uzaktan bile adamın gözünü alıyormuş. Kız, orada epeyce durmuş, çadırı uzun uzun seyretmiş. Aynı zamanda içinde bir merak uyanmış. — Acaba bu çadır kimin? İçinde kim kalıyor, diye sabaha kadar düşünmüş. Kız, bakmış ki böyle olmayacak, planlar yapmış. Gece olunca da çadıra girmeye karar vermiş. Gece olmuş. Ninesiyle obadakiler uyuduktan sonra gündüzden belirlediği yoldan vadiye inmiş. İncili çadırın kapısını kollamış. Bakmış ki nöbetçiler uyuyor, usulca çadırın içine girmiş. Gözlerini kırpmış, bakmış. Bakmış ki bir altın karyola. Karyolanın baş ucunda altın şamdan yanıyor, ayak ucunda gümüş şamdan dönüyor. Karyolanın öbür başında da altın bir tepsi, içinde de kuş sütünden başka her şey var. Kız, ses etmeden altın tepsideki yiyeceklerden birer parça almış, çadırdan çıkıp kimseyi uyandırmadan obasına dönmüş. Sabah olmuş, şehzade uyanmış. Kahvaltısını edeceği sırada bakmış ki kahvaltısı bozulmuş. Hemen aşçıları çağırmış, sormuş. Onlar, her zaman ki gibi hazırladıklarını söylemişler. Bu sefer de nöbetçileri çağırıp sormuş. Onlar da kimseyi görmediklerini söylemişler. Şehzade, bunun içinde bir iş olduğunu anlamış. Daha fazla uzatmadan olayın üstünü örtmüş. Kız, ertesi gün yine şehzadenin obasını seyretmiş. Herkes bir taraftan koşuşuyor; kimi yemek pişiriyor, kimi çalgı çalıyor, kimi de kendinden geçerek oynuyormuş. Zevk, eğlence çokmuş, ama şehzade çok düşünceliymiş. Onu eğlendirmek için neşelendirmek için ne yaptılarsa şehzade mutlu olmamış. Kız, bunu olduğu yerden görmüş. Biz gelelim şehzadenin babasına… Padişah, oğlunu eğlenmesi için gönderdikten sonra vezirine, vüzerasına: — Hazırlıklara başlayın, düğün kurulsun, diye emir vermiş. Gelin kızın babasına da haber yollamış ki: — Düğün hazırlıklarına başladık. Kırk gün, kırk gece sürecek. Ona göre siz de hazırlıklarınızı yapın! Her iki sarayda da düğün hazırlıkları görüledursun, biz haberi obadaki kızdan verelim… Kızın aklı, fikri şehzadede kalmış. Ertesi gece, ninesi uyuduktan sonra çadırından dışarı çıkmış. Etrafı şöyle bir kolaçan etmiş, herkesin uyuduğu bir zamanda yine şehzadenin çadırına gitmiş. Nöbetçilerin içi geçmiş, gözleri dalmış. Bunu gören kız, usulcacık şehzadenin incili çadırına girmiş. Şehzade, altın karyolasında mışıl mışıl uyuyormuş. Kız, bu sefer daha bir imrenerek şehzadenin yüzüne bakmış, bakmış, bakmış… Baş ucundaki yiyeceklerin her birinden biraz biraz almış, oradan çıkmış. Kimselere görünmeden kendi çadırına varmış, yerine girip yatmış. Sabah olup da güneş odaya doğunca şehzade uyanmış. Tam kahvaltısını yapacağı sırada yine yiyeceklerinin eksildiğini görmüş. Daha çok meraklanmış, ama bu sefer kimseye bir şey söylememiş. “Dur bakalım, bu oyunu bana oynayan kimse, nasıl olsa ortaya çıkar,” diye düşünmüş. Bir yandan da ne yapacağını, ne edeceğini kafasında evirip çeviriyormuş. Şehzade, üçüncü gece; “Ne yapıp edip bu gece uyumamalıyım. Bu oyunu bana kim ediyorsa muhakkak bulmalıyım,” diye uyumamaya karar vermiş. Kız, ninesi de, oba da uyuyunca çadırından çıkıp şehzadenin çadırına gelmiş. Bir ara, nöbetçileri atlatıp içeri girmiş. Şehzade, yatağında uyuyormuş. Öyle bir içi kaynamış ki ses etmeden şehzadenin yatağına girip yanına uzanmış. Az sonra da uyuyakalmış. Şehzade, bir ara gözünü açmış ki kızın saçları yüzünü kapatmış, kolu da boynuna dolanmış. Önce bir şaşırmış. Bakmış ki yanında ay parçası gibi bir kız yatıyor. Ne yapacağını şaşırmış. Hemen kızı uyandırmadan yanından usulca sıyrılıp kalkmış. Koynuna da bir kese altın bırakmış. Hemen nöbetçilere emir vermiş: — Tez çadırları sökün buradan kalkıyoruz! Maiyetindekiler ne olduğunu anlayamamışlar. Hem “Gece gece bu ne iştir? Hayırlısı olsun bakalım.” demişler hem de şehzadenin emrini yerine getirmişler. Sıra incili çadıra gelince şehzade: — Ona dokunmayın! O çadır burada kalacak, demiş. Adamlar, incili çadıra hiç dokunmamışlar. Şehzadenin emriyle sarayın yolunu tutmuşlar. Bunlar yolda olsunlar, kız uyanmış. Yanına bakmış kimse yok! Hemen çadırdan dışarı çıkmış, etrafa bakmış, kimseler yok! Kendi kendine; “Allah Allah! Ne şehzade var ne de çadırlar! Bunlar çadırları toplayıp nereye gittiler acaba,” demiş. Öyle üzülmüş ki o da arkalarından yola düşmüş. Gide gide bir çobana rastlamış. Koynundaki altın kesesini çıkarıp: — Al, bu altınlar senin olsun, ama bir koyun kes, işkembesini bana ver. Bir de şu üstündeki elbiseleri... Filan yerde bir incili çadır kurulu… O çadır benim. Eğer dediklerimi yaparsan, istediklerimi bana verirsen o çadır da senin olsun, demiş. Çoban, kızın dediklerini vermiş. Sevincinden incili çadırın olduğu yere koşmuş. Kız da işkembeyi temizleyip başına geçirmiş. Çobanın elbisesini de sırtına giymiş, şehzadenin kafilesine yetişmek için koşa koşa yolu tutmuş. Bir zaman sonra kafileyi uzaktan görmüş. Yaklaşınca: — Ey ağalar, beyler! Yolumu kaybettim, beni de kafilenize alır mısınız, diye bağırmış. Arkadaşları, şehzadenin durumuna çok üzülmüşler. Olup bitene bir türlü akıl erdirememişler. Kendi aralarında konuşup durdukları için de bu sese hiç aldırış etmemişler, ama şehzadenin aklı fikri kızda olduğu için kızın sesini duymuş, dönüp arkasına bakmış. Bakmış ki gelen garip bir çoban… — Tamam, tamam! Gel, bizimle git, demiş. Çobanı yanına almış, yol boyu sohbet ede ede gitmişler. Şehzade: — Nerden gelir, nere gidersin, diye sormuş. Çoban da çok uzaklardan geldiğini anlatmış. Bunun üstüne şehzade: — Geldiğin yerlerde, yollarda bir şey gördün mü, diye sormuş. Kız: — Benim adım Abdal Ağa. Ben ne gördüğümü sana şöyle söyleyeyim: İncili çadır kurulu gördüm Altın şamdan yanar gördüm Gümüş şamdan döner gördüm İçinde bir güzel ağlar gördüm, demiş. Şehzade, bunları duyunca beyninden vurulmuş. Eli ayağı titremiş, bir hoş olmuş, ama bir şey de diyememiş. Şehzade, yol boyu yolda ne gördüğünü sorup durmuş. — He Abdal Ağa! Hele bir düşün, yolda belde değişik ne gördün, diye bir daha sormuş. Kız da hep aynı cevabı veriyormuş: İncili çadır kurulu gördüm Altın şamdan yanar gördüm Gümüş şamdan döner gördüm İçinde bir güzel ağlar gördüm Her cevapta şehzadenin içi daha çok yanıyormuş. Şehzadenin arkadaşları, bu durumu bir türlü anlayamamışlar. Kendi aralarında konuşup: — Şehzade, bu pis, kel çobanı niye yanında götürüyor ki, diye çok merak etmişler. Şehzade, sarayına erken dönünce herkes çok şaşırmış. Padişah: — Oğlum, arkadaşlarınla eğlenmek için hem çok ısrar ettin hem de ne diye erken geldin, diye sormuş. Şehzade: — Babacığım, öyle icap etti, daha da üsteleme, demiş. Padişah, pek bir şey anlamamış, ama sesini de çıkartmamış. Şehzade, düğün hazırlıkları olduğunu bile bile bırakıp Abdal Ağa’yla çarşıya, pazara gidiyormuş. Onu gezilecek, gidilecek yerlere götürüyor, bir an bile yanından ayırmıyormuş. Padişah da, saraydakiler de, ahali de şehzadenin bu hâlini bir şeye yoramıyorlarmış. Yine bir gün çarşıda gezerlerken kız, şehzadeyi bir ara oyalamış, bir parça zehir alıp koynuna saklamış. Nihayet düğün günü gelip çatmış. Kırk davul, kırk zurna, yeme içme tırıba* gidiyormuş. Eğlencenin son günü gelmiş, çatmış, ama şehzade hâlâ düşünceli, hâlâ sıkıntılıymış. Babasıyla görüşmek istemiş. Babasına: — Babacığım, senden bir şey isteyeceğim, ama itiraz etme, olur mu, demiş. Padişah da: — Evladım, sen yeter ki mutlu ol! Yeter ki yüzün gülsün! Söyle bakalım, ne diyorsun, demiş. Şehzade: — Gerdek odasının ikiye bölünmesini istiyorum, demiş. Babası: — Oğlum, hiç öyle şey olur mu? Hiç duyulmuş şey mi? Peki, nasıl böleceğiz, ne olacak, diye sormuş. Şehzade: — Odayı bir kilimle ikiye ayıracaksın. Bir tarafında ben, öbür tarafında Abdal Ağa olacak, demiş. Padişah, itiraz ettiyse de, “Olmaz!” dediyse de şehzadenin gönlünü edememiş. Odayı onun istediği gibi hazırlatmış. Ertesi gün, düğüncüler gelini almış, deve yükü çeyizle gelmişler. İzzet ikram, eğlence derken akşam olmuş, düğün dağılmış. Şehzade, odasına, gelinin yanına varmış. Kız, perdenin öbür tarafında başındaki işkembeyi, sırtındaki çoban elbisesini çıkartmış; için için ağlıyormuş. Şehzade, kıza yine aynı soruyu sormuş. Gelinin yüzüne hiç bakmamış bile. Gelin, ne olup bittiğini anlayamamış, cesaret edip soramamış da… Şehzade, kıza son bir defa daha aynı soruyu sormuş. Kız, yine aynı cevabı vermiş: İncili çadır kurulu gördüm Altın şamdan yanar gördüm Gümüş şamdan döner gördüm İçinde bir güzel ağlar gördüm Böyle deyince şehzade artık umudu kesip çaresiz gelinin yanına oturmuş. Kız, artık dayanamamış, kilimin arkasından çıkıp: — Yeter artık şehzadem, demiş. Elindeki zehir kabını başına dikmek isterken şehzade eliyle kaba vurunca kap yuvarlanıp gitmiş, zehir de dökülmüş. Şehzade, babasının yanına gitmiş. Ne olup bittiğini anlatmış. Gelini de, çeyizini de iki misliyle develere yükleyip babasının evine göndermişler. Şehzade de öbür kızla evlenmiş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler…   * tırıp: Çok, bol.
İncili Çadır
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KEDİ KIZ Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde üç kardeş varmış. Bunların üçü de bekârmış. Üçü de evlenmek istiyormuş. “Kimin kızını alalım, kimin kızını alalım,” diye düşünmeye başlamışlar. Sonunda; “Havaya üç ok atalım. Oklar nereye düşürse o evin kızını alalım,” diye karar vermişler. Havaya üç ok atmışlar. Okun biri bir bacaya, biri bir bacaya düşmüş. Biri de gitmiş bir kayaya düşmüş. Okları bacalara düşen oğlanlar gitmişler, o evin kızını almışlar. Düğün dernek etmişler. Gelinleri alıp eve getirmişler. En küçük oğlan da kayanın olduğu yere gitmiş ki kayada bir kedi oturuyor! — Benim nasibime de bu kedi çıktı, demiş. Kediyi almış kucağına, eve getirmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Kedi evde yatağın üstüne çıkıp anca mışıl mışıl uyuyormuş. Öbür gelinler iş, güç yapıyormuş, çalışıyormuş. Ama bu sürekli yatıyormuş. Küçük oğlan, kediye kızmış, söylenmiş. — Olmaz, bulunmaz olasıca! Şansıma nereden çıktın? Herkes ev işi yapıyor, çalışıyor. Sen burada yatağın üstünde uyuyorsun! Getirmez olaydım, demiş. Kedi de demiş ki: — Bir canından bin canına kurban olduğum. Ondan kolay ne var? Git, kayaya vur. Üç ihlas-ı şerif oku. Bir tekme vur! Bir lebbeyk çıkar. “Ak maymunun şah maymuna selamı var, saray kalıbını vereceksin!” de! Oğlan, kedinin dediğini yere varmış. Onun dediği gibi seslenmiş. Saray kalıbını istemiş, getirip vermişler. Oğlan da almış, gelmiş. Getirmiş, ev yapacağı yere kurmuş. O koyduğu yere bir güzel konak yapılmış. Oğlanın babası konağı görünce merak edip gelmiş. — Oğlum, evin çok güzel olmuş. Hayırlı, uğurlu olsun. İyi has da bir de hamamı olsaymış, iyi olurmuş, demiş. Oğlan: — Nasıl yapayım hamamı baba, demiş. Böyle demiş, ama bir yandan da; “Nasıl yaparım?” diye düşünüyormuş. Aklına kedi gelmiş. Yanına varmış. Kedi bunu görünce bir sıkıntısı olduğunu anlamış. — Bir canından bin canına kurban olduğum. Yine ne düşünüyorsun, demiş. O da: — Babam böyle böyle dedi. “Bir de hamam olsaymış iyi olurmuş.” dedi, demiş. Kedi: — Ondan kolay ne var? Git, kayaya var! Üç ihlas-ı şerif oku! Bir tekme vur! Bir lebbeyk çıkar! “Hamam kalıbını vereceksin!” de, demiş.       Oğlan kayaya varmış. Kedinin dediklerini yapmış, kalıbı da almış, gelmiş. Hamamı da kurmuş. Bir gün kedi gelinin eltileri düğüne gidiyormuş. Kedi: — Ben de gideceğim, demiş, kedi kürkünü çıkarmış. Kocasına da tembih etmiş ki: — Aha şuraya kürkümü koyuyorum. Anam gelirse kürkümün yerini söyleme, yakar. Kürkümü yaktırırsan beni bir daha bulamazsın. Başımı alıp giderim. Ayağına demir çarık giyersen, ucu eğilirse; eline de demir asa alırsan, ucu eğilirse beni anca o zaman bulursun. Yoksa bulamazsın, demiş. Kedi gelin düğüne gitmiş. Orada eltileriyle yemek yemişler, eğlenmişler. Bir de kedinin anası çıkıp gelmiş. Oğlana: — Kedi nerede, nereye gitti, demiş. Oğlan da: — Düğüne gitti, demiş. Kedinin anası: — Kürkünü ne yaptı, diye sormuş. O da: — Ne bileyim ne yaptı? Aha şu direğin arasına koymuştu, bilmiyorum, demiş. Kadın hemen oğlanın dediği direğin arasına elini sokmuş, kürkü almış, orada yakmış. Kürk yanınca kokusu kedinin burnuna gitmiş. — Kürküm yandı benim! Ben giderim o zaman, diye feryat figan etmiş. Başını alıp gitmiş, kaybolmuş. Şimdi bu oğlan, ayağına demir çarık giymiş, eline de demir asa almış, çıkmış dağ, taş kediyi aramaya gitmiş. Bir çeşme görmüş, onun başına oturmuş. Orada bakmış ki çarığının altı delinmiş, asasının da ucu biraz eğilmiş. Az sonra çeşmeye bir kız gelmiş. Çeşmede su dolduruyormuş. Oğlan bakmış ki kız, kediye benziyor. Kıza: — Sen o suyu ne yapacaksın, diye sormuş. Kız da: — Ablam abdest alacak, ona götüreceğim, demiş. Oğlan: — Ver de bir su içeyim ibriğinden, demiş. Kız ibriği vermiş. Oğlan ibrikten suyu içmiş. Parmağında da kedinin yüzüğü varmış. Kız görmeden o yüzüğü ibriğin içine bırakmış. Neyse… Bu kız suyu alıp gitmiş. Kızın ablası ibrikten abdest alırken yüzük avucuna düşmüş. Kedi bakmış ki bu yüzük kendi yüzüğü! Kıza: — Çeşmenin başında biri var mıydı? Bu ibriği senin elinden kim aldı, diye sormuş. O da: — Bir oğlan çeşmenin başında oturuyordu. Benden su istedi, ben de verdim. İbriği o aldı, su içti, demiş. Ablası: — Git, onu buraya sesle, demiş. Kedi ağlamaya başlamış. Anası, kızın ağladığını görünce meraklanıp: — Niye ağlıyorsun, demiş. Kız da: — Damadın gelmiş de çeşmenin başındaymış ana, demiş. Anası: — Söyleyin de gelsin, demiş. Kız: — Yok, gelmesin! Gelirse sen onu yersin, demiş. Anası: — Yemem, yemem! Sesleyin gelsin, demiş. Seslemişler, kızın anası oğlanın eline bir sepet vermiş. — Bu sepeti kuş tüyüyle dolduracaksın, yoksa seni yerim, demiş. Oğlan başlamış düşünmeye... — Ben bunu nasıl doldururum, bir sepet kuş tüyünü nerede bulurum? Nereden alırım, diye diye geziyormuş. Kedi demiş ki: — Bir canından bin canına kurban olduğum. Ondan kolay ne var? Üç ihlas-ı şerif oku. Bir ağacın dibinde otur, gelen kuşlar doldurur. Alır, getirirsin, demiş. Oğlan da kedinin dediği gibi yapmış. Bir sepet kuş tüyünü kızın anasına getirmiş. Kızın anası, kediye: — Bunu sen öğrettin; ıldır mıldır kanlar kusasıca, demiş, beddua etmiş. Kızın anası, oğlana bu defa da kirli, kara bir torba vermiş. — Bunu iyice yıkayıp bembeyaz edip getireceksin, demiş. Oğlan yine derin derin düşünmüş. — Ben bunu nasıl ağartıyım, beyazlatayım, diyormuş. Kedi, oğlanı böyle görünce: — Ne düşünüyorsun? Git, bir ırmağın kenarına! Irmağın içine torbayı sok! O yana, bu yana çalkala! O zaman beyazlanır. Sen de alır, gelirsin, demiş. Oğlan, kedinin dediği gibi yapmış. Torba bembeyaz olunca torbayı alıp getirmiş. Kedinin anası torbayı görünce kedinin yardım ettiğini anlamış.  Kıza: — Bunu sen öğrettin; ıldır mıldır kanlar kusasıca! Bu sefer sizi yiyeceğim, demiş. Ondan sonra oğlana demiş ki: — Atla itin önünde bir çuvaldız var. Onu alıp gel, yoksa seni yerim! Oğlan yine düşünmeye başlamış. — Ben nasıl getireyim? İt beni ısırırsa, demiş. Kedi, oğlanın derdini anlamış. — Ondan kolay ne var? Atın önünde et, itin önünde ot var. Eti al, ite ver; otu da al, ata ver. Çuvaldızı alıp gel, demiş. Oğlan, kedinin dediği gibi yapmış, çuvaldızı alıp gelmiş. Anası yine: — Bunu sen öğrettin; ıldır mıldır kanlar kusasıca! Bu sefer sizi yiyeceğim, demiş. Ondan sonra kedi gelinle oğlan buradan kaçmanın yolunu aramışlar. — Ne yapıp edelim de kaçalım, demişler. Kedi, oğlana: — Bir kalıp sabun al, bir baş bıçağı al, bir tarak al, bir ibrik de su doldur! Buralardan geçip gidelim, demiş. Oğlan, kedinin dediklerini yapmış. Bunlar yola çıkmışlar. Kızın anası da arkalarına düşmüş. Kedi arkasına bakmış ki anası yıldırım gibi geliyor. Oğlana: — Sabunu at, demiş. O da atmış. Dağ, taş sabun olmuş. Kızın anası kayıp düşmüş. Ama yine kalkmış, arkalarına düşmüş. Bunlara iyice yaklaşmış. Kedi bu sefer: — Bıçağı arkana at, demiş. Oğlan da atmış. Dağ, taş bıçak olmuş. Kızın anasının ayaklarını kesmiş. Ayağa kalkmış, yine bunlara yaklaşmış. Kedi bunu görünce bu sefer de: — Tarağı at, demiş. Oğlan tarağı atmış. Dağ, taş tarak olmuş. Kadın, ayağına diken bata bata geliyormuş. Yine yaklaşmış bunlara. Kedi, bu defa oğlana demiş ki: — Suyun çoğunu arkana, azını da önüne dök! Oğlan da yanlışlıkla suyun çoğunu önüne, azını da arkasına dökmüş. Oğlan dökmüş, amma dağ, taş su olmuş. Önü de göl olmuş. Kadın yine kurtulmuş, bunların dibine kadar yaklaşmış. Oğlan: — Ne yapalım? Bizi yakalayacak, demiş. Kedi de: — Şimdi ben bu suda bir topak taş olayım. O gelir, sana yalvarır: “Nasıl geçtin?” diye sorar, demiş. Kedi gelin hemen bir topak taş olmuş. Kadın, oğlana: — Canım, ben sizi yemeyeceğim. Ama karşıya nasıl geçtin, diye sormuş. Oğlan da: — Aha şu taşa bastım, geçtim, demiş. Kadın taşa basınca sendelemiş, sallanmış. Kedi, anasını suya vermiş. Onlar da kurtulmuşlar. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler...
Kedi Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN İLE DEV Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken… Anam babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken bir Keloğlan varmış. Keloğlan’ın babası hastalanmış. Çocuklarını toplayıp: — Evlatlarım, artık emrihak vaki oldu. Ahirete göçeceğim, ama gitmeden size bir nasihatim var. Dünyada kıtlık da olsa şu karşıda gördüğünüz dağın ilerisindeki tarlalardan ekin toplamaya gitmeyin. Çünkü orası devin tarlasıdır. Oraya gidince dev sizi yer. O, insan etini sever, demiş. Bir zaman sonra adam ölmüş. Olacak bu ya, ülkenin her yerinde bir kıtlık olmuş. Yemeye ekmek, içmeye su bulamamışlar. Keloğlan, kardeşlerini çağırıp: — Bu böyle olmaz. Böyle giderse hepimiz açlıktan ölürüz. Gelin, gidip devin tarlasını biçelim, demiş. Kardeşleri de: — Babamızın bize tembihi var. Bize devin tarlasına gitmememizi nasihat etti. Hem dev bizi yer, demişler. Keloğlan, onların dediğini kabul etmemiş. — Siz ister gelin ister gelmeyin, ben gideceğim. Böyle ölmektense öyle ölmek daha iyidir. Ya o beni öldürür ya da ben onu öldürürüm, demiş. Azığını yüklenip yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Altı ay bir güz gitmiş… Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Neyse, bir zaman sonra devin tarlasına varmış. Orada da boy boy ekinler varmış. Ekinleri görünce Keloğlan’ın iştahı kabarmış. Tırpanı eline alıp ekinleri biçmeye başlamış. Bu arada dev uyanmış. Bir de bakmış ki tarlasında bir şey parıl parıl parlıyor! Dev, hanımına: — Benim topal eşeği getir, tarlaya gideceğim, demiş. Neyse, dev, eşeğine atlamış, tarlaya varmış. Bir de bakmış ki bir insanoğlu tarlasını biçiyor… Hiç olmayacak bir şey! — Kim bu yiğit? Bunu yakalayıp bir güzel yiyeyim, demiş. Keloğlan’ın yanına varıp: — Hayrola, ne yapıyorsun, demiş. Keloğlan: — Vallahi böyle böyle… Kıtlık oldu, herkes aç... İzin ver de tarlanda çalışayım, sen de bana azatlık ver, demiş. Dev de; “Ben bunu yemeye yiyeceğim de bari biraz çalışsın,” diye düşünmüş. Bir iki saat oturup onu seyretmiş. Sonra da: — Eh işte, fena değil! Bugünlük karnımı doyurur. Ama şimdi, bunu kim tutacak, kim pişirecek? En iyisi ben bunu hanıma göndereyim de o yakalasın, kıyma yapsın, pişirsin, bana göndersin. Ben de afiyetle yerim, demiş. Keloğlan’a: — Okuma yazma biliyor musun, diye sormuş. O da: — Bilmiyorum, demiş. Bunun üzerine dev, karısına bir şeyler yazmış, Keloğlan’a vermiş. Kâğıtta; “Keloğlan’ı tut, kıyma yap, bana gönder.” yazılıymış. Keloğlan’a dönerek: — Bu kâğıtta; “Bizim kara koyunu kes, kıyma yap, pişirip bana gönder.” yazılı, benim hanıma ver, demiş. Keloğlan da kıymadan yiyeceğini düşünüp çok sevinmiş. Devin topal eşeğine atlamış, devin evine doğru yola çıkmış. Öyle sevinçliymiş ki giderken bir adama rastlamış. Adam, Keloğlan’ı görünce: — Niye bu kadar sevinçlisin, diye sormuş. O da devin yazıp verdiği kâğıdı göstermiş.  Adam: — Deve güven olmaz. O seni yer. Ver, şu kâğıda bir bakayım, demiş. Keloğlan göstermek istememiş. Biraz daha gittikten sonra başka bir adamla karşılaşmış. Ona da niye bu kadar sevinçli olduğunu anlatmış. O da elindeki kâğıda bakmak istemiş. Keloğlan yine göstermemiş. Tekrar yoluna devam etmiş. Biraz daha gittikten sonra başka bir adamla karşılaşmış. O da kâğıda bakmak isteyince dayanamamış, vermiş. Adam, devin hanımının kara koyunu değil de Keloğlan’ı kesip kıymalık yapacağını okuyunca Keloğlan’a kâğıtta yazılı olanı söylemiş. İkisi bir olup orada yazılanları değiştirmişler. “Keloğlan” yerine “Kara koyun” yazmışlar. Adam, Keloğlan’a bir de uyku ilacı verip: — Bunu da deve içir, demiş. Keloğlan, devin evine varıp kâğıdı vermiş. Kadın, kâğıttaki yazıyı okuyunca: — Şimdi bunu yapmazsam dev bana kızar, demiş, kara koyunu kesip köfteyi kızartmış, Keloğlan’ın eline vermiş. Keloğlan yolda giderken hem köfteyi yemiş hem de yağını başına sürmüş. Bir güzel de karnını doyurduktan sonra yoldaki köylünün verdiği uyku ilacını da köfteye katmış. Ekinleri doldurmak için yanına çokça torba almış. Dev, karşıdan Keloğlan’ın geldiğini görünce şaşırmış. Keloğlan, deve: — Emrini yerine getirdim, buyur, demiş, elindeki köfteyi deve vermiş. Dev, köfteyi yiyince derin bir uykuya dalmış. Keloğlan, ekinleri, getirdiği torbalara doldurmuş. Topal eşeği de alıp doğru köyüne gitmiş. Köylüler, Keloğlan’ı görünce çok şaşırmışlar. Bu işi nasıl yaptığını sormuşlar. O da: — Var mı benden cesuru?.. Devin koyununu kestim, yedim, ekini de biçtim. Artık bu kış aç kalmam, demiş. Köylüler: — Sen çok akıllısın. Bunu bize gösterdin. Şimdi sıra devin yüzüğünde… Devin bir yüzüğü var. O yüzük geceyi gündüz yapar. Onu getir, köyün en güzel kızını sana verelim, demişler. Keloğlan, gaza gelip devin topal eşeğine binmiş, devin evine doğru yola çıkmış. Dev, Keloğlan’ı görünce: — Elime düştün, bu sefer seni mutlaka yiyeceğim, demiş. Keloğlan: — Senin buğdayını aldım, ama eşeğini götürecek kadar salak değilim, onu geri getirdim, demiş. Dev: — Ben yine de seni yiyeceğim, demiş. Keloğlan: — Ben çok zayıfım, önce karnımı doyur, sonra bir güzel yersin, demiş. Devin evine gitmişler. Karısı pilav yapmış, bir avuç tuz atmış. Devin kızı da “Tuzsuzdur.” diye bir avuç tuz da o atmış. Sonra oğlu gelmiş, o da “Tuzsuz!” diye bir avuç tuz atmış. Dev de; “Bizim hanım yemekleri tuzsuz yapar,” demiş, bir avuç tuz daha atmış. Bunu gören Keloğlan da bir avuç tuz atmış. Pilavı yiyince hepsi susamış. Oğlu, deve demiş ki: — Baba, şu yüzüğü ver de bir su getireyim. Keloğlan, yüzüğü duyunca devin oğluyla beraber suya gitmek istemiş. Bunlar dışarı çıkınca yüzük geceyi gündüz gibi aydınlatmış. Kuyunun başına gelince Keloğlan, devin oğlunu kuyuya itelemiş. Yüzüğü alıp doğruca köyüne gelmiş. Köylüler, Keloğlan’ın elinde yüzüğü görünce çok şaşırmışlar. Keloğlan: — Yüzüğü getirdim. Hadi,  şimdi bana köyün en güzel kızını getirin, demiş. Köylüler, bu sefer de: — Devin çok güzel bir atı var. Onu da getirirsen köyün en güzel kızını alırsın, demişler. Keloğlan itiraz etse de; “Getirmezsen olmaz.” diye iyice gaza getirmişler. Keloğlan, yine devin evine doğru yol almış. Dev, Keloğlan’ı görünce: — Bu sefer elimden kurtulamazsın. Seni yiyeceğim, demiş. Keloğlan: — Haklısın, ama ben çok zayıfım. Beni atının yanına bağla, bir ay besle, sonra da afiyetle ye, demiş. Dev, kabul etmiş. Keloğlan’ı atının yanına bağlamış, fındık fıstıkla beslemiş. Keloğlan, kendi yediklerinden ata da vermiş, onu kendine iyice alıştırmış. Bir gece sessizce ata atlayıp köyüne gelmiş. Köylüler, karşılarında Keloğlan’ı görünce yine çok şaşırmışlar. Keloğlan: — Atı da getirdim. Hadi, köyün en güzel kızını verin, demiş. Köylüler: — İyi de şu devi getir de biz de görelim. Çok merak ediyoruz, demişler. Keloğlan, yine itiraz etmişse de gaza gelip devin evine doğru yol almış, ama bu sefer kılık değiştirmiş. Devin tarlasına gitmiş, ağaçlarla bir kafes yapmaya başlamış. Dev, tarlasında insanoğlu olduğunu görünce hemen gitmiş, seslenmiş: — Sen kimsin, orada ne yapıyorsun? Keloğlan: — Bir Keloğlan var. Onu yakalamak için kafes yapıyorum, demiş. Dev, Keloğlan düşmanı olduğu için adama izin vermiş. Keloğlan, deve: — Şu kafese gir de olmuş mu, olmamış mı bir bakalım. İçine girince şöyle bir gerneş* de, neren acırsa söyle, oraya çivi çakayım, demiş. Dev, saf saf kafesin içine girmiş. Gerneşmiş, neresi acıdıysa söylemiş, Keloğlan da oraya çivi çakmış. Derken böyle böyle devi kafese çiviledikten sonra yuvarlaya yuvarlaya köye götürmüş. Dev, köye gelince gerneşip kafesi kırmış. Kafesten çıkınca köylülerden birkaç tanesine vurmuş. Uyanık Keloğlan, eline bir nacak alıp ağaca çıkmış. Dev, Keloğlan’ı ağaçta görünce çok sinirlenmiş. Ağacı birkaç defa sallamış, ama Keloğlan’ı düşürememiş. Keloğlan, elindeki nacağı devin başına atmış. Dev oracıkta ölmüş. Keloğlan: — Ben devin kara koyununu yedim, oğlunu öldürdüm, yüzüğünü aldım, atını aldım, devi de öldürdüm. Benden cesuru var mı, diye bağırmış. Köylüler, Keloğlan’ın bu kahramanlığını görünce köyün en güzel kızını Keloğlan’a vermişler.  Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…     *gerneşmek: Gerinmek, kolları açarak gövdeyi gergin bir duruma sokmak.
Keloğlan ile Dev
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN İLE HUBYAR ÇELEBİ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok evvelki zamanlarda iki tane padişah varmış. İkisinin de hiç çocuğu olmuyormuş. Bunlar kendi kendilerine diyorlar ki: — Eğer ikimizin de çocuğu olursa, biri kız, biri de oğlan olursa birbirleriyle evlendirelim. Bunlar böyle bir karar alıyorlar. Ondan sonra da çocukları olsun diye çareler aramaya başlıyorlar. Bir gün: — Hadi ne oturup duruyoruz? Hele bir çıkıp, dolaşıp derdimize bir çare arayalım, diye gezmeye çıkıyorlar. Neyse, bunlar dertlerine çare aramakta olsunlar, ak sakallı bir ihtiyara rastlıyorlar. İhtiyar, bunlara: — Buralarda ne diye böyle gezip dolaşıyorsunuz? Belli ki sizin bir sıkıntınız var, diye soruyor. Padişahların ikisi de çocukları olmadığını, bunun için bir çare aramaya çıktıklarını söylüyorlar. Adam, kendince bunlara akıl veriyor. Onlar da sevinçle dönüp geliyorlar. Aradan üç dört ay geçiyor, bunların karıları hamile kalmıyor mu? Dokuz ay sonra ikisi de doğuruyor. Tam istedikleri gibi birinin oğlu, birinin kızı oluyor. Her iki padişah da sevinçten yere göğe sığmıyorlar. Şenlikler, eğlenceler tırıba* gidiyor. Çocuklar büyüyüp de altı-yedi yaşına gelince oğlu olan padişahın çocuğu ortadan kayboluyor. Arıyorlar, tarıyorlar, her bir tarafta tellallar bağırttırıyorlar, oğlan yok!.. Ağlıyorlar, sızlıyorlar, sonra da umutlarını kesip oturuyorlar. Bir zaman sonra da unutup gidiyorlar. Onların yaşadığı memlekette de bir Keloğlan yaşarmış. Anasıyla beraber güzel güzel geçinir giderlermiş. Her gün erkenden kalkarmış. Sabah namazını kılarmış, arkasından da çeşmeye su getirmeye gidermiş. Çeşmeden su getirip inekleri, hayvanları sularmış. Yine bir gün, erkenden kalkmış. Ay ışığı da her tarafı gündüz gibi aydınlatıyormuş. Sabah oldu zannediyormuş, hâlbuki daha gece yarısıymış. Kendi kendine; “Aman! Sabah olmuş. Ben daha ne yatıyorum ki? Kalkayım, hemen çeşmeye gideyim,” demiş. Dışarı çıkıyor, ama bir de ne görsün? Ortalıkta hiç kimse yok! Daha vakit gece yarısı… Yine de çeşmenin başına gidiyor. Bir bakıyor, çeşmenin başında bir horoz var, hem de çeşmeden su içiyor. Sonra topallaya topallaya bir yere gidiyor. Horozun ayağı topalmış. Keloğlan: — Bu horoz nereye gidiyor? Dur ben de arkasından gideyim, diyor. Çeşmenin başına su kovalarını bırakıyor, horozun arkasından gidiyor. Horoz gidiyor, bu gidiyor… Horoz gidiyor, bu gidiyor… Sonunda horoz, yıkık, virane bir yere giriyor. Keloğlan da arkasından giriyor, bir köşeye saklanıyor. Horoz bir şeyler konuşuyor, Keloğlan anlamıyor. Az sonra havadan atlar dökülüyor, iniyor. Horoz bir şeyler konuşuyor, Keloğlan yine bir şey anlamıyor. Horoz atın birinin kuyruğundan tutunca Keloğlan da horoza görünmeden en arkadaki atın kuyruğundan tutuyor. En arkada da kötü, topal bir at varmış. Keloğlan onun kuyruğundan yakalıyor. Atlar, bunları havaya doğru çıkarıyor. Sonunda bir yere iniyorlar. Burası başka bir dünyaymış. Keloğlan, attan iner inmez yine saklanıyor. Meğer o atlar, peri imiş. Biraz sonra ortadan kaybolup gidiyorlar. Keloğlan, bulunduğu yerden kafayı bir çıkarıyor ki ooo ortada masalar, masaların üstünde çeşit çeşit yemekler… Ama ortada hiç kimse yok! — Oh be! Canıma değsin! Hazır kimse yokken bu yemeklerden afiyetle yerim, diyor, bir yandan da ağzının suları akıyor. Hemen ortaya çıkıyor; bir kaşık yemek alıyor, ağzına götürüyor. Tam o sırada birisi kafasına kepçe ile vuruyor. Keloğlan etrafına bakıyor, yine kimseyi göremiyor, hemen saklanıyor. Tekrar bakıyor, ortada kimse yok. Yine kafayı çıkarıp: — Şu yemeklerden yiyeyim, diyor. Tam bir kaşık yemek alıyor, tekrar kafasına vuruyorlar. Yine yiyemeyince vazgeçiyor. Neyse, bu sefer de saklandığı yerden çıkıyor. Orada odalar varmış. Hepsini birer birer açıp bakıyor, kimse yok. En sonunda bir odaya bakıyor; içeride bir delikanlı ağlıyor. Bir ağlıyor, bir ağlıyor ki Keloğlan dayanamıyor, hemen içeri giriyor. Odanın bir yerine saklanıyor. Sonra da oğlana: — Sen niye ağlıyorsun, diye soruyor. Oğlan: — Sen kimsin, diyor. — Ben Keloğlan’ım, diyor. Oğlan yine: — Nasıl geldin buraya, diye soruyor. Keloğlan: — Ben çeşmeye geldiydim. Bir horoz çıktı karşıma, ben de onu takip ettim. O da bir yere geldi, konuştu. Gökten atlar yağdı, ben de en sondakinin kuyruğundan tuttum, kimseye görünmeden buraya çıktım, diyor. Oğlan diyor ki: — Onların hepsi peri… Ben de senin gibi insandım. Annemin, babamın yanından kaçırdılar. Meğer bu delikanlı, padişahın küçükken kaçırılan oğluymuş. Keloğlan’ın aklına geliyor. — Hani padişahın oğlu kaybolmuştu ya! O sen misin, diyor. Delikanlı da: — Evet, benim, diyor. Keloğlan: — Doğru mu bunlar, diye soruyor. O da: — Doğru, diyor. Keloğlan: — Öyleyse senin adın ne, diyor. Delikanlı da: — Hubyar Çelebi, diyor. Sonra Keloğlan’a: — Ben seni saklayayım. Yoksa bunlar seni görürse öldürür, parça parça ederler. Sonra da seni aşağıya atarlar. Bunlar, her gün aynı saatte aşağıya inerler, yarın bunlarla inersin, diyor. Keloğlan’ın karnını iyice doyuruyor. Neyse… Ertesi gün oluyor. Gece yarısı olunca o atlar yine aşağıya iniyorlar. Keloğlan yine onlara görünmeden en arkadaki atın kuyruğunu yakalıyor, onlarla beraber aşağıya iniyor. Horoz yine orada duruyormuş. Onun peşine takılıyor, çeşmenin başına geliyor. Bakıyor ki kovalar orada duruyor. Hemen onları dolduruyor, eve geliyor. Annesi öyle merak etmiş ki: — Oğlum, iki gündür neredesin, diyor. — Anne, sen sus! Hele ses çıkarma, diyor. Oradan doğru padişahın kızının yanına gidiyor. Onu arayıp buluyor. — Ben senin nişanlını buldum, diyor. Kız: — Nerede buldun, diyor. Keloğlan: — Sen onu ne yapacaksın? Perilerin arasına karışmış, orada buldum, diyor. Kız, bir türlü inanmıyor. — Hayır, sen yalan söylüyorsun, diyor. Keloğlan: — Hiç yalan söylemiyorum. Benimle gel, ben seni onun yanına götüreceğim, diyor. Ertesi gün oluyor. Keloğlan kovaları alıyor, kızla beraber çeşmenin başına gidiyor. Bakıyor ki horoz orada yine su içiyor. Horozu takip ediyorlar. Horoz gidiyor, bunlar gidiyor... Horoz gidiyor, bunlar gidiyor... Yine virane, yıkık yere gelince horoz bir şeyler konuşuyor. Meğer horoz da peri imiş! Tekrar havadan patır patır atlar dökülüyor. Oradan horozu da alıyorlar, atların kuyruğundan tutarak havaya çıkıyorlar. Keloğlan, yine en arkadaki atın kuyruğundan tutuyor. Kıza da: — Sen de benim belimden sıkı sıkı tut, hiç bırakma, diye tembihliyor. Atlarla beraber görünmeden havaya çıkıyorlar. Oraya varınca atlar yine kayboluyorlar. Kız ile Keloğlan da orada bir yere saklanıyorlar. Ortalıkta kimse kalmayınca Keloğlan’la kız, saklandıkları yerden çıkıp yavaşça oğlanın odasına gidiyorlar. Keloğlan, kapıyı açıp bakıyor ki oğlan yine ağlıyor. — İşte sana nişanlını getirdim, diyor. Oğlan: — Niye getirdin? Şimdi periler seni de beni de öldürür, diyor. Kız da: — Ya şimdi bizimle sen de gelirsin ya da ben de buradan bir yere gitmem, diyor. Oğlan, çaresiz: — Tamam, burada kal, diyor. Keloğlan, o gün tekrar atlarla dönüyor. Hubyar Çelebi, kızı bir dolaba kilitliyormuş. Her akşam kilitlediği yerden çıkarıyor, beraber yatıyorlarmış. Sabah olunca da tekrar dolaba kilitliyormuş. Böyle böyle, bir gün, iki gün, üç gün… Günler vızır vızır geçip gidiyormuş. Bir gün kız, hamile kalmış. Karnı günden güne büyümüş. Doğum zamanı yaklaşıyormuş. Hubyar Çelebi, kıza: — Sen şimdi burada doğum yapamazsın. Çocuğun sesini duyarlarsa seni de öldürürler, beni de… En iyisi ben seni götüreyim, evinize bırakayım, diyor. Neyse, bir gece atlar aşağıya inerken onlar da Keloğlan’ın ettiği gibi atların kuyruğundan tutup aşağıya iniyorlar. Oğlan, kızı alıyor, götürüp kendi evlerine bırakıyor. Kız, Hubyar Çelebi’nin babasına: — Ben sizin oğlunuzu buldum, onun yanından geliyorum, ondan da hamileyim, diyor. Hubyar Çelebi’nin anne-babası: — İyi, iyi! Ne ettin de oğlumuzu buldun, diye soruyorlar. Aradan iki üç gün geçtikten sonra kız doğum yapıyor. Nur topu gibi bir oğlu oluyor. Hubyar Çelebi, her gün gelip gece pencereden bakıyor. Çünkü içeri girse periler onu öldürürmüş. Onun için her gece beş-on dakika pencereden konuşup gidiyor. Bir gün, Hubyar Çelebi’nin annesi, gelinine: — Kızım, bir daha geldiğinde ona; “Ya aramıza temelli gel ya da bir daha gelme!” de bakalım. O zaman sana ne diyecek, diyor. Neyse, ertesi akşam oluyor, oğlan yine aynı saatte geliyor. Cama vuruyor, vuruyor, ama karısı hiç dönüp bakmıyor. Oğlan, karısına: — Niye benimle konuşmuyorsun, diye soruyor. Kız da: — Ya gel, hep beraber kalalım ya da bir daha gelme, diyor. Oğlan: — Ben de gelmeyi çok istiyorum, ama buraya gelirsem periler beni boğar, öldürürler, diyor. Kız: — Peki, bunun hiçbir kurtuluşu yok mu, diyor. Oğlan da: — Aslında var. Annem-babam şöyle büyük bir yer yapsalar! Orada büyük bir ateş yaksalar! Benim bir peri donum var, onu da o ateşe atsalar! Peri donum yanarsa ben de kurtulurum, diyor. Kız anlamayıp: — Nasıl kurtulacaksın ki onlardan, diye yine soruyor. Oğlan da: — Benim donum yanarken periler onu görür, benim yandığımı zannederler. “Amannn!.. Hubyar Çelebi yandı, öldü.” derler, bırakıp giderler. Ben de böylece onların elinden kurtulmuş olurum. Yoksa beni sonsuza kadar bırakmazlar, diyor. Kız, bunları gidip kaynanasına, kaynatasına söylüyor. Oğlanın babası padişah ya, hemen emir veriyor. Koskoca bir meydan yeri bulup Hubyar Çelebi’nin dediği gibi hazırlıyorlar. Meydanın her yerine gaz yağı döktürüyor. Oğlunun saklanması için de küçük bir yer yaptırıyor. Gece yarısı olunca Hubyar Çelebi geliyor. Peri donunu çıkarıp babasının yaptırdığı o küçük yere saklanıyor. Sonra da kibriti yakıp gazın üstüne atıyor. Attığı yer tam da peri donunun olduğu yermiş. Peri donu tutuşur tutuşmaz gökte ne kadar peri varsa aşağıya düşüyorlar. Meğer onlar Hubyar Çelebi’yi padişah etmişler. — Padişahımız yandı! Padişahımız yandı, diye bağrışıp, ağlıyorlar. Sonunda ümitleri kesiliyor, çekip geri gidiyorlar. Oğlan da onlar gittikten sonra saklandığı yerden çıkıyor, evine gidiyor. Artık karısıyla, çocuğuyla mutlu bir hayat yaşıyor. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine…   * tırıp: Çok, bol.
Keloğlan ile Hubyar Çelebi
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN'IN OYUNLARI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Keloğlan, bir de anası varmış. Keloğlan, günlerce uyur, bir türlü kalkmak istemezmiş. Anası, başına gelip: — Kel oğlum! Keleş oğlum! Böyle uyumak adamın karnını doyurmaz, diye nefesini tüketirmiş. Keloğlan, illa anasını böyle söyletmeden kalkmazmış. Kalkınca da anası, buna: — Kel oğlum! Keleş oğlum! Evde yakacak yok, yiyecek yok. Kalk, git, çalış, para kazan. Yoksa hâlimiz yaman, dermiş. Yine bir gün Keloğlan’ın anası, oğlunu böyle söyleye söyleye uyandırmış. Keloğlan’a anlatmaya başlamış: — A kel oğlum! A keleş oğlum! Kalk, git! Eline baltayı al, odun kes! Onu da pazara götür, sat, para kazan, getir de geçimimizi sağlayalım, demiş. Keloğlan, anasını can kulağıyla dinlemiş. — Peki, anacığım. Kalkıp gideyim de ben bir sürü odunu kesip pazara nasıl götüreceğim? Bunları pazara nasıl götüreyim? Odunları taşıyacak bir eşek lazım, demiş. Anası: — Haklısın oğlum, demiş. Sonra yerinden kalkmış, gitmiş, içerden bir avuç kabak çekirdeği almış, oğluna getirip: — Kel oğlum, aha bu kabak çekirdeğini götür, ek. Büyüyünce de sat, bir eşek al, demiş. Keloğlan, anasının verdiği çekirdekleri almış, tarlaya gitmiş. Çekirdekleri tek tek ekmiş, kabakların büyümesini beklemiş. Kabaklar bir büyümüş, bir büyümüş ki sormayın. Şimdiye kadar hiç böyle büyümemiş. Sanki suların üstüne kurulan köprüler gibi olmuş. Keloğlan, kabakları böyle görünce çok sevinmiş. — Bu kabaklardan çoook para kazanırım, demiş. Kabakları kesmeye başlamış. İlk keseceği kabağa baltasını indirirken gözlerini yummuş. Gözünü açtığı zaman bir de ne görsün? Baltanın sapı var, kendi yok! Keloğlan, bunun üstüne vay yandıma düşmüş, baltasını aramaya başlamış. Aramış, taramış, bir türlü bulamamış, akıl erdirememiş. En sonunda: — Ben bu baltayı kabağa vurdum mu? Vurdum. Öyleyse kabağın içinde kalmıştır belki! Kabağın içine gireyim de baltamı bulayım, demiş. Bu, kabağın içine girmiş. Baltasını aramış, taramış, bir türlü bulamamış. Sonunda çaresiz kalmış, kabaktan çıkmaya karar vermiş. Tam çıkacağı sırada bir de ne görsün? Kabağın başında sakallı bir ihtiyar adam oturmuyor mu? Buna çok sevinmiş. İhtiyarın haberi olmadan elini tutmuş, dışarı çıkmış. İhtiyara dönüp demiş ki: — Ben bu kabağı kesiyordum, baltam içinde kayboldu. İhtiyar adam da: — Sen ne diyorsun oğlum? Senin baltanı yutmuş, benim kervanımı yuttu. Aylardır arıyorum da bulamıyorum. Sen de tutturmuşsun; “Baltamı arıyorum.” diye… Bu da laf mı? Bu kabak neler yutmaz ki, demiş. Keloğlan, baltasından umudunu kesmiş, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Vara vara bir hana varmış. Hancı, Keloğlan’ın yanına gelip: — Kimsin, necisin, buralarda ne arıyorsun, diye sormuş. Keloğlan, bunun üstüne ağlamış. Hancı: — Ağlama! Ne derdin varsa söyle de derdine derman bulalım. Derdini söylemeyen derman bulamaz, demiş. Keloğlan, kim olduğunu söylemiş. Sonra da başından geçenleri bir bir anlatmış. Çok uyuduğunu, anasının ona kızdığını, kabak çekirdeği verdiğini, ektiğini, kabağı keserken baltasının kaybolduğunu, bulamadığını söylemiş. Keloğlan’ın anlattıkları hancının hoşuna gitmiş, bıyık altından gülmüş, sonra da kalkıp yatmışlar. Ertesi gün olmuş. Hancı bakmış ki Keloğlan sahiden çok uyuyor. Binbir zorlukla uyandırmış. — Keloğlan kalk, kalk! Sana bir iş buldum, demiş. Keloğlan, buna çok sevinmiş. Hancının Gaffar adında bir kardeşi varmış. Keloğlan’ı işte o kardeşinin yanına yollamış. Hancının düşüncesi şuymuş: Gaffar çok zalim biriymiş. Çalıştırdıklarını karın tokluğuna çalıştırırmış. Bu yüzden kardeşine; “Aman!*” dedirtmek istemiş. Keloğlan, hancının dediği yere doğru yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz; altı ay, bir güz gitmiş. Sonunda Gaffar’ın yanına varmış. Gaffar, Keloğlan’ı karşılamış, yapacaklarını bir bir anlatmış. — Uyumak az, yemek az, çalışmak çok. Birbirimize kızdığımız zaman, kızan öbürüne on altın verecek. Altını yoksa on altın kazanana kadar çalıştırılacak, kazandığı on altın kızdığı kişiye verilecek, diye bir sürü öğüt vermiş. Ondan sonra da Keloğlan’ın önüne öküzleri katmış, eline de azığını verip: — Git, tarlayı sür, azığını da bitirmeden gel, diye tembih etmiş. Keloğlan, tarlaya gitmiş, akşam olunca da gelmiş. Gaffar, Keloğlan’a: — Keloğlan, ne yaptın, ne ettin, diye sormuş. Keloğlan da: — Tarlayı çabuk sürdüm, ama azığımı bitirdim, demiş. Gaffar çok kızmış. Keloğlan, Gaffar’ın kızmasını fırsat bilip: — Hani kızan ötekine on altın verecekti ya, deyince Gaffar susmuş. Ertesi gün olmuş, Gaffar ustanın misafirleri gelmiş. Keloğlan’ı çağırıp: — Misafirlerime çokça ve hoşça bir kahve pişir, demiş. Keloğlan, hemen bahçeye çıkmış, odun toplamış. Ateş yakıp üstüne koca bir kazan koymuş. Kilerde ne kadar kahve, şeker varsa hepsini getirmiş, kazanın içine dökmüş. Kahveyi pişirmeye koyulmuş. Gayesi, zalim Gaffar’a “Aman” dedirtmekmiş. O sırada Gaffar usta içerden: — Keloğlan, çabuk ol, diye seslenmiş. Keloğlan da: — Usta, elimi çabuk tuttum, işimi bitirdim, diye cevap vermiş. Gaffar usta bakmış ki Keloğlan’ın sesi bahçeden geliyor. — Acaba bu nasıl kahve pişiriyor, diye bahçeye çıkmış. Bir de ne görsün? Kazanda kahve pişiyor! Bunun üstüne ne yapacağını şaşırmış, başlamış bağırmaya: — Sen evimde ne kahve koydun ne şeker koydun. Hepsini bu kazana doldurmuşsun! Keloğlan, bunu da fırsat bilip: — Aman ustam, yaman ustam! Hani sen dememiş miydin; “Çokça pişir, hoşça pişir.” diye. İşte ben de senin emrettiğin gibi yaptım. Hem de hani kızmak yoktu, diye ustasını alt etmeye çalışmış. Gaffar usta, Keloğlan’a altın vermenin korkusundan: — Yok, Keloğlan, kızmadım, demiş. Gaffar usta, bundan sonra Keloğlan’a: — Git, ahırı temizle! Sonra da atı soy, tımar et, demiş. Keloğlan: — Peki, ustam, emrin başım üstüne, demiş. Keloğlan, ahırı bir güzel süpürmüş. Yine fırsatı kaçırmamak için, zalim Gaffar’ı kızdırmak için bıçağı eline alıp atın derisini yüzmeye başlamış. Biraz sonra Gaffar: — Hadi Keloğlan, diye seslenmiş. Keloğlan da: — Tamam usta! Atı soydum, derisini de şuraya koydum, diye cevap vermiş. Gaffar, öyle hiddetlenmiş ki: — Neeee, demiş, ahıra girmiş. Bir de ne görsün? Keloğlan, atı kesmiş, yüzmüş. Bağıra bağıra sayıp dökmeye başlamış: — Benim ocağımı batırdın! Aman Keloğlan, yaman Keloğlan… Aha şu iki altını al da buralardan git, demiş. Keloğlan durur mu? — Aman ustam, yaman ustam. Sen dememiş miydin; “Atı soy da getir!” diye. Ben de soydum, getirdim. Hem ne kızıyorsun? Anlaşmamızda kızmak yoktu. Şurada çalışalı kaç gün oldu? Dün bir, bugün iki, diye cevap vermiş. Gaffar: — Yok Keloğlan, yok! Ben seni daha fazla çalıştıramam, demiş. Keloğlan, çaresiz kabul etmiş, hana geri dönmüş. Hancı, bunu kapıda karşılamış. — Vay Keloğlan! Söyle bakalım, ne işler gördün, neler yaptın, diye sormuş. O da başından geçenleri anlatmış. Sonunda Gaffar ustaya; “Aman!” dedirttiğini söylemiş. Hancı, buna çok sevinmiş. Çünkü onun gayesi de Gaffar’a; “Aman!” dedirtmekmiş. Hancı, Keloğlan’a bir silah, bir de eşek verip: — Keloğlan, bundan sonra avlanıp avladıklarını satarak geçimini sağlayacaksın, tamam mı, demiş. Hancıyla vedalaşan Keloğlan, bu sefer de ormanın yolunu tutmuş. Burada kırk tane kuş vurmuş. Vurduğu kuşları toplayıp gideceği sırada ormanın karşı tepelerinden kırk haramiler gelmiş. Bunların başındaki harami: — Bunun elindeki kuşları alın, bizim hanıma götürün, pişirsin. Akşam olunca ben sizi yollarım, alıp getirirsiniz, demiş. Keloğlan’ın elinden kuşları alan adam, ormandan eve doğru yola düşmüş. Keloğlan, bunlardan habersiz adamı takip etmiş. Evin dış tarafında bir yere saklanmış. Adamın kadına söylediklerini dinlemiş. Elindeki kuşları getiren adam, kadına: — Bunları pişireceksin. Sonra gelip alacağım, demiş. Keloğlan, bunları duydu ya, az sonra kadının kapısını çalmış. — Güzel hatun! Cici hatun! Kuşları pişirdiysen vereceksin, demiş. Kadın ne bilsin? Hepsini Keloğlan’a vermiş. Keloğlan, kuşları alıp kapıya çıkmış. Bir kâğıda; “Benim adım Keloğlan’dır. Siz bana öyle oyunlar oynarsınız hemi? Ben de size oyun oynarım. Bu benim ilk oyunumdur, dayanın bakalım.” yazmış, oraya bırakmış. Keloğlan, az gitmiş, uz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş. Derken anasının yanına varmış. Pişmiş kuşları afiyet üzere yemişler. Onlar yiyedursunlar, haramilerden biri gelip kadından kuşları istemiş. Kadın: — Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Gelip aldınız ya, demiş. Adam gidip harami başına söylemiş. Kırk haramilerin hepsi birden eve gelmişler. Eve gelince dış kapıdaki kâğıdı görüp okumuşlar. Okur okumaz da hışımla tekrar ormana dönmüşler. Yolda giderken ırmağın kenarında oturmuş, ağlayan bir adam görmüşler. Fakat bunun Keloğlan olduğunu bilmiyorlarmış. Yanına gelip: — Niye böyle ağlıyorsun, diye sormuşlar. O da: — Anam bana altın bir yüzük vermişti. Elimi suda yıkarken düşürdüm, demiş. Haramilerin başındaki adam: — Hemen suya girilsin, bu adamın yüzüğü bulunsun, diye emir vermiş. Kendi de onlarla beraber suya girmiş. Bunlar suya girince Keloğlan, bu sefer de aldatmak istemiş, hepsinin üstünü, başını toplamış, bir kâğıda da; “Siz herkese çektiriyorsunuz. Ben de size oyun oynuyorum. Benim adım Keloğlan’dır.” diye yazmış, ırmağın kenarındaki bir çalının altına bırakmış, yoluna devam etmiş. Kırk haramiler, suda yüzüğü bulamayınca çıkmışlar. Aslında yüzük müzük yok… Keloğlan’ın oyunu tabii… Soğuk suyun içinde bir iyice de üşümüşler, bakmışlar ki elbiseleri yok! Keloğlan’ın yazdığı kâğıdı görmüşler, alıp okumuşlar. Öyle kızmışlar ki Keloğlan’ın hesabını görmek için yola koyulmuşlar. Onlar, Keloğlan’ı arayadursunlar, Keloğlan’ın yaptığı oyunlar kulaktan kulağa ülkenin her tarafında duyulmuş. Duyup işitenin de çok hoşuna gitmiş. Derken bunun ünü, padişahın kulağına kadar gitmiş. Keloğlan’ın kırk haramilere oynadığı oyun daha çok hoşuna gitmiş. Onu saraya, huzuruna çağırmış, bir kese de altın vermiş. Keloğlan da anasıyla bir ömür mutlu, mesut yaşamışlar...   * aman dedirtme: Canından bezdirme.
Keloğlan'ın Oyunları
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KIRK KOLLU ŞAMDAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Zamanın birinde bir padişahın hiç çocuğu olmazmış. Padişah, bir gün böyle, beş gün böyle düşününce bir gün vezirine demiş ki: — Vezir, ben öldüğüm zaman benim yerimi, tacımı, tahtımı alacak kişinin benim sülalemden olmasını isterdim. Vezir de demiş ki: — Bir sürü hekimler, hacılar, hocalar var. Baktır, çaresini buldur. Sen bu ülkenin padişahısın. Padişah, ne kadar ilim adamı varsa hepsini davet etmiş, bir araya toplamış. Hepsi de: — Senin çocuğun olmaz, demişler. Tabii, padişah yanmış, sızlanmış, içi içini yemiş. Padişahın bu hâlini gören vezir: — Padişahım! Çok düşünme, hasta olacaksın. Sen en iyisi git, bir iki ay hava al, halkın içine gir, dertlerini dinle. Hem de derdini anlat, belki bir şey sebep olur, çaresini bulursun, demiş. Padişah: — Çok doğru dedin vezir, tamam. Vekâletimi sana veriyorum, demiş, yola çıkmış. Kazaları, köyleri dolanmış, derken aradan bir ay mı, iki ay mı geçmiş... Bir güzel çeşme görmüş, yemyeşil... Çeşmenin başında abdest almış, sabah namazını kılmış. Kılarken arkadan biri bağırmış: — Padişahım, padişahım! Padişah, selam vermiş. Bakmış ki bir derviş... — Sen benim padişah olduğumu nereden bildin, diye sormuş. Derviş de: — Aman padişahım! Giyiminden, kuşamından herkes bilir senin padişah olduğunu, demiş. Padişah: — Sen benim padişah olduğumu bildin, derdimin devasını da bilirsin, demiş. Derviş: — Aman padişahım! Senin derdinin devasını nereden bileyim, demiş. Padişah: — Yok, ya bileceksin ya da kelleni uçururum, demiş. Derviş de: — Söyle bakayım, derdin neymiş padişahım, demiş. — Benim hiç çocuğum olmadı. Soyumun devamı olsun istiyorum, demiş, derdini anlatmış padişah. Derviş, heybesinden bir elma çıkartıp: — Ama bir şartım var, demiş. Padişah da: — Şartın ne, diye sormuş. Derviş: — Çocuk yedi yaşından on dört yaşına kadar bende kalacak. Razı mısın? Çocuğun adını da ben koyacağım, demiş. Padişah da hiç çocuğu olmamasındansa çaresiz “Tamam.” demiş. Derviş demiş ki: — Bu elmayı soyacaksın. Kabuğunu kısrak ata yedireceksin. Elmanın yarısını sen, yarısını da hanımın yiyecek. Çocuk olduğu zaman sakın ismini koyma! Ben gelip koyacağım. Bunlara razı mısın padişahım, demiş. Padişah: — Razıyım, demiş. O arada derviş, birden kaybolmuş. Padişah, sevine sevine gelmiş, olanları hanımına anlatmış. Hanımı da: — Olacak şey değil, ama ne yapalım, demiş. Aradan zaman geçmiş. Padişahın nur topu gibi bir oğlu olmuş, büyümüş, yedi yaşına basmış. Millet demiş ki: — Çocuk yedi yaşına geldi, adı yok! Ne diyelim, ne yapalım? Padişah da: — Haklısınız. Ahali toplansın, çocuğun adını koyacağım, demiş. Tam adını koyacakken derviş gelmiş. — Selamünaleyküm, demiş. Padişah, dervişi tanımış, ayağa kalkmış, millet şaşırmış. Derviş, çocuğun adını Mehmet koymuş. — Ben sözümde durdum padişahım. Sen de sözündesin değil mi, diye sormuş. Padişah, çaresiz: — Tamam, demiş. Neyse, padişah o gece yatmış. Sabah namazına kalkmış. O sırada derviş gelip demiş ki: — Ben çocuğu istiyorum, götüreceğim. Tabii, çocuğun anası durur mu? Ağlamış, sızlamış, ayılmış, bayılmış, ama çocuk gidecekmiş. Neyse, çocuğu bir güzel donatmışlar, parasını, altınını koymuşlar. Dervişe teslim etmişler. Derviş, ata binip: — Oğlum, yum gözünü, demiş. Mehmet, gözünü yummuş, sonra açmış. Derviş: — Kaç günlük yol geldik, diye sormuş. Mehmet: — Bir günlük, demiş. Derviş: — Hayır, on yıllık yol geldik, demiş. Çocuk olmuş on yedi yaşında... Derviş: — Oğlum Mehmet! Karşıda bir mağara var, görüyor musun, diye sormuş. Mehmet: — Görüyorum, demiş. Derviş: — Mağaradan içeri gireceksin. İçeride kırk tane oda var. Odaları tek tek aç. Otuz dokuzuncu odada kırk kollu bir şamdan var. Onu al, gel. Kırkıncı odaya sakın girme! Mağara kapanır, seni kurtaramam, demiş. Mehmet: — Peki, demiş. Mağaraya girmiş, odaları tek tek açmaya başlamış. Birinde elmas, birinde yakut, birinde bir bakıyor ki insan iskeleti, diğerinde at eyeri falan varmış. Derken otuz dokuzuncuyu da açmış. Çekmecede bir altın şamdan... Bunu almış, heybesine koymuş. “Yahu, bu adam neden bana ‘Kırkıncıyı açma!’ dedi,” diye düşünmüş. Açayım mı, açmayayım mı derken şeytan koltuğunun altına girmiş. — Açıp da gireyim, demiş. İçeri girer girmez de bayılmış, mağara kapanmış. Derviş: — Eyvah, Mehmet! Sen ne yaptın? Ben sana  “Açma!” demedim mi, demiş. Neyse, Mehmet ayılmış, bakmış ki duvarda bir resim. Resimde dünyalar güzeli bir kız... Görür görmez kıza âşık olmuş. Tabloyu da almış. Orada bir yar* varmış, ona doğru gitmiş. Su sesi geliyormuş. Suyun sesine doğru gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Demek ki epey yol gitmiş, acıkmış, susamış. Deniz kenarına gelmiş, düşüp bayılmış. O ülkenin de bir balıkçı Behram Emmi’si, fakir, garip bir balıkçısı varmış. Adam, geçimini balıkçılıkla sağlıyormuş. Bir hanımı, bir kendisi varmış. Çoluğu çocuğu yokmuş. Bir bakmış ki bir delikanlı çocuk, oraya düşmüş, bayılmış. Hemen gidip onu ayıltmış. — Aman oğlum, evladım! Burada ne yapıyorsun, diye sormuş. Tabii, Mehmet başından geçeni tek tek anlatmış. Balıkçı Behram Emmi: — Gel oğlum, gidelim, demiş. Doğru evine getirmiş. Hanımına durumu anlatmış. Hanımı da: — Vay sen aç karnını doyurdun da bu çocuk mu kaldı? Ne yiyecek bu çocuk, demiş, kabul etmemiş. Mehmet’in cebinde dört-beş tane altın varmış, çıkartmış, kadına vermiş. Kadın: — Aman yavrum, sana demedim ki ben. Yatacak yerim de var, yiyecek ekmeğim de var, demiş. Neyse, Mehmet orada senelerce kalmış. Bir gün Behram Emmi’ye: — Baba, bana çay ocağı gibi bir yer bulsan da ben de sana yardımcı olsam. Olmuyor böyle, böyle geçinemeyiz, demiş. Behram Emmi, Mehmet’in isteğini yerine getirmiş. Bir çay ocağı bulmuş. Mehmet, orada millete kahve yapıyormuş, çay yapıyormuş. Bir gün demiş ki: — Baba, buranın üstüne oda gibi bir şey yapalım da eve gitmeyeyim. Behram Emmi: — Aman oğlum olur mu? Annen kızar, demiş, ama dediğini de kabul etmiş. Çay ocağının üstüne bir oda yaptırmışlar. Mehmet, odaya çıkınca demiş ki: — Başıma türlü türlü işler geldi. Hiç ortada bir şey yok. Acaba bu şamdanda ne var? Gece olmuş, perdeyi çekmiş, mumu yakmış. Kırk tane peri kızı oynamaya başlamış. Mumlar sönene kadar oynamışlar. Mumlar sönünce de hepsi birer tane altını havlunun içine bırakarak kaybolup gitmişler. Mehmet, bir de bakmış ki kırk tane altın... Hemen gitmiş, babasına: — Nerede ne satılıyorsa alacaksın. Bir yerde bina satılıyor; git, al. Dükkân satılıyor; git, al, demiş. Balıkçı Behram Emmi, olmuş balıkçı Behram Ağa... Sonra bir gün Mehmet’in arkadaşları demiş ki: — Panayır gelmiş. Hadi gidelim. Panayıra gitmişler. Mehmet bir de bakmış ki o resimdeki kız!.. Hemen yanına gitmiş, bakmış ki kızla oturmak, bakmak on akçe. Mehmet’te zaten para çok... Vermiş günde bir altın. Bir gün değil, beş gün değil, altı ay değil, bir sene değil... Kız şaşırmış. Mehmet’e: — Mehmet, gel bakalım! Bu derenin suyu nereden geliyor? Sen ne iş yapıyorsun, diye sormuş. O da: — Çaycıyım, demiş. Kız: — Çaycıda bu kadar para ne gezer?! Tez bu işin sırrını söyle, demiş. Mehmet önce: — Sırrımı söyleyemem, demiş. Kız da meğer padişah kızıymış. Kız ısrar edince dayanamayıp şamdandan bahsetmiş. Bunu duyan kız, cariyeleri çağırıp Mehmet’i bayıltmış. Mehmet’i dışarı çıkartıp padişah babasının huzuruna şamdanı götürmüşler. Kız, babasına: — Bu şamdanda kırk tane peri var. Oynayıp kırk tane altın bırakıp gidiyorlar, demiş. Babası bir davet vererek bütün halkı başına toplamış. Herkes geldiği zaman şamdandaki kırk mumu yakmışlar. Mum sönmeye yakın şamdandan peri yerine kırk tane eli sopalı Arap çıkmış. Araplar, bu adamları bir güzel dövmüşler. Padişah: — Kızım, sen bize ne yaptın böyle? Hani bundan peri çıkıyordu? İyice rezil olduk, bir güzel dayak yedik, demiş.  Kız, Mehmet’in şamdandan peri çıkardığını tekrar söylemiş. Babası şamdanın tekrar yakılmasını emretmiş. — Beni büyük bir küpün içine koyun, eğer yine kırk tane Arap çıkarsa beni yukarı çekin, diye tembihlemiş. Bu kez mumları bir erkek yaksın, demiş. Mumları erkek yakmış. Mum bitmeye yakın şamdandan yine kırk tane Arap çıkmış, oradakileri bir güzel dövmüş. Padişah, kızına iyice kızmış. — Benim senin gibi kızım yok, seni de tanımıyorum, demiş. Kız da: — Baba! Vallahi doğru, bunu Mehmet’e yaktıralım, demiş. Sonra Mehmet’in şamdandan peri çıkardığını tekrarlamış. Padişah, Mehmet’i huzuruna getirtip şamdanı yakmasını emretmiş. Mehmet, şamdanı yaktığında mumlar sönmeye yakın kırk tane peri çıkmış. Oynayıp, birer tane altın bırakıp gitmişler. Mehmet: — Padişahım, senden bir ricam olacak, demiş. Padişah: — Buyur oğlum, demiş. Mehmet: — Ben Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızına talibim. Ben de filan padişahın oğluyum, kızına gönül verdim. Benimle evlendirir misin, demiş. Başına gelenleri anlatınca padişah da: — Tamam oğlum. Kulun başına gelmedik olmaz. Ben razıyım, ama kızıma bir sor, razılığı var mı, bir görüş, demiş. Mehmet, kızın yanına gitmiş; kız, “Yok.” demiş. Neyse, kızı zar zor ikna etmişler. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Yiyip, içip muratlarına geçmişler...   * yar: Uçurum.
Kırk Kollu Şamdan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KONUŞAN YÜZÜK Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir karı koca varmış. Bunların hiç çocukları olmuyormuş, ama kadının bir üvey oğlu varmış. Kadın, her gün Allah’a yalvarıp çocuk istiyormuş. Bir gün kadın, şöyle dua etmiş: — Allah’ım!.. Bir çocuğum olsun da kız, oğlan fark etmez. Tek bir tane çocuğum olsun da varsın o da insan yesin, demiş. Allah tarafından duası kabul olmuş. Çok geçmeden bir kız çocuk doğurmuş. Böylece aradan bir zaman geçmiş. Bu arada karı koca her gece yatmadan evvel malı, davarı sayıp yatarmış. Kız doğduktan sonra bu hayvanlardan her gün bir tanesi eksilmeye başlamış. Kadın: — Herif, bu nasıl iştir? Her akşam bir tane hayvanımız eksiliyor, demiş. Kocası da: — İki akşamdır takip ediyorum. Bu kız, her akşam kundağından çıkıyor, gidip bir koyun yiyor. Yedikten sonra da gelip tekrar kundağına giriyor, demiş. Kadın, şöyle bir düşünmüş, kocasına demiş ki: — Üvey oğlum beni sevmiyor, bu onun uydurması… Böyle diyerek kızımın bir canavar olduğunu söylemeye çalışıyor. Kızımı öldürmemizi istiyor. Sen bu keli evden kovacaksın! Onu bir daha bu evde görmeyeceğim, demiş. Bunun üzerine adam, oğluna: — Bak oğlum! Ne sen üvey anneni seviyorsun ne de üvey annen seni seviyor. En iyisi sen buralardan git, demiş. Oğlan, ahırdan bir at çıkarmış, eyerlemiş, sonra da yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Gide gide bir şehre varmış. O şehirde de kendine münasip bir kız bulmuş, evlenmiş. Aradan aylar geçmiş, yıllar geçmiş. Oğlan, bir gün karısına: — Senelerdir burada seninle yaşıyorum. Benim babam, annem, hayvan yiyen bir kız kardeşim vardı. Hele bir yol gidip onlar öldü mü, kaldı mı bir bakayım, demiş. Bu oğlanın biri dişi, biri erkek olmak üzere iki tane de aslanı varmış. Karısına: — Ben memleketime gidiyorum. Eğer bu aslanlarımın içtiği su, önlerinde kana, irine dönerse bil ki başım beladadır. O zaman aslanlarımı salarsın! Onlar beni bulur, içinde bulunduğum sıkıntıdan beni kurtarırlar, demiş. Oğlan, atını eyerlemiş, yola koyulmuş. Gide gide memleketine varmış. Memleketine vardığı zaman bir de bakmış ki memlekette ne bir insan var ne de bir hayvan… Kız kardeşi, bütün insanları, hayvanları yemiş. Bir tek kara bir kedi kalmış. Kız, kediyi yemek için etrafında dolanıp duruyormuş. Kız, oğlanı görünce: — Gel! Gel kardeşim!.. Niye daha erken gelmedin? Seni çok özlemiştim. Hatırlıyor musun? Ben küçükken bir gün bana bir tokat atmıştın, demiş. Kendi kendine; “Bak, işte tokadın sahibi geldi,” diye söylenmeye başlamış. Sonra kardeşinin atını almış, ahıra götürmüş. Götürür götürmez de atın bir bacağını yemiş. Gelmiş, kardeşine: — Kardeş, senin atın niye üç bacaklı, diye sormuş. Oğlan, durumu anlamış. — Evet kardeşim, benim atım üç bacaklıdır, demiş. Biraz sonra kız, tekrar acıkmış. Ahıra gitmiş, atın bir bacağını daha yemiş. Kardeşinin yanına gelip: — Kardeşim, senin atın niye iki bacaklı, demiş. Kardeşi de: — Evet, benim atım iki bacaklıdır, demiş. Kız, bir süre sonra yine acıkmış. Ahıra gitmiş, atın bir bacağını daha yemiş. Sonra da gelmiş, kardeşine: — Kardeşim, senin atın niye bir bacaklı, diye sormuş. Kardeşi de: — Evet, benim atım bir bacaklıdır, demiş. Derken kız, atı yemiş, bitirmiş; ama oğlan da korkmaya başlamış. Kız, kardeşine: — Kardeşim, çok acıktım. Yiyecek bir şey kalmadı. Seni yiyeceğim, demiş. Kardeşi: — Sen bilirsin. Ben zaten senin beni yiyeceğini biliyordum. Biraz izin ver de dama çıkıp abdest alayım. Abdest aldıktan sonra bacadan sana seslenirim. O zaman beni bacadan çekip yersin. Haa! Bu arada ben abdest alıncaya kadar sen de çamaşırlarımı yıka, demiş. Kız: — Tamam, demiş. Çamaşırları yıkamaya başlamış. Öyle acıkmış ki çamaşırı yıkarken bir yandan da onları yavaş yavaş yemeye başlamış. Bu arada oğlanın bir de konuşan yüzüğü varmış. Oğlan, dama çıkınca yüzüğünü parmağından çıkarmış, bacanın kenarına koymuş. Kendi de koşarak ormana doğru gitmiş. Oraya saklanmış. Kız, bütün çamaşırları yıkadıktan sonra kardeşine seslenmiş: — Seni bacadan çekeyim mi? Oğlanın bacanın kenarına koyduğu yüzük, sanki oğlan konuşuyor gibi kıza cevap vermiş: — Daha ellerimi yıkıyorum. Kız, bir süre sonra: — Seni bacadan çekeyim mi, diye seslenmiş. Yüzük: — Daha bir ayağımı yıkadım, diye cevap vermiş. Yüzük böylece kızı bir süre oyalamış. Bir süre sonra yüzük, kıza seslenip: — Beni bacadan çek, demiş. Kız, bacadan sarkan ipi hızla çekmiş. Yüzük o hızla düşmüş, kızın dişlerine çarpmış. Öndeki dişlerinin hepsi kırılmış. Kız, bunu kimin yaptığını anlamış: — Kardeşim, hele seni bir yakalayayım, bak nasıl yiyeceğim, demiş. Kardeşini aramaya başlamış. Araya araya ormana varmış. Ormanda dişleriyle, tırnaklarıyla ağaçları kesmeye, devirmeye başlamış. Kese kese ormanda iki ağaç kalmış. Bunu gören oğlan, bağırmaya başlamış: — Aslanlarım yetişin! Kardeş, kardeşi yedi! O sırada oğlanın karısı evde değilmiş. Aslanların önündeki suyun kana, irine döndüğünü görmemiş. Aslanlar, zincirlerini kırmış, sahiplerinin yardımına koşmuşlar. Oraya vardıklarında kız, kalan ağaçlardan birini daha yemiş. Artık tek bir ağaç kalmış. Oğlan da bu ağacın başında aslanlarını bekliyormuş. Kız, aslanları karşısında görünce çok şaşırmış. Kardeşinden yardım istemiş. Oğlan, aslanlara: — Serçe parmağında yüzüğüm var. O parmağını yemeyin! Onun dışında ne varsa yiyin, bir şey bırakmayın, demiş. Aslanlar, kızı yemişler. Oğlan, yüzük olan parmağı cebine koymuş, yola koyulmuş. Gide gide bir bezirgâna rastlamış. Bezirgân, oğlana: — Elimde bir ağaç dalı var. Bu dalın hangi ağaca ait olduğunu bilirsen sana yüz koyun veririm. Bilmezsen bu aslanları bana verir misin, demiş. Oğlan kabul etmiş. Bezirgân da dalı göstermiş. Bu sırada oğlanın cebindeki yüzük: — Kardeşim, kör müsün? O, iğdedir, demiş. Oğlan bunun üstüne bezirgâna: — İğdedir, demiş. Oğlan, bezirgândan yüz koyunu almış, yoluna devam etmiş. Biraz gittikten sonra bacağında bir yanma hissetmiş. Bir de bakmış ki cebindeki yüzüğün takılı olduğu parmakta ağız, göz meydana gelmiş. Hem de parmak, oğlanın bacağının bir kısmını yemiş. Oğlan, bu parmağı almış, erkek aslana yemesi için vermiş. Aslan, parmağı yemesine yemiş, ama boğazına bir kemik takılmış, ölmüş. Dişi aslan, yüzük dışında kalan bütün parmağı yemiş. Oğlan, yüzüğü almış, koyunlarını önüne katmış, evine doğru yola koyulmuş. Bir süre sonra da evine varmış. Karısı, başına gelenleri sormuş. Sonra da: — Başına bir oyun geldiğini biliyordum, demiş. Oğlan da karısına: — Ben sana; “Evinde otur! Aslanların önündeki su, kan ve irine dönüştüğünde onları sal!” demedim mi, demiş. Karısı: — Sen bana kız kardeşinin hayvan yediğini söylemiştin, ama ben onun seni yiyeceğini nereden bilirdim, demiş. Oğlan, yanında getirdiği koyunları ahıra koymuş. Karı koca da mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmişler...
Konuşan Yüzük
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
MAVİ BONCUKLU ÇİTİL Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış, az söylemesi sevapmış. Vaktin birinde bir fakir adam varmış. Bu, çobanlık yaparmış. Üç tane de kızı varmış; ikisi çirkin, biri çok güzelmiş. Küçük kız, çok pismiş, hep çöplükte oynarmış. Bir gün, çöplükte oynarken bir mavi boncuk bulmuş. Boncuğu getirmiş, kendi bahçelerine gömmüş. Zaman geçince o boncuk, çitil* olmuş. Kız, her sabah o çitilin yanına gidip: — Çitilim! Çitilim!.. O güzel ellerinle, o güzel gözlerinle bir silkelen de bakayım, demiş. Her silkelendikçe altın dökermiş. Kız böyle deyince yine silkelenmiş, altın dökmüş. Bir gün böyle, beş gün böyle derken, bunlar çok zengin olmuşlar. Padişahın oğlu da artık delikanlı olmuş, evlenmek istiyormuş. Bir gün, bunların kapısından geçiyormuş, bu kızı görüp âşık olmuş. Eve gidince annesine: — Filanca yerde güzel bir kız gördüm, onu bana alacaksınız, demiş. Ertesi gün, padişahın karısı, kıza dünür gelmiş. Allah’ın emriyle kızı, oğluna istemiş. Kızın anne babası da Allah’ın emriyle vermişler. Düğün zamanı gelmiş, kızı gelin etmişler. Ama padişahın oğlu, daha önce kıza, gelin olurken o çitili de getirmesini şart koşmuş. Kız da bu şartı kabul etmiş. Gelin giderken çitili de götürmüş, sarayın bahçesine dikmiş. Günlerden bir gün, bu kızın iki kız kardeşi, bacılarını ziyarete gelmişler. Laf arasında iki bacısı, kıza: — Bugün hamama gidelim mi, demişler. Kız, bu teklifi kabul etmiş. Üç kız kardeş, beraberce hamama gitmişler. Bir bacısı demiş ki: — Seni ben yıkayayım. Öbürü demiş ki: — Seni ben yıkayayım. Her ikisi de bu güzel kızı yıkamışlar. Bunlar, kızı yıkarken bir ara kızın başına kırk tane toplu iğne koymuşlar. Bu kız, kuş olup, uçup gitmiş. Gelmiş, padişahın bahçesine konmuş. Sarayın bahçıvanına sormuş ki: — Padişahın oğlu uyuyor mu? Uyusun, kalksın, benim konduğum dallar kurusun, demiş, uçup gitmiş. Ağaçlar yapraklarını dökmüş. Sadece birinde bir yaprak kalmış. Aradan bir zaman geçtikten sonra bir gün padişah, bahçeyi gezmek istemiş. Bahçeyi gezerken, herkesin bahçesinin yeşil olduğunu, ama kendi bahçesindeki ağaçların dallarının kuruduğunu görmüş. Bahçıvana: — Neden herkesin bahçesi yeşil de benim bahçemdeki ağaçların dalları kurumuş, diye sormuş. Bahçıvan da: — Padişahım, her gün bir kuş geliyor, oğlunuzun uyuyup uyumadığını soruyor. Sonra da; “Uyusun, kalksın, benim konduğum dallar kurusun.” diyor, uçup gidiyor, demiş. Bu böyle birkaç zaman devam etmiş. Sonunda padişah, bahçıvana: — Ağacın kalan tek dalına katran sür! O gelip dala konunca katrana yapışır. Sen de yakalarsın, demiş. Bahçıvan, padişahın dediği yere katranı sürmüş. Padişahla bahçıvan, ağacın altında beklemeye başlamışlar. Kuş, biraz sonra gelip yaprağa konmuş: — Ey bahçıvan! Ey bahçıvan! Ey bahçıvan, diye üç defa seslenmiş. Kuş dördüncü defa seslendiğinde bahçıvan: — Buradayım, diye seslenmiş. Yine bahçıvana sormuş: — Padişahın oğlu uyuyor mu? O da: — Uyuyor, demiş. Kuş: — Uyusun, kalksın, benim konduğum dallar kurusun, deyip uçmaya kalkınca katrana yapışıp kalmış. Bahçıvan, ağaca çıkıp kuşu tutmuş. Bakmış ki başında kırk tane toplu iğne var. Toplu iğneleri çıkartmış. Kız, eski hâline dönmüş. Kız, başına gelenleri anlatıp: — Bunu bana iki kız kardeşim yaptı, demiş. Padişahın oğlu, kızın iki bacısını çağırtmış, onlara sormuş: — Kır atıma mı razısınız, kılıcıma mı? Onlar da: — Kır ata razıyız, kılıç sizin boynunuza, demiş.Yiyip, içip muratlarına geçmişler… *çitil: Ağaç ve fidanların filizi, sürgün.
Mavi Boncuklu Çitil
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
MISIR'A PADİŞAH Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde… Bir varmış, bir yokmuş Az söylemesi sevap Çok söylemesi günahmış... Zamanın birinde, zengin bir adam varmış. Bu adamın iki sürü davarı varmış. Adam, bu hayvanlarını yaysınlar diye iki tane çoban tutmuş. Birinin adı Ahmet, ötekinin adı da Mehmet’miş. Ağa, çobanlara bir kuruş vermez, karın tokluğuna çalıştırırmış. Bir gün, bu iki çoban oturup dertleşmişler. — Bu ne ki? Karın tokluğuna çalışıp duruyoruz. Bu böyle ne zamana kadar sürer, deyip bu duruma bir çare aramaya başlamışlar. Biri demiş ki: — Böyle çalışmaktansa gurbete gidip çalışsak daha iyi değil mi? Öteki de: — Vallahi iyi olur. Hiç değilse üç-beş kuruş para kazanırız, demiş. İkisi oturup karar vermişler. Akşamdan ufak tefek yiyecek bir şey hazırlamışlar. Ağaları görmesin diye de sabahın köründe kalkmış, yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler… Dere tepe düz gitmişler… Bunların karnı acıkmış. Ahmet, Mehmet’e: — Arkadaş, öyle çok yol geldik ki karnımız acıktı. Şurada bir parça bir şey yiyelim de yola öyle devam edelim, demiş. Mehmet’in aklına şeytanlık gelmiş. Ahmet’e: — Ben ekmeğimi vermem. Önce senin çıkındakileri* yesek daha iyi olur. Yol uzun sürer de azığımız biterse bari ben aç kalmamış olurum, demiş. Olurdu, olmazdı derken bunlar orada iyi bir tartışmışlar. İkisi de azığını çıkartmamış, sinirlenmişler. Mehmet, ormana doğru gitmiş, Ahmet de kayalığa doğru gitmiş. Mehmet, ormanda sabahlamış, Ahmet de kayalığın orada bir mağara bulmuş, saklanmış. Ahmet, mağarada yatadursun, az sonra mağaraya bir ayı, bir kurt, bir de tilki gelmiş. Başlamışlar aralarında konuşmaya… Ayı demiş ki: — Aşağıdan yukarıya doğru gelirken ağacın birinin baş ucunda çok bal gördüm. Sabah olsun varıp onları yiyeceğim, demiş. Tilki demiş ki: — Ben Mısır’dan geliyorum. Duydum ki Mısır padişahının kızı çok hastaymış. Padişah, her yana haber salmış. “Kızımı kim iyi ederse ona vereceğim. Hem de benim yerime padişah olacak.” Kurt da: — Ben de yolda birinden duydum. “Filan ağanın sürüsünün içinde bir kara koyun var. O koyunu kesip etini kıza yedirirlerse kız iyi olacak.” diyordu, demiş. Ahmet, yattığı yerden bunları dinlemiş. Onların sesi kesilince usulca kalkmış, mağaradan çıkmış, doğru Mısır’ın yolunu tutmuş. Bir zaman gittikten sonra Mısır’a varmış. Padişahın sarayını bulmuş, kapısını çalmış. Padişahın adamları buna: — Padişahtan ne istiyorsun, diye sormuşlar. Ahmet de: — Duydum ki padişahın kızı hastaymış. Onu kim iyi ederse padişah, kızını ona verecekmiş. Ben padişahın kızını iyi etmek için geldim, demiş. Padişaha haber gitmiş. Padişah, Ahmet’i yanına istemiş. Ahmet huzura varınca padişah: — Söyle bakalım, kızımı iyileştireceğin doğru mu, diye sormuş. Ahmet de: — Padişahım, sözüm söz. Bana bir at, bol altın, bir hafta da süre verirsen kızını iyi edeceğime söz veririm, yoksa kellemi uçur, demiş. Padişah, oğlana: — Eğer sözünde durmazsan yemin olsun kelleni uçururum, demiş. Padişah, oradakilere emir vermiş: — Ahmet ne istiyorsa verin, çabuk yola salın, demiş. Adamlar, Ahmet’i hazineye götürmüşler, istediği kadar altın almış. Ahırdan da bir at beğenmiş. “Yallaaah!” yola düşmüş. Ahmet gidedursun, dediği ağanın sürüsünü bulmuş. Çobanı yanına çağırıp: — Bu sürüdeki kara koyunu bana sat, demiş. Çoban: — Olur mu efendim?! Bu sürüde bin tane koyun var, bir tane de kara koyun var. Ben onu sana satarsam ağam hemen farkına varır, beni de işten kovar, demiş, vermek istememiş. Ahmet, koyunu almak için ısrar etmiş. — Çoban, hele bir söyle bakalım, ağan bu koyuna kaç altın ister, diye sormuş. Çoban: — Sürüde tek kara koyun o olduğu için on altından aşağı istemez, demiş. Ahmet: — Al sana yirmi altın, altınlar senin olsun, koyunu ver! Ağan sorarsa da; “Hastaydı, kestim.” de, demiş. Ahmet, orada koyunu kesmiş, sadece ciğerini alıp sarayın yolunu tutmuş. Padişahın kızına ciğeri yedirmişler, kız iyi olmuş. Padişah da sözünü tutmuş, kızını Ahmet’e vermiş. Ölünce de Ahmet onun yerine padişah olmuş. Gel zaman, git zaman, bu olanlar Mehmet’in kulağına değmiş. — Aman! Öyleyse varayım, gideyim. Hele bir sorup soruşturayım. Bakayım bu iş nasıl olmuş, demiş, Mısır’a doğru yola düşmüş. Gide gide Mısır’ı bulmuş. Hemen saraya varmış, Ahmet’in huzuruna çıkmış. Ahmet, bunu görünce: — Hayrola Mehmet? Senin burada ne işin var, diye sormuş. Mehmet de: — Sen nasıl oldu da böyle oldun? Hele bunun sırrını bir söyle bakalım, belki ben de padişah olurum, demiş. Ahmet, akıllılık edip: — Bir Mısır’a iki padişah olmaz. Sen padişah olup da ne edeceksin? Gel burada benim yardımcım ol, demiş. Uyanık Mehmet hiç kabul eder mi? Ahmet’ten bu işin sırrını öğrenmek için diretmiş. Ahmet’e ısrarla sorunca Ahmet: — Bu işin sırrı... Hani birbirimizden ayrıldığımız orman vardı ya, işte sır orada, demiş. Mehmet, cevabı alınca o ormana gitmiş. Etrafına bakmış bakmış, durmuş. “Ulan burada bir sır mır göremiyorum, ama hayırlısı olsun inşallah,” diye söylenmiş. Öyle de yorulmuş ki orada bir yere kıvrılmış, yatmış. Gece olunca bağırış, çağırışlar duymuş. Bakmış ki bir şeyler konuşuyorlar. Hemen kulak kabartmış, dinlemeye başlamış. Ayı demiş ki: — Benim balımı yemişler. Kurt da: — Haber aldım. Padişahın kızı kurtulmuş, kurtaran da hem kızı almış hem de Mısır’a padişah olmuş. Ben bunca yıllık ömrümde daha kara koyunu görmedim bile, yemedim bile, diye acizlenmiş*. Tilki demiş ki: — Arkadaşlar, acaba biz burada konuşurken insanoğlu mu vardı da konuştuklarımızı duydu? Kurt: — Olabilir, hadi etrafı arayalım, demiş. Üçü üç yandan ortalığı kolaçan etmişler, Mehmet’i olduğu yerde bulmuşlar. “Vay! Sen nasıl olur da bizi dinlersin!” diye oracıkta öldürmüşler. Biz gelelim Ahmet’e… Ahmet, arkadaşını merak etmiş. Birkaç gün sonra üç beş atlı hazırlatmış, Mehmet’e tarif ettiği yere yollamış. Adamlar, gelmiş bakmışlar ki ne görsünler? Mehmet ölmüş, kemikleri ortalıkta geziyor. Geri dönmüş, Ahmet’e haber vermişler. Ahmet de: — İşte böyledir. Kendi nefsi yüzünden kurda kuşa yem oldu, demiş, üzülmüş. Mısır’a padişah olan Ahmet, karısıyla mutlu, mesut yaşamış...   * çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı. * acizlenmek: Güçsüz, beceriksiz hissetmek.
Mısır'a Padişah
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
NEYDİM NE OLDUM NE OLACAĞIM Bir varmış, bir yokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde... Develer tellal, sinekler berber iken Babalarının beşiğini çocuklar sallar iken Hamamcının suyu, oduncunun baltası yok iken Çarşı, pazarda soğan, sarımsak satarken Terazimin kolu kırıldı bir güzele bakar iken Kurbağa kanatlandı gitti, gelin getirmeye Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa... Derken vakti zamanında bir padişahın hiç çocuğu olmuyormuş. Padişah da sultan da çocuğu çok severmiş. Dünyanın her yerinden hekimler gelmiş, sultanı muayene etmişler. Adı duyulmadık otlardan ilaç yapmışlar. Fakat hiçbiri fayda etmemiş. Günleri böyle üzüntü içinde geçerken Allah vergisi bir kız çocukları dünyaya gelmiş. Padişah da sultan da çok sevinmiş. Bir tek onlar mı? Bütün memleket sevinmiş. Günlerce şenlik yapılmış, ziyafetler verilmiş. Günler, aylar geçtikçe kız büyümüş. Büyüdükçe güzelleşmiş. Güzelleştikçe güzelliği dillere destan olmuş. Tam genç kız olduğu zaman bu kızın vücudunda bir yara meydana gelmeye başlamış. Kızın bu hâline çok üzülen padişahla sultan, memleketin bütün hekimlerini saraya çağırmışlar. Kızlarının derdine derman olmalarını istemişler. Fakat hekimler ne yaptıysa çare olmuyormuş. Hatta yaptıkları ilaçlar, yaraları daha çok azdırıyormuş. Padişah, bu sefer dünyanın dört bir tarafından ünlü hekimler getirtmiş. Onların yaptığı ilaçlar da fayda vermemiş. Zavallı kızın vücudunda yarasız bir yer kalmamış. Akan kanlar durmuyor, acısı bir türlü dinmiyormuş. Padişah, bunun üstüne kızının bütün vücudunu altın ile kaplatmış. Böylelikle akan kanlar durmuş. Fakat yaralar iyi olmadığı için acısı devam ediyormuş. Kızın vücudunun altınla kaplanması, memleketin her tarafına yayılmış. Herkes kızı merak etmeye başlamış. Hırsızlar, cadılar, kızın vücudundaki altına göz dikmiş. Nasıl edip de ele geçireceklerini düşünmeye başlamışlar. Bir cadı karısı, bunu duyar duymaz kılık kıyafetini değiştirmiş. Eline de bir çanta almış, sarayın yolunu tutmuş. Padişahın huzuruna çıkıp: — Padişahım, ben Yemen’den geliyorum. Duydum ki kızınızın vücudu yara içindeymiş. Babam çok ünlü bir hekimdi. Ölürken her türlü yarayı iyi edecek bir ilacın yapılışını bana öğretti. İzin ver, kızını iyileştireyim, demiş. Padişah: — Tek kızım iyi olsun da başka bir şey istemem. Yaralarını iyileştirirsen seni mükâfatlandırırım, yaralarını azdırırsan boynunu vurdururum, demiş. Cadı karısı: — Padişahım, kızının yaraları iyi olsun istiyorsan benimle bir odada üç beş gün kalması lazım. Yanımıza hiç kimse gelmeyecek, demiş. Padişah, kızıyla birlikte cadı karısını bahçenin öbür ucundaki köşke götürüp: — Buraya hiç kimse gelmeyecek, diye emretmiş. Derken gece olmuş. Cadı karısı çantasını açmış. Sultana demiş ki: — Yavrum, önce üzerindeki altın kaplamayı çıkarmam lazım. Ondan sonra da yaralarını bir güzelce ilaçlarım, demiş. Kızın üzerindeki altın kaplamayı soyup çıkarmış. Elindeki sihirli suyu kızın üzerine serpmiş, kızı bayıltmış. Altınları çantasına koymuş, kızı da omuzladığı gibi saraydan çıkmış. Epey uzaklaştıktan sonra kızı bir yol kenarına bırakmış, kendi de kaçmış. Kız bir müddet sonra kendine gelmiş. Bir de bakmış ki ıssız bir dağın başında! Kalkmış; bir sağa, bir sola bakmış. İlerde bir çeşme görmüş. Oradan bir su içmiş. Bir avuç daha almış, yaralarına sürmüş. Bir de bakmış ki suyun değdiği yerdeki yaraları iyileşiyor. Derken öteki yaralarını da teker teker yıkamış. Yaralarının hepsi iyi olunca yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Bir tarlaya rast gelmiş. Tarlada bir adam çift sürüyormuş. Adamın yanına gitmiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış. Akşam olunca adam, kızı da yanına almış, eve gitmiş. Karısı, oğlu, uşağı çok sevinmiş. Bir zaman böyle yaşayıp gitmişler. Adam, bu kızla oğlunu evlendirmiş. Çok geçmeden de bir oğulları olmuş. Kadın, kocasına demiş ki: — Müsaade edersen çocuğun adını ben koyacağım, demiş. Kocası ses çıkarmamış, o da oğlunun adını “Neydim” koymuş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Bir oğlu daha olmuş. Onun adını da “Ne oldum” koymuş. Üçüncü bir oğlan daha olunca onun adını da “Ne olacağım” koymuş. Bu çocuklar günden güne büyüyüp güzelleşmişler. Anne babalarıyla tarlaya gidiyor, orada çalışıyorlarmış. Bir gün, padişahın arabası o tarlanın yanından geçiyormuş. Padişah, çocukları görmüş, kanı kaynamış. Atından inip yanlarına gelmiş. Onları sevip okşamış. Onlara adlarını sormuş. Çocuklar da: — Neydim, Ne oldum, Ne olacağım, diye cevap vermişler. Çocukların birileriyle konuştuğunu gören karı koca, yanlarına varmışlar. Padişah: — Çocuklara niye böyle isimler koydunuz, demiş. Kız da başından geçenleri anlatmış. Padişah, ihtiyarlamış ama yine de kızını tanımış. Kızını, damadını, torunlarını almış, saraya getirmiş. Artık bir arada yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Neydim Ne Oldum Ne Olacağım
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN KÜÇÜK OĞLU Bir varmış, bir yokmuş. Pire pehlivan iken, deve tellal iken bir padişah yaşarmış üç tane de oğlu varmış. Bu padişah çok zenginmiş. Kendi saltanat içinde yaşar, halkını pek düşünmezmiş. Bir gün aklına esmiş, sarayının bahçesine zümrütten yaprakları olan, altından meyvesi olan yakut çiçekli yapma ağaçlar diktirmiş. Havuzunu mermerden yaptırmış. İçine şerbet doldurtmuş, fıskiyelerinden buz gibi şerbet fışkırırmış. Sarayının yollarına inciler döktürtmüş. Bu kadar kıymetli olan bahçesini beklemesi için bir sürü adam tutmuş. Bu kadar adamın içinde bahçeden her gün ya altın bir yemiş ya da bir yakut çiçeği eksilirmiş. Padişahın adamları bunları götürenin kim olduğunu bir türlü bulamamışlar. En sonunda dayanamamış, oğullarını yanına çağırtmış. — Bu bahçeden her gün biri bir şey alıp gidiyor. Adamlarım çare bulamadı. Bunu kim yapıyorsa meydana çıkaracaksınız! Bulup bana getireceksiniz, diye emretmiş. İlk önce büyük oğlan bahçenin bir kenarına saklanmış, beklemeye başlamış. Gece yarısı olunca uykusu gelmiş, uyumuş. Sabah uyandığında bakmış ki büyük bir altın portakal çalınmış. Ertesi gece, ortanca oğlan güneş batarken bahçeye inmiş. Kimseye görünmeden saklanmış. Hırsızı beklemeye başlamış. Kimin geleceğini çok merak etmiş. Düşünürken düşünürken onun da uykusu gelmiş, uyumuş. Sabah uyandığında bakmış ki bir altın armut dalından kopmuş. Üçüncü gece sıra küçük oğlana gelmiş. Akşamüstü güneş batarken kimseye görünmeden bahçeye inip saklanmış. Olduğu yere bağdaş kurmuş. Uyumamak için elindeki okun bir ucunu çenesine bir ucunu kucağına yerleştirmiş. Merakla beklemeye başlamış. Gece yarısı olunca uykusu gelmeye başlamış. İkide bir gözleri kapanıp başı düşerken okun sivri tarafı çenesine batıyormuş. Canı acıdığı için gözlerini açık tutuyor, uykusunu kaçırıyormuş. Artık öyle uykuya dalmadan epey bir zaman geçirmiş. Bir ara gözü dalmış. Başı düşerken bir gürültü duymuş. Gözünü açar açmaz bir de ne görsün? Bir kuş, gagasıyla altın yemiş koparmıyor mu? Hemen yayını germiş, bir ok fırlatmış. Ok, kuşun uzun kuyruğunu delip geçmiş. Yalnız ok bir tane tüyünü de düşürmüş. Ama kuyruk da pek süslüymüş, oğlanın aklı kalmış. Sabah olunca tüyü alıp babasının huzuruna varmış. Tüyü babasına göstermiş, gördüklerini de bir bir anlatmış. Kuştan düşen tüy bildiğimiz tüylerden değilmiş. Her bir ucunda bir elmas parlıyormuş. Ortasında da bir kalem varmış. O da daha başka bir güzellikteymiş. Padişah, bu tüyü kuyumcuya göstermiş. Kuyumcu, bu tüyü görünce şaşırıp kalmış. — Bu tüyün yapıldığı maden yeryüzünde hiç yoktur. Bu kuş, sizin bahçenizde bulunan her şeyden daha değerlidir, demiş. Padişah bunu duyunca kuşu ele geçirme hevesine düşmüş. Oğullarını çağırıp: — Bu kuşu hanginiz getirirse tahtımdan inip onu yerime getireceğim, demiş. Çocuklar, bunu duyunca çok sevinmişler. Büyük oğlan bir ata atlamış, ortanca oğlan arabaya binmiş, küçük oğlan da yürüyerek yola revan olmuşlar. Büyük oğlan atlı olduğu için hepsini geçmiş. Epey bir zaman sonra bir köye varmış. Köye gireceği sırada bir gözü kör, bir ayağı topal, bir kulağı kesik, bir kolu uzun, bir kolu kısa, çenesi çarpık, dudağı yarım, üstünde cübbe gibi bir şeyi olan bir adama rastlamış. Adam, büyük oğlana: — Senin nereye gittiğini, ne aradığını biliyorum. Bu köyde biri çalgılı, biri çalgısız iki han vardır. Sakın ola çalgılısına girme, demiş, gözden kaybolmuş. Büyük oğlan kendi kendine; “Bu herif han çığırtmanı* mıdır, nedir,” diyerek atını ileri sürmüş. Az sonra da köye girmiş. Çok geçmeden gerçekten de karşı karşıya olan iki hanı görmüş. Hanın birinden müzik, gülme, eğlenme sesleri geliyormuş. Öbür handan çıt çıkmıyormuş. Sanki ölü evi gibi sessizmiş. Büyük oğlan iki hanın arasında durmuş. Hangisine girsem diye sağa sola bakarken çalgıcılar bunu görmüş. Oğlanın içeri girmesi için onun gönlünü hoş eden şarkılar söylemişler, içeri davet etmişler. Çalgıcıların söyledikleri o kadar güzelmiş ki büyük oğlan: — Sabaha kadar bu ölü evi gibi yerde kalacağıma şurada daha iyi vakit geçiririm, deyip çalgılı hana girmiş. O gece sabaha kadar o handa kalmış. Ertesi gün de akşama kadar uyumuş. Artık her gece sabaha kadar eğleniyor, akşama kadar yatıyormuş. Yapacağı işi unutmuş, handan bir türlü ayrılamamış. Ortanca oğlan da arabayla yola düşmüştü ya... O da gele gele aynı köye gelmiş. O uzun cübbeli adam, bunun da karşısına çıkmış. Büyük oğlana ne dediyse buna da aynısını söylemiş. O sırada büyük oğlan pencereden kardeşinin geldiğini görmüş. Hemen çıkıp kardeşini içeri almış. Handaki çalgı, çengi, eğlence bunun da hoşuna gitmiş. Bu oğlan da abisi gibi ne yapacağını, nereye gideceğini unutmuş; zevke, sefaya dalmış. Aradan bir zaman geçtikten sonra küçük oğlan bu taraflara gelmiş. Köye yaklaştığı sırada gözünün biri kör, ayağı topal, kulağı kesik, cübbeli adam karşısına çıkmış. Ağabeylerine ne dediyse aynısını küçük oğlana da söylemiş. Çalgılı hana girmemesini söylemiş. Küçük oğlan: — Günlerdir yayan yapıldak yol yürüyorum. Zaten yorgunum. Sabaha kadar eğlenemem, yatıp uyurum, demiş. Doğruca çalgısız hana girmiş. Sabaha kadar rahat rahat uyumuş. Sabah gün doğarken parasını verip handan çıktığı sırada o cübbeli adamla karşılaşmış. Adam, küçük oğlana: — Sen söz dinleyen birine benziyorsun. Ne yapacağını biliyorum. Onun için de sana yardım edeceğim. Böyle yayan yürürsen aradığın kuşu bulamazsın,  demiş. Üstündeki cübbeyi çıkarmış, yere sermiş. — Gel, şimdi bunun üstüne otur, diye yanına çağırmış. Oğlan, adamdan şüphelenmiş, pek gözü tutmamış. Önce gönül etmemiş. Sonra: — Belki kuşun yerini biliyordur, diye adamın dediğini yapmış. Oturur oturmaz havalanmışlar. Yıldırım hızı ile dağların, ovaların üstünden geçip gürül gürül akan büyük bir ırmağın kıyısına inmişler. Irmağın öbür tarafında yüksek bir dağ varmış. Dağın üstünde her yeri değerli taşlarla süslü  bir saray görmüşler. Güneşin altında parıl parıl parlıyormuş. Adam, cübbesini giyip: — Şu gördüğün saraya git! Şimdi oradaki askerler, bekçiler, hepsi uykudadır. Kapıdan usul usul geç! Salonda pis, kötü bir kafesin içinde aradığın kuş var. Sakın kafesi açma! Olduğu gibi al, gel, demiş. Küçük oğlan, koşa koşa dağa tırmanmış. Sarayın önüne varınca bekçilerin, askerlerin uyuduğunu görmüş. Yavaşça kapıdan içeri girmiş. Usulca salondaki kafesi almış. İçindeki kuş uyuyormuş, hiç ses çıkarmamış. Küçük oğlan kapıdan çıkacağı sırada boş bir altın kafes görmüş. Elindeki kötü kafesi bırakıp: — Bu kuşa böyle bir kafes daha çok yakışır, demiş. Kuşun kafesini açar açmaz kuş hızlı hızlı ötmeye başlamış. Kanatlarını sağa, sola çarparak büyük gürültü çıkarmış. Sesi duyan bütün askerler, bekçiler uyanmış. Küçük oğlanı kolundan yakaladıkları gibi padişahlarının huzuruna götürmüşler. Padişah, oğlana: — Kuşu niye alacaktın, diye sormuş. O da: — Her gece sarayımızın bahçesindeki altın yemişleri çalıyor, demiş. Padişah: — Öyleyse yeryüzünde havada uçan, rüzgârdan hızlı giden bir at vardır. Onu bana getirirsen bu kuşu sana veririm, demiş. Küçük oğlan eli boş vaziyette saraydan çıkmış. Dağdan inmiş. Irmağın öbür tarafında bekleyen adamın yanına varmış. Ona başından geçenleri anlatmış. Oranın padişahının istediği atı da söylemiş. Adam, küçük oğlana çok kızmış. Yüzü gözü öyle bir hâl almış ki küçük oğlan korkusundan bayılacak gibi olmuş. — Ben sana kuşu kafesinden çıkarma demedim mi, diye bağırmış. Adam istediğini elde edemediği için çok hiddetlenmiş. Oğlanı yanına çağırıp: — Otur bakalım şuraya, demiş. Oğlan, cübbesinin bir kenarına oturmuş. Oturur oturmaz da havalanmışlar. Bir dakika içinde bir sürü dağ, ova geçmişler. Bir gölün kenarına inmişler. Gölün ortasında küçük bir ada varmış. Üstünde de billurdan bir saray varmış. Bakanların gözünü kamaştırır, dururmuş. Adam, cübbesini sırtına giymiş. Orada duran sandalı göstermiş. — Şu sandalı görüyor musun? O sandala bin, saraya git! Kimseleri uyandırmadan ahıra gir! Orada beyaz bir at ile iki tane eyer vardır. Eyerin biri adicedir. Öbür eğer ise altın ve sırmayla işlenmiş, zümrüt, yakut gibi değerli taşlarla süslenmiştir. Adi olan eyeri atın üstüne koy! Üzerine atla, hemen buraya gel, demiş. Küçük oğlan, adamın gösterdiği kayığa binmiş. Gölün ortasındaki saraya varmış. Sarayda kim varsa hepsi uykudaymış. Kimseyi uyandırmadan ahıra girmiş. Nasıl olmuşsa olmuş, adamın dediğini unutmuş. Yahut bir an önce alıp da gideyim diye mi, nedir aceleden şaşırmış. Altın, sırmalarla işlenmiş, değerli taşlarla süslü eyeri atın sırtına koymuş. O anda hayvan kişnemeye, çitme atmaya başlamış. Askerler, bekçiler de uyanmış. Oğlanı yakaladıkları gibi padişahlarının yanına götürmüşler. Padişah: — Bu atı niye almak istedin, diye sormuş. Küçük oğlan: — Çok değerli bir kuş var. Onu elde etmek için bu atı almam lazım, demiş. Bunun üstüne padişah: — Yeryüzünde bir altın saray vardır. O sarayda oturan kızı bana getirirsen atı alırsın, deyip oğlanı başından savmış. Küçük oğlan yine eli boş olarak saraydan çıkmış. Gölün kıyısında bekleyen adamın yanına dönmüş. Başından geçenleri anlatmış. Padişahın ne istediğini de söylemiş. Adamın eli bunda da boş kalınca ağzına geleni saymış. Bir de: — Dikkat et delikanlı! Bu sana en son yardımım olacak, diye azarlamış. Adam, cübbesini yine yere sermiş. İkisi beraber üstüne oturmuşlar. Havalandıktan bir dakika sonra ulu bir ormana inmişler. Ormanın ortasında altın bir saray varmış. Sarayın önünde suyu gümüş bir dere akarmış. Dünya güzeli bir kız da her akşam derede yıkanırmış. Adam, altın sarayı oğlana gösterip: — Şu sarayda oturan kız, biraz sonra derede yıkanmak için oraya gelecek. Yavaş yavaş yanına yaklaş! Kız dereye girerken tek elinle gözlerini kapat! Bir kolun ile da kucakla! Ne kadar yalvarırsa yalvarsın bırakma! Hemen al, buraya getir, demiş. Biraz sonra altın saraydan dünya güzeli, sarışın bir kız çıkmış. Ağır ağır dereye doğru yürümüş. Küçük oğlan tam arkasından yaklaşmış. Kız suya gireceği sırada bir eliyle gözlerini kapatmış. Öbür kolu ile kızı belinden yakalamış. Kız nasıl korkmuşsa: — Ah, diye bağırmış. Sonra da aklını başına toplamış. — Biliyorum, beni buradan kaçırmaya geldiniz. Doğduğum zaman müneccimbaşı, babama bir gün delikanlının birinin çok uzaklardan gelip beni kaçıracağını söylemişti. Ne olur, beni bir dakika bırakın da anama, babama veda edeyim, diye yalvarmış. Fakat küçük oğlan kızın bu yalvarışına aldırış etmemiş. Kızı kucakladığı gibi adamın yanına getirmiş. Adam, uzaktan oğlanın kızı getirdiğini görünce sevinmiş. Hemen sırtındakini yere sermiş, hep beraber üstüne oturmuşlar. Kız hiç durmadan ağlamış, yalvarmış. Birkaç dakika içinde billur sarayın karşısına inmişler. Adam, oğlana: — Kızın gözlerini aç, demiş. Küçük oğlan, kızın gözlerini açınca ağlaması da, yalvarması da durmuş. Meğer kız, oğlanı görür görmez onu çok sevmiş. — Burada senin yanında kalırım. Bir daha geri dönmek istemem, demiş. Kız böyle deyince oğlan çok üzülmüş. — Seni şu karşıki sarayda oturan padişaha vermek için getirdim, demiş. Bu sözleri duyan kız yeniden ağlamaya başlamış, kederlenmiş. Adam, kızın bu hâlini görünce bunların birbirini sevdiğini anlamış. Onlara yardım etmek istemiş. Hem atı almak hem de kızı vermemek için onlara kurnazlık öğretmiş. Adamın dediğini yapmak için iki genç, kayığa binmişler, billur saraya gitmişler. Padişah, altın saraydan gelen kızı görünce uçan atı eyeriyle beraber oğlana vermiş. Küçük oğlan ata binip sarayın önünde bir iki kere dönmüş. Sonra padişaha yaklaşmış, kızın belinden tuttuğu gibi atın üstüne almış. Uçan at, bir zaman sonra dağın tepesindeki saraya varmış. Mermer saraydaki padişah, uçan atın geldiğini görünce çok sevinmiş. Bunları karşılamaya çıkmış. Karşılaştıkları zaman küçük oğlan attan inmeden: — Padişahım, beni bağışla! Çok kalamayacağım! Kuşu saraydan getirtin, demiş. Kuşu kafesiyle beraber getirmişler. Kuşu kafesiyle beraber alan oğlan kızla beraber kaçmışlar, bir derenin kenarında durmuşlar. Tam o sırada küçük oğlana yardım eden adamla karşılaşmışlar. Adam yaklaşmış, demiş ki: — Sana çok yardım ettim. Şimdi bana karşı borçlusun. Borcunu ödemek için şunu al! Ellerimle ayaklarımı kes! Adam, oğlana bir balta uzatmış. Oğlan duydukları karşısında şaşırıp kalmış. Adama dönüp: — Bana iyilik eden adamın kılına bile dokunamam. Elini, ayağını nasıl keseyim, demiş. Küçük oğlanın dedikleri, adamın canını sıkmış. Yüzünü buruşturmuş. Geri dönüp giderken: — Sana diyeceklerim var. Sakın suçlulara yardım etme! Bir kuyu kenarında oturma, diye bağırıp gözden kaybolmuş. Bir zaman sonra oğlan, kız ve at, iki hanlı köye gelmişler. Çalgılı hanın önüne varınca büyük bir kalabalık görmüşler. Kalabalığın içine girince iki adamın ağabeylerini yakalarından tutmuş, kavga ederlerken görmüş. Küçük oğlan, ağabeylerinin yanına varmış. Adamların gönlünü hoş etmiş, ağabeylerini onların elinden kurtarmış. Hep beraber memleketlerine dönmüşler. Mutlu, mesut yaşamışlar. Gökten üç elma düşmüş; biri bana, biri sana, biri de anlatana…   * han çığırtmanı: Hana gelenleri karşılayan kişi.
Padişahın Küçük Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN RÜYALARI Vakti zamanında memleketin birinde dirayetli bir padişah varmış. Kendi hâlinde yaşayıp giderken bir gece rüya görmüş. Vezirlerinin hepsini toplayıp: — Memleketin her yerine haber salın! Ben bu gece bir rüya gördüm. Ben rüyamı anlatmadan tabir edecek kim varsa gelsin, tabir etsin, demiş. Vezirler, memleketin dört bir yerine haber salmışlar. Duyan, işiten gelmiş; hacılar, hocalar gelmiş. Amma kimse bu rüyayı tabir edememiş. Padişah, gelenlerin emeklerinin karşılığını az buçuk veriyor, karınlarını doyurup, üç beş kuruş da harçlık verip yolluyormuş. Memlekette yaşayan fakir bir adam, bunları duyunca hem heveslenmiş hem de imrenmiş. — Ben de padişaha gideyim, rüyasını tabir edeyim. Edemezsem de hiç değilse biraz karnımı doyururum. Elime üç beş kuruş para geçerse onunla da birkaç gün çocuklarımın nafakasını çıkarırım, demiş, Allah’a sığınmış, sarayın yolunu tutmuş. Adam gidedursun, bir kayanın yanına gelince gaipten bir nida gelmiş: — Ey filanca, nereye gidiyorsun? Adam da: — Herkes padişahın rüyasını tabir etmeye gitmiş, bir de ben gideyim dedim. Bilmesem de üç beş kuruş alırım. Bir öğün olsun karnımı doyurur, gelirim, demiş. O ses: — Madem öyle, padişaha şöyle söyle; “Padişahım, senin rüyanda gökten yağmur gibi tilki yağdı değil mi? İşte onun tabiri şöyle; Millet birbirlerine hile yapacak.” de. Amma aldığın mükâfatın yarısını bana vereceksin, demiş. Adam, saraya varmış, padişahın huzuruna çıkmış. Rüyayı ermişin dediği gibi tabir etmiş. Mükâfatı almış, saraydan çıkmış. — Ben en iyisi yolumu değiştireyim de ermişle karşılaşmayayım. Mükâfatı da bölüşmem, hepsi benim olur, demiş. Düşündüğü gibi de yapmış, evine başka yoldan gitmiş. Günler, aylar derken aradan bir sene geçmiş. Padişah, yine bir rüya görmüş. Padişahın rüyasında havadan yağmur gibi kurt yağıyormuş. Vezirlerini çağırtmış. — Tez bana geçen sene rüyamı tabir eden adamı bulup getirin, diye emir vermiş. Vezirler, aramış, taramış, adamı bulmuşlar. — Padişah yine bir rüya görmüş. Rüyasını tabir etmen için seni saraya bekliyor, demişler. Adam, ermişe verdiği sözü tutmadığı için önce gönüllü olmamış. “Neyse, Allah büyük... Hele bir yola çıkıp görelim,” diye düşünmüş. Önce başka bir yoldan gitmeye başlamış. Ne yaptıysa bir türlü yola gidemiyormuş. Ayakları kendini ilk önce gittiği yola götürüyormuş. — Bunda da bir hayır vardır, diyerek yine aynı yoldan gitmeye başlamış. Daha önceki yere geldiği zaman aynı nidayı duymuş: — Nereye gidiyorsun? Adam da: — Padişah yine bir rüya görmüş, tabir etmem için beni çağırmış. Şimdi saraya padişahın yanına gidiyorum, ama hiçbir şey bilmiyorum, demiş. Ermiş: — Ben o rüyanın tabirini sana söylerim, ama sen de alacağın mükâfatın yarısını bana vereceksin, tamam mı? Şimdi beni iyi dinle! Padişaha; “Padişahım, sen rüyanda gökten yağmur gibi kurt yağdığını gördün, değil mi? Bunun tabiri de şöyle: Millet birbirine girecek. Katiller, caniler, hırsızlar çoğalacak. Memleketin dört bir yanında çok kan akacak.” dersin, demiş. Adam, söz verip yoluna devam etmiş. Padişahın huzuruna çıkınca ermişin söylediği biçimde rüyasını tabir etmiş. — Padişahım, bu sefer rüyanda gökten yağmur gibi kurt yağdığını gördün. Bunun da tabiri şu demek: Ahalinin içinde katillik, canilik, hırsızlık başını alıp gidecek, çok kan dökülecek, demiş. Padişah, emir vermiş ki: — Bu adamın karnını doyurun, geçen seferkinin iki katı para pul verin, yolcu edin! Adamın karnını, burnunu doyurup, mükâfatını da verip uğurlamışlar. Adam, yine başka bir yoldan evine gelmiş. Ermişe verdiği sözü de tutmamış. Adam aldığı para pulla yaşarken aradan bir sene daha geçmiş. Padişah, yine bir rüya görmüş. Vezirlerini çağırıp o adamı bulmalarını söylemiş. Onlar da bir muhafızı adamın evine göndermişler. Muhafız: — Padişah seni istiyor. Yine rüyasını tabir edeceksin, demiş. Adamın pabucuna taş kaçmış*. Karısını ve çocuklarını yanına çağırıp: — Padişah beni çağırtmış. Bu sefer gidip gelemeyebilirim, diye helâlleşmiş. İçinden bir ses, başka yoldan gitmesini söylemiş. Başka bir ses de: — Tamam, ermişin sözünü tutmadın, aldıklarını bölüşmedin, ama başka yoldan gidersen rüyayı da tabir edemezsin. Padişah kelleni uçurur. Yazık değil mi karına, çocuklarına, demiş. Adam, bir o türlü, bir bu türlü düşünerek yoluna devam etmiş. Yine de manevi bir kuvvet, adamı önce gittiği o yola sürüklemiş. Giderken yine ermişin sesini işitmiş. Ermiş: — Hey! Bre adam, nereye gidersin, demiş. Adam: — Padişah yine bir rüya görmüş, Tabir etmem için beni çağırtmış. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Kesin bu sefer beni öldürür, demiş. Ermiş, demiş ki: — Eğer bu sefer aldıklarının yarısını verirsen sana gördüğü rüyayı da, tabirini de söylerim. Yok, vermezsen sen bilirsin, demiş. Adam: — O nasıl söz? Tabii veririm, demiş. Sonra saraya gidip padişahın huzuruna çıkmış. — Padişahım, rüyanızda gökten yağmur gibi koyun, kuzu yağıyordu değil mi? Bu da şu demek: Artık memlekette bolluk, bereket olacak. Dirlik, düzenlik olacak. İnsanlar birbiriyle iyi geçinecek, samimileşecek. Herkesin yüzü gülecek, demiş. Padişah, bu sefer: — Bu adama bir at verin! Atın üstüne bir heybe koyun! Heybenin iki gözünü de altınla doldurun, demiş. Padişahın dediklerini yapmış, adamı yolu vurmuşlar. Adam, bu defa geldiği yoldan gitmiş. Yolda sesin geldiği mağaranın önüne gelmiş. Altınları heybeyle olduğu gibi oraya bırakmış. Tam gideceği sırada yine o sesi duymuş: — Dünya tilkiydi; sen de tilki gibi kurnazlık yaptın. Dünya kurt idi; sen de kurt gibi hak yedin. Dünya koyun, kuzu idi; sen de koyun, kuzu oldun. Senin de suçun yok, demiş. Adam şaşırmış, kalmış. Olanlardan ders almış. Evinin yolunu tutmuş. Karısıyla, çocuklarıyla mutlu bir ömür sürmüş...   * pabucuna taş kaçmak: Ortaya çıkan durum karşısında tedirgin olmak.
Padişahın Rüyaları
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN ÜÇ OĞLU Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Ben anamın beşiğini tangur tungur sallar iken, Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten Anam evracı* aldı, babam ohlayı* aldı, dolandım dört köşeyi Koştum koştum, bir dağa vardım; dağın deresine indim ki ne olsa? İki duvar; birinin himi* yok, birinin aslı yok. Aslı yok duvarda iki tüfek; biri sakat, birinin aslı yok Aslı yok tüfeği aldım; koştum koştum, bir dağa çıktım Baktım, derede ne olsa? İki tavşan; biri ölü, ötekinin aslı yok. Attım, aslı yok tavşanı vurdum, onu omuzuma aldım Koştum koştum, diğer bir dağa çıktım ki deresinde ne olsa? İki tane tencere; birinin dibi delik, diğerinin aslı yok Aslı yok tencereyi aldım, ormanlığa vardım, ne olsa? İki şelek* odun; birini sahibi arabasına yüklüyor, birinin aslı yok Aslı yok odunu aldım, yaktım Tencereyi üstüne koydum, tavşanı içine koydum Güzelce pişirdim. Yedim… Yedim… Yedim… Hâlen dudaklarımın haberi yok… Zamanın birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç oğlu varmış. Bir de güzel bahçesi varmış. Bu bahçe, öyle bir bahçeymiş ki ucu bucağı yokmuş, içinde binbir çeşit ağaç varmış, görenler bir daha görmek istermiş. Fakat bu padişah, bu bahçeden bir tane bile meyve yiyemezmiş. Meğer bu bahçeye bir dev alışmış; her sene meyveler olunca gelip meyveleri yermiş, padişaha da bir şey kalmazmış. Bir gün padişah, çocuklarını yanına çağırıp: — Sizler büyüdünüz. Bu bahçeye bu kadar emek veriyoruz. Ben padişah oldum olalı bir meyvesini yemedik. Bundan sonra hanginiz bu meyveden birini bana getirirse ben öldükten sonra yerime o padişah olacak, demiş. İlk önce büyük oğlu eline okunu, yayını, kılıcını almış, akşamüstü yola çıkmış. Gelmiş, elma bahçesindeki bir ağacın dibine oturmuş. Gecenin geç saatlerine kadar oturmuş. Ortalık zindan gibi karanlık; iki metre ötedeki karaltı bile seçilmiyormuş. Bakmış olacak gibi değil; “Bari hayal kurayım.” demiş. Başlamış hayal kurmaya... “Dev gelir gelmez öldürürüm, bu ülkeye de ben hükümdar olurum. Düşman devletlere hiç aman vermem, hepsini boyun eğdiririm. Böylece ülkemi de büyütmüş olurum,” diye düşünmüş. Bunlarla meşgul olurken bir anda bir gürültü kopmuş. Öyle bir gürültüymüş ki yerde yatan cansız varlıklar bile ürpermiş. Padişahın oğlunun ödü kopmuş. Nasıl korkmuşsa soluğu sarayda almış. O sene padişaha meyve nasip olmamış. Gün geçmiş, ay geçmiş, derken öbür sene gelmiş. Sıra ortanca oğlana gelmiş. O da ne var ne yok, yanına almış, bahçeye gitmiş. Oturmuş bir elma ağacının dibine, beklemeye başlamış. Tam uyuyacağı sırada bir gürültü kopmuş. Nasıl bir gürültüyse bu da çok korkmuş, fırlayıp sarayın yolunu tutmuş. Padişah, o sene de bir tane bile meyve yiyememiş. Gel zaman, git zaman, sonra sıra küçük oğlana gelmiş. Oğlan, bu işi üstlenir üstlenmez hazırlığa başlamış. Vakit akşamüstü olunca elma bahçesine doğru yola düşmüş. O da ağacın dibine oturup beklemeye başlamış. Epey bir süre hayale dalmış. Tam o sırada devin gürlemesi duyulmuş. Oğlan ürpermiş, ama korkup kaçmamış. Dev, elma ağacına yaklaşıp da elmayı almaya doğru boynunu uzatınca eûzü besmele çekerek bir kılıç vurmuş ki dev kendini şaşırmış. Şaşkınlığından elmayı orada bırakıp kaçmış. Oğlan, elmayı aldığı gibi babasının yanına gelmiş. Kardeşleri elmayı gördükleri hâlde oğlana inanmamışlar. Onun, babasının yerine geçeceğini düşündükçe canları sıkılmış. “Ona bir oyun oynayalım da gününü görsün! Babamızın yerine geçmek o kadar kolay değil,” diye düşünmüşler. Oğlanı yanlarına çağırıp: — Yalan söylüyorsun! Sen kim, dev kim? Sen onun yanında minnacık kalırsın. Nasıl olur da koskoca devi yaralarsın, demişler. Oğlan, ısrarla yaraladığını söylese de ona inanmamışlar. — Hadi öyleyse, gidip devin izini sürüp bakalım. Sahiden yaralanmış mı, yaralanmamış mı, bakalım, demişler. Oradan hep beraber bahçeye gitmişler, devin izini bulmuşlar. Kan izlerini süre süre gitmişler. İzler oradaki bir kuyunun yanında bitiyormuş. Oğlanı öldürmeyi düşündükleri için: — Demek ki dev buraya girmiş. İnip bir bakalım, demişler. Oğlan da bunu kabul etmiş. Abileri: — Belimize bir urgan bağlayalım. Sırayla kuyuya inelim. Ama önce büyük olanımız girecek, demişler. Büyük oğlanın beline urganı bağlayıp kuyuya sallamışlar. Oğlan, derine inince devin sıcağından yanıp: — Yandım! Yandım, diye bağırmış. Bunu yukarı çekmişler. Sıra ortanca oğlana gelmiş. Bu sefer de onun beline ip bağlayıp kuyuya sallamışlar. Bu da: — Yandım! Yandım, diye bağırmış. Onu da yukarı çekmişler. Sıra küçük oğlana gelmiş. Oğlan: — Ben sizin gibi yapmam. Ben; “Yandım!” dedikçe siz beni daha da sallayın, demiş. Oğlanın beline ipi bağlayıp kuyudan aşağı sallamışlar. Oğlan: — Yandım! Yandım, dedikçe daha sallamışlar. Derken kuyunun dibine inmiş. Bakmış ki kuyunun dibi çok geniş, hem de bir sürü kapı varmış. Oğlan, bir kapıyı açmış ki üç tane kız halı dokuyor. Kızlar, oğlanı görünce şaşırmışlar. Meğerse bu kuyuya şimdiye kadar hiç insanoğlu girmemiş. Kızın biri oğlana: — Babam yaralı, yatıyor. Uyanır da burada görürse seni mahveder, demiş. Oğlan: — Hani, baban nerede, diye sormuş. Kız, karşı kapıyı gösterip: — Aha, şu odada yatıyor, demiş. Oğlan, odaya doğru gitmeye başlamış. Kız: — Hey, bana bak! Babam şimdi uyuyor. Odasının duvarında babamın kılıcı asılı, onu alıp boynuna bir defa vur! O; ”Bir daha vur, insanoğlu!” der. Sakın vurma, demiş. Oğlan, kızın dediği kılıcı almış, devin boynuna vurmuş. Dev, öyle bir bağırmış ki yer-gök inlemiş. Hatta bu sesi kuyunun başındaki ağabeyleri bile duymuş, çok korkmuşlar. Dev, acı içinde: — Hey insanoğlu, bir daha vur, diye bağırmış. Oğlanın aklına kızın dedikleri gelmiş. Onun için bir daha vurmamış. Dev de oracıkta bağıra bağıra ölmüş. Devin küçük kızı da oğlana bir altın sıçanla kedi hediye etmiş. Oğlan, kızların üçünü de almış, kuyunun ağzına getirmiş. Aşağıdan yukarıya, ağabeylerine seslenip: — Uzatın urganı, diye bağırmış. Kardeşleri sesi duyunca urganı uzatmışlar. Oğlan, büyük kızı urgana bağlamış. — Urganı çekin! Bu, büyük kardeşime, diye bağırmış. Kızı yukarı çekmişler. Oğlan yine: — Urganı uzatın, diye bağırmış. Urganı kuyuya sallamışlar. Oğlan: — Bu da ortanca kardeşime olsun. Urganı çekin, diye bağırmış. Bu kızı da çekmişler. Oğlanla küçük kız, kuyunun dibinde kalmışlar. Kız: — Genç! Önce sen çık, sonra ben, demiş. Oğlan: — Niye, diye sormuş. Kız: — Ben öbür kardeşlerimden daha güzelim. Kardeşlerin beni görünce belki sana bir oyun oynarlar, demiş. Oğlan: — Yok, benim kardeşlerim bana oyun oynamaz, kötülük de düşünmezler, demiş. Kız da hemen saçından iki tel koparmış, oğlana uzatmış. — Madem öyle, al bu telleri! Ola ki başın dara düşerse bu telleri yakarsın! Karşına iki koç gelir; biri beyaz, biri siyah! Beyaza binersen seni yeryüzüne çıkarır. Siyaha binersen yedi kat yerin himine* daha gidersin, demiş. Kız, urganı beline bağlamış, onu da yukarı çekmişler. Kardeşleri bu kızı görünce şaş* kalmışlar. Urganı kuyuya sallamışlar. Oğlan da beline bağlamış. — Çekin, diye seslenmiş. Kardeşleri, onu kuyunun yarısına kadar çekmişler, yarıya gelince urganı kesmişler. Oğlan, “Şappadak!” diye kuyuya düşmüş. Yerde bir zaman baygın yatmış. Ayılıp kendine gelince kızın kendine verdiği saç telleri aklına gelmiş. Telleri yakmış; iki koç gelmiş. Beyaza bineyim derken siyah koça binmiş. O da onu almış, yedi kat yerin dibine götürmüş. Orada bir ihtiyar kadına rastlamış, ondan geçmişlerinin canı için bir tas su istemiş. Kadın verememiş. — Yavrum, bizde su ne arar? Burada bir çeşme var. Oraya bir dev gelir, pınarın başından bir kız alır götürür. O gidenden sonra herkes suyunu doldurur, demiş. Oğlan: — O çeşme nerede, hele bana bir göster, demiş. İhtiyar kadın: — Aha, bu gördüğün evin arkasında, diye yerini göstermiş. Oğlan, oraya varmış, bakmış ki sıra padişahın kızına gelmiş. Oğlan, okunu, yayını hazırlamış, beklemeye başlamış. Az sonra dev gelmiş. Oğlan, okunu fırlattığı gibi devi öldürmüş. Padişahın kızı sevinçten elini devin kanına batırmış, oğlanın sırtına vurmuş. Bu haber padişaha gelince çok sevinmiş. — Devi kim öldürdüyse, kızımı ondan kim kurtardıysa ona ödül vereceğim, diye dört yana haber salmış. Biri demiş ki; “Ben öldürdüm.”, öteki demiş ki; “Ben öldürdüm.”, ama padişahın kızı hiçbirini kabul etmemiş. Padişah, sarayının penceresinden bakarken ta uzakta, ağacın altında birinin yattığını görmüş. Hemen: — O kimse, çabuk alıp yanıma getirin, diye emir vermiş. Meğerse oğlan da devi vurduktan sonra oradan uzaklaşmış, gitmiş bir ağacın altına yatmış. O ağacın üstünde bir yuva varmış; ana kuş, yavrularına yiyecek bulmak için gitmiş, yavrular da ağacın başında analarını bekliyormuş. Oğlan uyurken yavru kuşlardan biri deli gibi ötmeye başlamış. Oğlan uyanmış, bakmış ki koskoca bir kuzgun, yavru kuşlara saldıracak. Hemen yayını hazırlayıp kuzguna fırlatmış, fırlattığı gibi de kuzgunu öldürmüş. Yavruları ağaçtan indirmiş, kuzgunu da yesinler diye önlerine koymuş. Ama yavrular, kuzgunu bir türlü yemek istemiyormuş. Onlar da; “Annem gelir de oğlanı görürse düşman sanır, öldürür. Hâlbuki bizi o kurtardı,” diye düşündükleri için yemiyorlarmış. Az sonra anaları gelmiş. Bakmış ki yavruları yuvada yoktur. Aşağıya bakmış ki yavruları orada, biri de yanlarında uyuyor. Hemen oğlana saldırmış, ama yavrular bağrışıp durmuşlar. — Anne, o bizim düşmanımız değil. Bizi o kurtardı, demişler. O sırada oğlan da uyanmış. Ana olan kuş, oğlana: — Padişah seni çağıracak. “Dile benden dileğini!” der. Sen de; “Dilerim sağlığını!” de. O yine; “Dile dilediğini!” der. Sen de; “Kırk tuluk* et, kırk tuluk su” dile! Ben seni ışık dünyaya çıkarırım, demiş. Ana kuş, kanatlarını germiş; oğlan, altında bir güzel gölgelenip uyumuş. Tam o sırada padişahın gönderdiği adam gelip: — Padişah seni istiyor, demiş. Oğlan da: — Bekle geliyorum, demiş. Padişahın yanına varmışlar. Kız, oğlanın sırtına bakmış ki eliyle vurduğu kanın izleri duruyor. Kız: — Baba bu! Baba bu, diye bağırmış. Padişah, oğlanı yanına çağırmış. — Oğlum, beni dinle! Dile dilediğini, demiş. Oğlan: — Dilerim sağlığını efendim, demiş. Padişah, oğlana: — Sağlığımdan sana fayda yoktur. Dile dilediğini, demiş. Oğlan, bu sefer: — Diledim; kırk tuluk et, kırk tuluk su, demiş. — Bundan kolay ne var, demiş padişah. Hemen emir vermiş. Sürüden kırk koyun kestirmiş, oğlanın istediklerini vermiş. Oğlan, bunları aldığı gibi ana kuşun yanına varmış. Eti bir kanadına, suyu öbür kanadına koymuşlar. Kendi de kuşun üstüne binmiş. Kuş, oğlana demiş ki: — Ben, “Ah!” dedikçe et, “Vah!” dedikçe su vereceksin. Oğlan: — Tamam, demiş. Bunlar yola düşmüşler… Oğlan, kuş “Ah!” dedikçe et vermiş, “Vah!” dedikçe su vermiş. Kuş, oğlanı ışık dünyaya çıkarmış, sonra da çekip gitmiş. Oğlan, oralarda ne yapacağını şaşırmış. Şaşkın şaşkın dolaşırken bir dilenci görmüş. Onun üstünü başını almış, kendi giymiş. Kendi üst başını da ona vermiş. Gitmiş, bir demirci ustasına çırak olmuş. Biz haber verelim kuyudan çıkan küçük kızdan. Kız, kuyudan çıktıktan sonra öbür iki oğlanla da evlenmemiş. Onlar öyle çok istemişler ki kız da bir şart koşmuş: — Kim bana bir altın sıçanla kedi yapıp getirirse onunla evlenirim, demiş. Bunu kimse bir türlü yapamamış. Oğlan, demirci ustasının yanında çalışadursun, bir gün ustası düşünceli düşünceli dükkâna gelmiş. Oğlan: — Hayrola ustam, neyin var, diye sormuş. Usta da gönülsüz gönülsüz: — Hiç! Bir şeyim yok, demiş. — O zaman çarşıda, pazarda ne var, diye sormuş. Usta da: — Ne olsun evlat? Padişah, oğlunu evlendirecek, kız gönül etmiyor. İlla da; “Altın sıçanla kedi” istiyor, demiş. Oğlan: — Ben yaparım ustam, demiş. Oğlana bir mühlet vermişler. Zaman gelince oğlan, padişahın sarayına varmış, altın sıçanla kediyi vermiş. Kız bakmış ki kendi verdiği sıçanla kedi, hiç sesini çıkarmamış. Padişah kararını vermiş: — Düğün dernek başlasın! Hem de cirit oynanacak. Şayet kim kazanırsa kızı o alacak, diye emretmiş. Padişahın oğulları cirit oynarken oğlan da ustasından izin istemiş, saraya varmış. Kimsenin görmediği yerde dilenci kılığından çıkmış, asıl elbiselerini giymiş, ama yüzünü hiç göstermemiş. Meydana çıkmışlar, cirit başlamış. Oğlan, önce küçük abisini, sonra da büyük abisini öldürmüş. Meydanın orta yerine dikilmiş, kalmış. Padişah, uzaktan: — Çabuk, o yiğidi yakalayıp yanıma getirin, diye bağırmış. Oğlanı tutmuş padişahın huzuruna çıkartmışlar. Oğlan, yüzünü açmış. Padişah bakmış ki bu, kendi oğlu… Oğlan, başından geçenleri bir bir anlatmış. Kızların üçünü de almış. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar… Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler…   * evraç: Sac üzerinde pişirilen yufka ekmekleri çevirmeye yarayan uzun ve yassı tahta araç. *ohla: Oklava. *him: Duvarın temelle birleşen kenarları. *şelek: Sırtta taşınan yük.   * şaş kalmak: Şaşırmak. * tuluk: deri tulum.
Padişahın Üç Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SALLANSOP Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal, keçiler berber iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Köyün birinde bir çiftçi yaşarmış. Çiftçinin gözü gibi sevdiği iki tane de öküzü varmış. Bunlar birbirlerine çok benziyorlarmış. Bir gün öküzlerden biri ölmüş. Çiftçi, öküzlerini çok sevdiği için çok üzülmüş. Fakir olduğu için yeni bir öküz de alamazmış. Ne yapacağını bilememiş. Sonunda gurbette çalışmaya karar vermiş. Hanımına demiş ki: — Ben gurbete gidip çalışacağım. Beş-altı ay kadar çalıştıktan sonra yeni bir öküz alacağım. Çiftçi, gurbete gitmiş. Aradan bir hayli zaman geçmiş. Kadın, bir gün büyük kızına: — Git, çeşmeden su getir, demiş. Kız da kovayı alıp çeşmeye gitmiş. Çeşmenin önünde küçük bir havuz varmış. Havuzun içinde de bir saman çöpü yüzüyormuş. Çöpü gören kız, kendi kendine düşünmeye başlamış; “Babam beni ele verse, elden bir oğlum olsa, adı Sallansop olsa… Köyün ortasından sallanarak gelse, bu sudan içse, ölse?! Ben annesiyim, ağlamaz mıyım, demiş, başlamış dövünerek ağlamaya. Vah yavrum, seni kaybettim,” diyerek ağlıyormuş. Annesi, kız gecikince merak etmiş. Öbür kızını, ablasına bakması için çeşmeye göndermiş. Kız, çeşmeye gidip bakmış ki ablası ağlıyor. — Niye ağlıyorsun abla, diye sormuş. Ablası, düşündüklerini kardeşine anlatmış. Bu sefer kardeşi de: — Vah! Ben büyük teyzesiyim, ağlamaz mıyım, demiş, o da ağlamaya başlamış. Kadın, kızları gelmeyince küçük kızını çeşmeye göndermiş. Küçük kız bakmış ki ablaları ağlıyor. Kız şaşırıp: — Niye ağlıyorsunuz, diye sormuş. Ablaları, küçük kıza da niye ağladıklarını anlatmışlar. Bu sefer hepsi birden ağlamaya başlamışlar. Kızlar ağlarken anneleri de çeşmeye gelmiş. Kızlarını ağlarken görünce neden ağladıklarını sormuş. Kızlar da anlatmaya başlamışlar: — Sen bizi ele versen, elden bir oğlumuz olsa, adı Sallansop olsa, köyün ortasından sallanarak gelse, bu sudan içse, ölse. Sen anneannesisin, ağlamaz mısın? Kadın da başlamış ağlamaya... Bunlar böyle ağlaşırken yabancı bir genç, yanlarına gelmiş. Niye ağladıklarını sormuş. Kızların annesi, başlamış anlatmaya: — Bak oğlum, bu büyük kızımı sana versem, senden bir oğlu olsa, adı Sallansop olsa, sallanarak gelse, bu sudan içse, ölse. Sen babasısın, ağlamaz mısın? Genç, biraz uyanıkmış. Bunlardaki tuhaflığın farkına varıp: — Niye ağlamayayım? Ben de ağlarım, deyip yalandan ağlamaya başlamış. Bunlar bir zaman ağladıktan sonra kadın: — Bizim ölümüz var, onun için can aşı vermemiz lazım. Ne yapalım? Gidip diğer öküzü de kesip köye dağıtalım, demiş. Öküzü kesmişler, büyük kızı da yabancı gence vermişler. Genç uyanık ya, sabah olunca evden kaçmış. Aradan bir zaman geçtikten sonra gurbete giden çiftçi, öküzü alıp akşam köye gelmiş. Gece yatmadan önce öküzleri görmek istemiş. Hanımından idareyi* istemiş. Kadın, olup bitenleri bilmeyen kocasına: — Herif gel, sabah bakarsın, deyip oyalamaya çalışmış. Adam da: — Olmaz, akşamdan bakıp muradıma ereceğim, diye ısrar etmiş. Kadın bakmış ki olacak gibi değil, mecburen olanları anlatmış. Adam, duyduklarına çok sinirlenmiş. — Bakın, ben tekrar gideceğim. Diyar diyar dolaşacağım. Eğer sizden daha dangalağını bulursam kurtuldunuz. Yoksa gelip hepinizin kellesini keseceğim, demiş, köyden ayrılmış. Adam sözünü tutmuş, diyar diyar dolaşmaya başlamış. Bir müddet geçtikten sonra, düşünceli bir şekilde köyün birinden geçiyormuş. Kadının biri camdan seslenip: — Be adam! Nereden gelip nereye gidersin? Adam da: — Öllüğün köründen* gelip cehennemin dibine gidiyorum, demiş. Kadın da: — Öyle mi? Orada bizim bir Sarı Çizmeli Mehmet Ağa vardı. Onu da gördün mü? O da öllüğün köründe, cehennemin dibindeydi, demiş. Bunun üzerine adam çok kızmış: — Gördüm, demiş. Kadın: — Ne yapıyor, diye sormuş. Adam da sinirli sinirli: — Ne yapacak? Yalın ayak, başı açık geziyor. Yiyeceği, içeceği de yok, diye cevap vermiş. Kadın: — Peki, sen oraya ne zaman gideceksin, diye sormuş. Adam da: — Aha şimdi oraya doğru gidiyorum, demiş. Kadın, adama biraz beklemesini söylemiş. Sonra sandığını açıp kocasının biriktirdiği parayı, elbiselerini almış. Biraz da yiyecek koymuş, büyük bir bohça hazırlamış. Bohçayı getirip adama vermiş. — Bunu Mehmet Ağa’ya götür, demiş. Adam, bohçayı aldığı gibi hemen oradan uzaklaşmış. Köyüne doğru yola çıkmış. Bu arada camdaki kadının kocası eve gelmiş. Hanımı olanı, biteni anlatmış. Kocası: — Eee! O adam şimdi nerede, diye sormuş. Hanımı, giden adamı gösterip: — Aha şu giden adam var ya! İşte ona verdim, demiş. Kocası, atına atlamış, adamın peşine düşmüş. Adamın yolunun üstünde bir değirmen varmış. Takip edildiğini anlamış. Hemen değirmene girmiş. Değirmenciye: — Şu üstünü, başını sıyır da bana ver! Sen de şuradaki yere gir, beni bekle, demiş. Değirmenci, hemen orada üstünü, başını çıkarıp adamın dediği yere girmiş. Tam o sırada kadının kocası gelmiş, atından inip içeri girmiş. — Az önce buraya bir adam girdi ya, o nerede, diye sormuş. Adam da: — Şuraya girdi, diye değirmencinin olduğu yeri göstermiş. Kadının kocası, değirmencinin yanına gidince adam hemen üstündekileri çıkarıp atına atlamış, dışarıdaki atı da yedeğine alıp kaçmış. Kadının kocası, içerdeki değirmenciye: — Az önce buraya giren sen miydin, diye sormuş. Değirmenci: — Ben bu değirmenin sahibiyim. Senin sorduğun adam dışarıdakiydi, demiş. Kadının kocası, bir hızla çıkmış ki ortalıkta kimseler yok. Ne sağa sola bakmış ne kimseyi görmüş, çaresiz eve gelmiş. Karısı, kocasını görünce meraklanmış: — Aman herif! Atını, ayakkabını ne yaptın, diye sormuş. Kocası da: — Gözünüz kör olmaya, o kadar öteberiyi adama verip gönderdin. Ben de atı verdim ki binsin, gezsin oralarda. Ayakkabıyla foteri* de verdim ki elin, günün içinde giysin, demiş. Hanımı da: — İyi etmişsin herif, diye cevap vermiş. Atı, ayakkabıyı alan adam da köyüne gitmiş. Hanımıyla kızlarına: — Bu dünyada sizden daha dangalağı da varmış, sizleri affettim, demiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…   * idare: Gaz lambası. * ölüğün körü: Ölünün görü, ölünün mezarı. * foter: Halk dilinde fötr şapka.
Sallansop
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SELVER OĞUL BALIĞIN TEKİNİ NE YAPTIN? Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir anne ile bir kızı varmış. Bu anne ile kızın başka kimsesi yokmuş. Bu kızın adı da Selver’miş. Bir gün kadın pazara gitmiş. Orada güzel güzel balıkları görünce dayanamamış, dört tane alıp eve getirmiş. Selver’e vermiş. — Sen bu balıkları temizle, kızart! Ben de iki dakika komşuya gidip geleyim, demiş. Annesi komşuya gitmiş, Selver de balıkları alıp bahçeye çıkmış. Balıkları temizlemeye başlamış. Az sonra ak sakallı bir derviş gelmiş. — Bu balığın birini bana vereceksin. Bana verdiğini de kimseye söylemeyeceksin, diye tembihlemiş. Selver, bu durumdan bir şey anlamamış. Balığı dervişe vermiş, ama annesine ne diyeceğini düşünmeye başlamış. Bir yandan düşünürken bir yandan da içine korku düşmüş. Öbür üç balığı temizlemiş, kızartmış, annesinin gelmesini beklemiş. Az sonra annesi komşudan gelmiş. Selver, sofrayı kurmuş, balıkları ortaya getirmiş. Annesi balığın birini göremeyince Selver’e: — Selver oğul*, balığın tekini ne yaptın, diye sormuş. Selver şaşırıp: — Kedi aldığı gibi kaçırdı, ben de bir şey yapamadım, demiş. Böyle demiş, ama annesi inanmamış. Durmadan: — Selver oğul, balığın tekini ne yaptın, diye sorup duruyormuş. Kadın, her gün durmadan, usanmadan Selver’e balığı sordukça kızın canı çok sıkılıyormuş. Sonunda evden kaçmaya karar vermiş. Bir sabah, annesine görünmeden evden kaçmış, ormana gitmiş. O kadar yorulmuş ki ormanın bir köşesinde uyuyup kalmış. Meğer o gün, ülkenin şehzadesi ormana avlanmaya gelmiş. Avını kovalarken ağacın altında uyuyan Selver’i görmüş. Onu çok beğenmiş. Atına bindirmiş, saraya götürmüş. Sarayda kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Böylece Selver ile şehzade evlenmişler. Selver, artık sarayda yaşamaya başlamış. Bir eli yağda, bir eli baldaymış. Bir gün, komşularından biri Selver’i ziyarete gelmiş. Selver’e annesinin öldüğünü haber vermiş. Selver, buna çok üzülmüş. O kadar çok üzülmüş ki sonunda şehzadeye: — Ben annemin mezarını ziyaret etmek istiyorum. Beni oraya götür, demiş. Şehzade, Selver’in isteğini kabul etmiş. Hazırlıklarını yapıp yola düşmüşler. Bunlar, annesinin mezarının başına varmışlar. Selver, mezarın başına oturmuş, ağlamaya başlamış. O sırada mezardan bir ses gelmiş: — Selver oğul, balığın tekini ne yaptın? Selver, bunu duyunca gülmüş. Şehzade, az önce ağlayan, şimdi gülen karısını görünce şaşırmış. — Hayırdır, n’oldu ki gülüyorsun, diye sormuş. Selver, ne cevap vereceğini şaşırmış. Birden: — Senin saçlarını bizim evin süpürgesine benzettim de onun için güldüm, diye cevap vermiş. Şehzade, bunu duyunca sinirlenip: — Hemen evinize gidiyoruz ve ben o süpürgeyi görmek istiyorum, demiş. Selver, böyle bir şey beklemiyormuş. “Eğer şehzade o süpürgeyi görürse bana çok kızar, kellemi kestirir,” diye düşünmüş. Şehzadeyi eve götürmemek için değişik değişik yollara sürmüş. Derken bir tepenin önüne gelmişler. Selver, şehzadeye: — Şu tepede bir işim var. Hemen gidip geleyim, demiş. Şehzade: — Tamam, ama ben de geleceğim, demiş. Selver, şehzadenin gelmesini istememiş. Tek başına tepeye çıkmış. Tepeye çıkınca bakmış ki arka taraf uçurum… Selver; “İyi, bu güzel oldu. Kendimi buradan atayım,” diye içinden geçirmiş. Tam kendini atacağı sırada balığı verdiği derviş karşısına çıkmış. Selver, dervişi görünce çok sevinmiş. Başından geçenleri ona anlatmış. Derviş: — Sen bana o balığı verdin, kimseye de söylemedin. İşte onun için ben de sana yardım edeceğim, demiş. Selver’e bir ev tarif etmiş. — Şimdi şehzadeyi al, oraya götür, demiş. Selver, hemen tepeden inmiş, şehzadenin yanına gelmiş. Dervişin anlattığı gibi evin yolunu tutmuşlar. Karşılarına bir ev çıkmış ki olursa da öyle olsun... Şehzade, evi görünce çok şaşırmış, babasının sarayından bile güzelmiş. Bunları kapıda kırk cariye karşılamış. Evin içi de çok güzelmiş. Her taraf altınlarla, gümüşlerle süslüymüş. Odanın birine girmişler. Orada masa kuruluymuş. Üzerinde türlü türlü yemekler bulunuyormuş. Bu yemekler o kadar güzelmiş ki şehzade ömründe böyle güzel yemek yememiş. Fakat şehzadenin aklı fikri süpürgedeymiş. Selver, hizmetçilerinin birini çağırıp süpürgeyi getirmesini istemiş. Hizmetçi az sonra elinde süpürge ile içeri girmiş. Şehzade bakmış ki süpürge altından ve sırmadan yapılmış. O kadar güzel görünüyormuş ki Selver de, şehzade de süpürgeye bayılmış. Hele şehzade bunu gördüğüne çok sevinmiş. Selver’in, saçlarını süpürgeye benzetmesine de çok memnun olmuş. Karısını yanına alıp kendi saraylarına dönmüşler. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler...   * oğul: Evlat.
Selver Oğul Balığın Tekini Ne Yaptın?
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SIRLI POST Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kadın yaşarmış... Bu kadının hiç çocuğu olmamış, ama hayvancılık yaptığı için sürüsü varmış. Bir gün, ağıldan sürüsünü çıkarmış, onları otlatmaya götürmüş. Koyun, kuzu bir arada otlarken gözü oğlaklara takılmış. Sağa, sola koşup hem birbirleriyle hem de anneleriyle eğleniyorlarmış. Onları o kadar çok seyretmiş ki kanı kaynamış. Kendinin de böyle çocukları olsun istemiş. Hemen ellerini havaya kaldırıp: — Allah’ım! N’olur bana da bu oğlaklar gibi bir çocuk ver, diye dua etmiş. Akşam vakti olunca hayvanlarını toplayıp eve getirmiş. Kafasında bu düşünceyle yatağına girip yatmış. Allah’tan, olacak ya o gece hamile kalmış. Günler, aylar derken kadının ağrısı tutmuş*. Şöyle böyle derken bir oğlak doğurmuş. Bu haberi herkes duymuş. Görmeye gelenler olmuş; ama kadın, oğlağı hiç kimseye göstermemiş. Aradan bir zaman geçmiş, kadın hastalanmış, hâlsiz düşmüş. Bu arada oğlak da büyümüş, insan gibi konuşmaya başlamış. Kadın, bir sabah eline çamaşır kazanını almış, dereye çamaşır yıkamaya gidecekmiş. Hasta olduğu için artık çamaşır mamaşır zoruna gidiyormuş. Kapıdan çıkarken bir yandan da: — Ya Rabbi! Hep böyle çile mi çekeceğim? Ben ne zaman bu işlerden kurtaracağım, diye şikâyet ediyormuş. Oğlak, annesinin şikâyetine dayanamamış, önüne geçip: — Anne, çamaşırları ver, ben yıkayayım, ama yanıma hiç kimse gelmesin. Ben orada uğraşırken kimse bana gülmesin, demiş. Annesi, kıyamamış: — Yavrum, sen nasıl yapacaksın, diye ağlamış. Oğlak, kirli çamaşırları toplamış, derenin kenarındaki çamaşırhaneye gitmiş. İçeri girince kapıyı üstünden kilitlemişler. Oğlak, kapıyı kilitleyenlere şöyle seslenmiş: — Akşam olunca gelin, beni alın. Oğlağın üstünde bir postu varmış. Hemen postu çıkarmış, asmış. Postu çıkarır çıkarmaz ayın on dördü gibi bir kız olmuş. Ay, kızdan parlak; kız, aydan daha parlakmış. Hemen çamaşırları bir solukta yıkayıp sepete doldurmuş. Sonra da kendi yıkanmaya başlamış. Kızın on parmağında on tane yüzük varmış. Çamaşır yıkamaya başlamadan evvel yüzüklerini çıkarıp bir yere koymuş. Meğer bu sırada padişahın oğlu, atını sulamaya gelmiş. Bu kurnanın da yarısı içindeymiş, yarısı dışındaymış. Atı kurnaya doğru sürmüş, at ürkmüş. Bir daha sürmüş, at yine ürkmüş. Padişahın oğlu: — At niye ürktü ki, diye merak etmiş, eğilip kurnanın içine bakmış. Bir de ne görsün? Kurnanın içinde altın yüzükler yok mu?! Bunlar oğlağın yüzükleriymiş. Hemen eğilip yüzüğün birini almış, cebine sokmuş. Gözü çamaşırhaneye ilişmiş. “Acaba içeride biri mi var? Yüzükler onun mu ki,” diye düşünmüş. Cebinden bıçağını çıkarıp çamaşırhanenin tahtadan yapılmış tarafını kesmeye başlamış. Gözünün göreceği kadar bir delik açmış, içeriye bakmış. İçeride ayın on dördü gibi bir kız görmüş. Çok şaşırmış. Öyle şaşırmış ki atını bile unutmuş. “Bu kimin kızı acaba?” diye düşünmeye başlamış. Kız, işini bitirmiş, postunu giymiş. Yine bir oğlak olmuş. Akşam olunca gelip kızın kapısını açmışlar. Padişahın oğlu, içeriden çıkanın oğlak olduğunu görünce çok şaşırmış. Oğlak eve giderken o da görünmeden onları takip etmiş. Padişahın oğlu, atına atlayıp eve gelmiş. Ne gördü, ne yaşadıysa baştan sona babasına anlatmış. Oğlağa dünür gitmesini istemiş. Babası kabul etmeyip: — Olmaz oğlum! Ben bir padişahım. Bizim şanımız, şerefimiz var, demiş. Oğlan: — Eğer o oğlağı almazsanız kendimi öldürürüm, demiş. Padişah, ne dediyse oğlunu vazgeçirememiş. Sonunda çaresiz kalıp: — Gidin, o oğlağı isteyin, diye emir vermiş. Bunun üstüne gidip oğlağa dünür olmuşlar. Annesi de vermiş. Derken düğün hazırlıkları başlamış. Padişah, bu durumu bir türlü kabul edememiş. Başını alıp başka memleketlere gitmiş. Bunlar da kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Sabah olmuş, gelin almaya gitmişler. Oğlağı ata bindirmişler. Oğlak, attan ata, attan ata atlayarak gidip ocağa girmiş, her tarafını küle belemiş*. Tekrar ata bindirmişler, yine aynısını yapmış. Yine ata bindirmişler, yine yapmış. En sonunda oğlağı ata bağlayıp götürmüşler. Akşam olmuş, bunlar gerdeğe girmişler, ama millet buna çok gülmüş. Padişahın oğlu, oğlağa: — Şu postunu çıkar, demiş. Oğlak çıkarmak istememiş. Oğlan, postu çıkarmak için uğraşmış. Oğlak: — Postumu çıkarır çıkarmaz yak, demiş. Padişahın oğlu: — Senin sırrını biliyorum, seni yıkanırken gördüm, demiş. Padişahın oğlu, cebindeki yüzüğü çıkarıp kızın parmağına takmış. Oğlak, padişahın oğlunun sırrını öğrendiğini anlamış, postunu çıkarmış. Padişahın oğlu, postu yakmış. Sabah olunca oğlağın eltileri bir merakla gelmişler: — Hele şu oğlağa bir bakalım, diyerek içeri girmişler. Bakmışlar ki ayın on dördü gibi dünya güzeli bir kız, yatakta yatıyor. — Aman! Bu nasıl iş böyle, demiş, şaşırıp kalmışlar. Hemen padişaha müjdeyi vermişler. — Gelinin bir oğlak değilmiş, meğer dünya güzeli bir kızmış, demişler. Padişah, bu müjdeli habere pek sevinmiş. Memleketine geri dönmüş. Hemen bir küp altın vermiş. Kızın ana babasına da mükâfatlar vermiş. Oğlanla kız da muratlarına ermişler...   * ağrısı tutma: Doğum sancısının başlaması. * belemek: Bulamak, bulaştırmak.
Sırlı Post
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞAHİNERTANESİ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış. Bir adamın sekiz çocuğu varmış. Oğlan yedi, kız bir taneymiş. Zaman geçmiş, gün geçmiş, adamın karısı ölmüş. Adam, yedi oğlan bir de kızla kalmış. Bakmış böyle olmayacak, evlenmiş. Kadın, eve gelince adama demiş ki: — Ben kızına bakarım, ama yedi oğlana bakamam. Onları ne edersen et, demiş. Kocası da: — Sen bakmazsan ben nasıl bakarım? Hem de yedi tane! Madem öyle, bari bir çanak, yedi kaşık, bir de üstlerini, başlarını koy da götüreyim, mağaraya bırakayım, demiş. Sonra da yedisini birden götürmüş, mağaraya bırakmış. Akşam olmuş. Komşuda düğün varmış. Analık, giyinmiş, kuşanmış, kıza da: — Ben düğün evine gidiyorum. Aha bu testiyi al! Ben düğünden gelene kadar ağlaya ağlaya dolduracaksın. Dolmazsa seni döverim. İyice anladın mı? Gözyaşıyla bu testi dolacak, demiş. Kız ağlamış, ağlamış, testi dolmamış. Kız, ne kadar ağladıysa da testi dolmamış. Dolmayınca çok üzülmüş. O sırada ak sakallı bir adam peyda olmuş. Ak sakallı adam: — Kızım, burada böyle ağlayıp duruyorsun. Hayırdır, ne derdin var? Hele bir söyle bakalım. İnşallah bir çaresini buluruz, demiş. Kız da: — Analığım böyle böyle dediydi. “Bu testiyi ağlaya ağlaya dolduracaksın.” dedi, demiş. Adam: — Kızım, o testi öyle dolmaz. Gel, içine bir avuç tuz at, üstüne de su koy, doldur. Analığın gelince de; “Aha, testiyi doldurdum.” de, demiş. Kız, ak sakallıya demiş ki: — Benim yedi kardeşim var. Mağarada duruyorlar. Ben oraya gitmek istiyorum. N’olur, bana bir yol göster! O da demiş ki: — Bocu’ya söyle! O, seni götürür. Kız, Bocu’ya seslenmiş: — Bocu! Bocu! Bocu da: — Ne diyorsun bacı, demiş Kız: — Ben kardeşlerimin yanına gitmek istiyorum, demiş. Bocu da demiş ki: — Bir torba dik, içini külle doldur, sırtıma at! Ben giderim, kül dökülür; ben giderim, kül dökülür. Sen de beni takip edersin. Seni mağaraya götürüp bırakırım, demiş. Bocu’nun dediğini yapmışlar. Kız, mağaranın önüne varınca içeri girmiş. Girer girmez de aklına yedi kaşık, bir çanak gelmiş. Hemen ortalığı aramış. Bakmış ki orada duruyor; sayıyor ki gerçekten de yedi kaşık, bir çanak. — Kardeşlerim burada. Kardeşlerime bir yemek yapayım da gelince yesinler, demiş, içeri girmiş. Pilav pişirmiş, sofrayı kurmuş. Yedi kaşığı da pilavın yanına dizmiş, kendi de saklanmış. Meğer her gün bir kardeşi gelir, yemek yaparmış. Az sonra koşa koşa biri yemek yapmaya gelmiş ki sofra kurulu, her şey sofranın üstünde hazır! Şaşırmış, kalmış. Sağa sola bakmış, kimse yok. “Elbet bunda da bir hayır vardır,” diye düşünürken öbür kardeşleri gelmiş. Hep beraber sofraya oturmuşlar. — Acep bu yemeği kim yaptı, diye çok merak etmişler. Önce kediye verip bakalım! Kedi yer de bir şey olmazsa o zaman biz de yeriz, demişler. Kediye yemeği verip başında beklemişler. Bakmışlar ki kediye hiçbir şey olmamış, ölmemiş de... — Amaaaan! Yoksa Şahinertanesi mi geldi de yaptı, diye sormuşlar. O tarafa bakmışlar, bu tarafa bakmışlar. Bakınca görmüşler ki Şahinertanesi geliyor. Birbirlerine sarılıp ağlaşmışlar. — Bacı! Allah’tan geldin de bize kavuştun. Biz de sana çeşit çeşit kuş avlayıp getirelim. Sen pişir, bize yedir! Fakat ateşi sakın söndürme. Unutma! Devamlı yanılı koy! Burası dağ başı, n’olur n’olmaz, demişler. Kız, her gün gidip, gelip ateşe bakıyormuş. Kardeşlerinin dediği gibi ateşi hiç söndürmüyor, hem de onlara yemek pişiriyormuş. Böyle böyle günler geçmiş… Kız, bir gün ateşe bakmayı unutmuş. — Aman! Görüyor musun? Ateş sönmüş. Kardeşlerim gelir de bana hırslanır, demiş. Kendini doğruca dışarı atmış. “Acaba nereden ateş bulsam? Bu dağın başında ateşi nereden bulayım,” diye düşünüp durmuş. O yana, bu yana bakarken bakmış ki ta uzakta bir yerde tütün tütüyor. — Kardeşlerim gelmeden varayım, oradan ateş alıp da geleyim, demiş. Öyle de uzakmış ki ağabeylerinin korkusundan oraya varıp ateş almak için yolu iyice uzatmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe dümdüz gitmiş. Gide gide tütün tüten yere varmış. Bakmış ki devin karısı kazanın başına oturmuş, hedik* kaynatıyor, kocası da yatmış, uyuyormuş. Dev karısı, kızı böyle telaşlı görünce: — Aman yavrum, sen buraları nerden buldun? Nasıl geldin? Dev kalkar da seni görürse vallahi yer. Söyle bakayım, sen buraya niye geldin, demiş. Kız: — Ne sen sor ne de ben söyleyeyim. Ateşi söndürdüm. Kardeşlerim gelmeden ateş bulayım diye dışarı çıktım. Burada tüten tütünü gördüm, geldim. Kurban olayım, bana bir ateş ver, demiş. Dev karısı, kızın eteğine kaynattığı hedikten koymuş, ateşi de eline verip: — Dev uyanmadan çabuk buradan kaybol, git, diye kızı yola salmış. Kız, öyle acele etmiş ki koşa koşa gelirken ayağı taşa takılmış, düşmüş. Can havliyle kalkmış, ayağı kanaya kanaya, hedikler döküle döküle gelmiş, mağaraya girmiş. Kız gittikten sonra dev uyanmış. Gerine gerine karısının yanına gelmiş. — Bura insanoğlu kokuyor. Biri mi geldi de bana söylemedin, diye sormuş. Devin karısı da: — Aman, buradan kuş uçmaz, kervan geçmez. Burada insanoğlu ne arasın, demiş. Dev inanmamış. — Yok! Yok! İnsanoğlu kokuyor, demiş. Dev, o yana, bu yana bakarken kanı görmüş. Kanı yalamaya, hediği toplamaya başlamış. Kanı yalaya yalaya, hediği toplaya toplaya mağaranın kapısına gelmiş, seslenmiş: — Ey insanoğlu, kapıyı aç! Kız, içerden: — Açmam, diye seslenmiş. Dev; “Aç, insanoğlu!” diye ısrar ettikçe kız da: — Açmam, diye sesleniyormuş. Dev, sonunda: — Kapıyı açmaya açmıyorsun, bari badi parmağını* kapının deliğinden uzat da emeyim, demiş. Kız, bakmış ki devden kurtuluş yok, parmağını delikten uzatmış. Dev, kızın parmağını emmeye başlamış. Öyle emiyormuş ki kız dayanamamış, oraya düşüp bayılmış. Akşam olmuş, kardeşleri gelmiş. Bakmışlar ki bacıları yok, ama bacadan tütün tütüyor! O tarafı, bu tarafı aramışlar, bacıları yok! Kardeşlerinden biri pencereden içeri girmiş, kapıyı açmış. Bakmış ki bacısı yerde, boylu boyunca baygın bir vaziyette yatıyor. — Bacı, sana n’oldu böyle, diye sormuş. Kız da: — Böyle böyle oldu. Deve kapıyı açmadım. “Bari parmağını emeyim.” dedi. Parmağımı emerken bayılmışım, demiş. Kardeşleri kıza artık daha iyi sahip çıkmışlar, kız iyi olmuş. Böyle böyle yaşarken biz haber verelim analıktan… Şahinertanesi gittikten sonra analığın bir kızı olmuş. O kızıyla gününü gün edermiş, her gün dev aynasının karşısına geçer, kendi kendine konuşurmuş. Bir gün aynanın karşısına geçip: — Oh! Şimdi söyle bakalım ayna! Oğlanları yolcu ettim, kız da kayboldu. Ay mı güzel, gün mü güzel?! Sen mi güzel, ben mi güzel, diye sormuş. Dev aynası: — Vay senin başına! Ne ay güzel ne gün güzel! Ne sen güzel ne ben güzel! İlla Şahinertanesi! İlla da Şahinertanesi, demiş. Analık: — Vay senin başına olsun! Ne Şahinertanesi?! Şahinertanesi çoktan kayboldu, demiş. Dev aynası da: — Kardeşlerinin yanına gitti. Onlar avlıyor, getiriyorlar. O da pişiriyor; yiyorlar, içiyorlar. Keyfi beyde yok, demiş. Analık, bu sefer de: — Bak, görüyor musun? Meğer bizim kız, kardeşlerini bulmuş ya! Demek filanca mağarada! Ondan kolay ne var? Üç elma okutur, götürürüm. Yediririm, ölür. Kardeşleri de öldü sanır, demiş. Kızını da almış, yola çıkmışlar. Gide gide mağaraya varmışlar. Kız, kapıyı açmamış. Analık: — Şahinertanesi! Yavrum, sen buralarda ne arıyorsun? Seni göresimiz geldi. Gel, buradan çık! Çok özledik, demiş. Şahinertanesi: — Yok, gelemem. Kardeşlerim beni döver. Ben buradan nasıl çıkıp geleyim? Onlar getiriyor, ben de pişirip önlerine koyuyorum. Hep beraber oturup yiyoruz, demiş. Analık yine: — Yavrum, benim seni çok göresim geldi, seni çok özledik. Kapıyı açmıyorsun, bari şu elmaları al da ye, demiş. Elmaları kıza vermiş, kızıyla geri dönmüşler. Kız, kendi kendine düşünmeye başlamış; “Yedi kardeş, üç elma! Hepsine versem, yetmez. Pay etsem, yine yetmez. Bu elmaları görürlerse ‘Bunları nerden aldın?’ derler. Ben ne cevap vereyim? En iyisi üçünü de yiyeyim, ortadan kalksınlar,” diye düşünmüş. Öyle de etmiş. Elmaları yer yemez oraya düşüp bayılmış. Kardeşleri gelmiş ki kız yerde yatıyor! — Vuuu! Şahinertanesi ölmüş, demişler. Yine pencereden içeri girip kapıyı açmışlar. Şahinertanesi’ne bakmışlar ki ay gibi, gün gibi ışıldıyor. Oradan biri demiş ki: — Dört kardeş bir olalım, deve alalım. Üçümüz de bir tabut alalım, ama bacımızı gömmeyelim! Öbür kardeşler de: — Peki! Tamam, öyle edelim, demişler. Dört kardeş bir olmuş, tabut almış, üçü de bir olmuş, deve almış. Deveyi bir güzelce süslemişler, bacılarını tabuta yatırıp Bağoğlu’nun çayırı varmış; oraya götürüp bırakmışlar. Bağoğlu, bir gün sarayının kapısına çıkmış, süslü deveyi görmüş. Vezirlerine: — Gidin, bakın! O, neyse alıp buraya getirin! Can ise bana, mal ise size olsun, diye emretmiş. Vezirler, giderek bunu alıp gelmişler. Bakmışlar ki tabutun içinde bir kız, ne ölü ne diri, amma ay gibi parlıyor!.. Bağoğlu, bu vaziyetten bir şey anlamamış. Vezirlerine danışmış, ama onlar da işin içinden çıkamamışlar. — Bu kız niye böyle olmuş? En iyisi biz bunu bir bilene danışalım, diye karar almışlar. Her bir vezir, dolaşmış, bilen birini bulmuşlar. Adam, Bağoğlu’na: — Ayaklarından tut, üç defa üstten aşağıya yüzükoyun silkele, o dirilir, demiş. Bağoğlu, yukarı çıkmış. Kızı üstten aşağı üç kere silkelemiş. Kızın ağzından patır patır elmalar dökülmüş. Kız, gözünü açmış. Bağoğlu, kıza: — İns misin, cin misin, diye sormuş. Kız: — Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum, demiş. Bağoğlu: — Kapıma kadar gelmişsin. Demek ki sen benim kısmetimsin. Allah’ın emriyle seni alacağım, demiş. Kırk gün, kırk gece toy düğün etmiş, kızı kendine almış. Günler böyle geçip gidiyormuş. Kız, hamile kalmış. Vakti gelince de nur topu gibi bir oğlan doğurmuş, lohusa yatağında yatıyormuş. Analığı yine dev aynasına bakmış. — Ayna! Ayna! Ay mı güzel, gün mü güzel?! Sen mi güzel, ben mi, diye sormuş. Dev aynası: — Ne ay güzel ne gün güzel! Ne sen güzel ne ben güzel! İlla Şahinertanesi! İlla da Şahinertanesi, demiş. Analık: — Vay başına senin! Şahinertanesi şimdi toprak oldu. Kemikleri bile çürüdü, demiş. Dev aynası: — Sen öyle zannet! Bağoğlu’yla evlendi. Bir de altıntopu gibi oğlan doğurdu, lohusa yatağında yatıyor, demiş. Analık: — Vah, aman! Elma okutup yedirdik ki kız ölsün diye! Kız, Bağoğlu’na varmış. Şimdi buna ne yapacağız, diye derin derin düşünmüş. Aklına bir şey gelmiş: — Bir sihirli çubuk alıp gidelim. “Kalk, bir ağaca kuş!” dersek o da kalkar gider, bir ağaca konar, demiş. Analık, sihirli çubuğu almış, kızını da giydirip, kuşatıp yola düşmüşler. Kızın yanına varmışlar. Kıza elindeki çubukla dokunmuş. — Kalk, bir ağaca kuş, demiş. Kız, hemen uçup gitmiş. Kendi kızını da Şahinertanesi’nin yatağına sokmuş, yatırmış. Altına da bazlama sermiş. Bir de: — Bağoğlu gelir de “Çocuğa niye bakmıyorsun?” derse; “Çocukla ne işim var? Benim kemiklerim kırılıyor.” de, demiş. Bağoğlu, bilmiyor ya! Kızın yanına gelip: — Niye çocuğa bakmıyorsun, diye sormuş. Kız da annesinin dediği gibi bir o yana, bir bu yana kırmaşmış*. Kırmaşırken de bazlamadan çıtır çıtır sesler gelmiş. — Bak! Benim kemiklerim kırılıyor. Ben çocuğa mocuğa bakamam, demiş. Bağoğlu, inanmış. Karısı gerçekten hasta sanmış. Bırakmış, bahçeye dolaşmaya çıkmış. Bahçıvana demiş ki: — Bahçıvan! Bu dallar niye kuruyor? Meyve ağaçları da, çiçekler de soluyor? Bahçıvan da: — Bilmem ki beyim. Ama her sabah bir kuş gelip; Kara Halık n’eydiyor? Yatıp aşağı ediyor Bağoğlu n’eydiyor? Gezip aşağı ediyor Ağca bebek n’eydiyor? Ağlayıp kışlıyor Bu bir çift lafımı Bağoğlu’na söylemezsen Konduğum dallar kuruya, diyor. Sonra da “Cıllık!” diye uçup gidiyor, demiş. Bağoğlu, bahçıvana: — Bugün sen git, ben kalayım, demiş. Bahçıvan gitmiş, Bağoğlu da yatmış. Bağoğlu yatmak da olsun, sabahın seherinde kuş gelmiş. Kara Halık n’eydiyor? Yatıp aşağı ediyor Bağoğlu n’eydiyor? Gezip aşağı ediyor Ağca bebek n’eydiyor? Ağlayıp kışlıyor Bu bir çift lafımı söylemezsen Konduğum dallar kuruya, demiş. Uçup giderken Bağoğlu, kuşun arkasından seslenmiş. — Hele bir in ağca kuş, der demez kuş sıyrılıp aşağı inmiş. Bağoğlu, bakmış ki kendi karısı! Karısını alıp eve götürmüş. — Söyle bakalım! Bu lohusa yatağında yatan kim, diye sormuş. Karısı: — Analığım geldiydi. Bana sihirli çubukla vurdu, ben de kuş oldum, uçup gittim. Her gün seher vakti geldim, demiş. Bağoğlu, analığın kızını yataktan kaldırmış. — Çabuk söyle! Keskin kılıca mı razısın, yeğin ata mı, demiş. Kız da: — Keskin kılıç gerdanına uğrasın!.. Yeğin ata biner de elime, obama giderim, demiş. Bağoğlu, üç gün bir atı, üç gün de öbür atı aç bırakmış. İki gün de susuz koymuş. Kızın bir bacağını bir ata, bir bacağını öbür ata bağlamış, yollamış. Atlar, kızı dağdan dağa, taştan taşa vurmuş. Analığın kızı, parça parça olmuş. Kendi de karısıyla yiyip, içip muratlarına geçmişler...   * hedik: Kaynatılmış buğday, bulgur, mısır vb. şeyler. * badi parmak: İşaret parmağı. * kırmaşmak: Kımıldamak, kıpırdamak.
Şahinertanesi
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TASA KUŞU Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişahın üç tane de oğlu varmış. Padişah, çok hastaymış. Memlekette ne kadar hekim varsa hepsine göstermişler, ama bir çare bulamamışlar. Hekimler: — Artık yapacak bir şey yok. Ömrü yettiği kadar böyle yatacak, demişler. Oğulları, umutlarını kestikleri bir zamanda bir hekim bulmuşlar. Bu hekim, padişahı muayene etmiş. — Bu hastalığın ilimle hiçbir ilişkisi kalmamış. Tasa Kuşu diye bir kuş var, yalnızca onun ötmesiyle iyileşir, yoksa padişah böyle yata yata ölür, demiş. Bunun üstüne padişahın oğulları, bir arada oturup çare düşünmeye başlamışlar. Küçük oğlan, çok akıllı olduğu için ağabeyleri hiç sevmezmiş. Büyük oğlan; “Bu kuşu ben bulup getirirsem babamın en gözde oğlu olurum,” diye düşünmüş. Öbür oğlan da ağabeyiyle aynı fikirdeymiş, ama küçük oğlan sadece babasının bir an önce iyi olmasını istiyormuş. Bu üç kardeş bir araya gelip: — Bu Tasa Kuşu’nu bulmamız lazım, deyip yola düşmüşler. Gide gide bir yol ayrımına gelmişler. Orada durup bir karar vermek istemişler. Küçük oğlanın okuma yazması yokmuş. Yolun birinin başında; “Bu yola giden bir daha dönmez.” yazan bir levha asılıymış. Öbür yoldaki levhada ise “Bu yol çıkar.” yazıyormuş. Büyük oğlanla ortanca oğlan hemen: — Biz bu yola gidelim. Onu çıkmaz yola gönderelim, demişler. Öyle de olmuş. Küçük oğlan, gidip de dönülmeyen yola girmiş, ağabeyleri de öbür yola girmişler. Büyükler oğlanlar, epey bir yol gitmiş, fakat Tasa Kuşu’na bir türlü rastlayamamışlar. Küçük oğlan, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Biraz daha yürüdükten sonra önüne bir cüce çıkmış. Cüce, oğlanı görünce şaşırıp: — Buralarda ne arıyorsun? Bunun ötesi ölümle doludur, demiş. Oğlan da: — Ben buraları ne bileyim? Tasa Kuşu’nu arıyorum, demiş. Cüce: — Hah, iyi ki karşılaştık. Şuradan benim evime gidelim, sana yerini tarif edeyim, demiş. Cücenin evine gitmişler, başlamış anlatmaya: — Bu kuş, öğlenleri gelir. O sırada yem yiyen kuşlar, bu gelince ürperir, kaçarlar. Tasa Kuşu’nun sesi çok güzeldir. Ötmeye başlayınca insanlar sesine hayran olur, bayılırlar. Sen yarın öğlende gel. Ben sana bir kafes ile biraz da yem getireyim. Kafesin içine biraz yem serpeceğim, biraz da eline vereceğim. Sen gidip kafesin ağzını açacaksın, elindeki yemi de yere serpeceksin. O, gelince öter; sakın bayılmayasın, demiş. Oğlan, ertesi gün kalkmış, öğlene doğru cücenin dediği yere gitmiş. Ağacın dibine elindeki yemden serpmiş. Kafesi açmış, ağacın öbür tarafına yaslanmış, beklemeye başlamış. Tasa Kuşu, birden öterek gelmiş. Oğlan, bayılacak gibi olmuş, fakat hemen kendine gelmiş. Bakmış ki kuş kafese girmiş, hemen kafesin kapağını kapatmış. Doğru cücenin yanına gelmiş, sonra da oradan ayrılmış. Gide gide yol ayrımı olan yere gelmiş ki ağabeyleri orada oturuyorlar. Onları orada görünce çok sevinmiş. Hemen boyunlarına sarılmış. — Tasa Kuşu’nu buldum, getirdim, demiş. Ağabeyleri bu habere hiç sevinmemişler. Oğlana bir kötülük yapıp, kuşu kendileri götürüp babalarının gözüne girmek istemişler. Oğlana bir tuzak kurmuşlar, orada bir çukur açıp oğlanı içine gömmüşler. Kendileri de kuşu alıp memleketlerine gelmişler. Babalarına kuşu vermişler. Padişah, kuşu görünce çok sevinmiş, ama küçük oğlunu göremeyince merak etmiş. Onlar da: — Öldü, demişler. Padişahın derdinin devası kuş değil, kuşun ötmesiymiş. Kuş da geldiğinden beri hiç ötmemiş. Günler geçmiş, yok… Haftalar geçmiş, yok… Kuş ötmedikçe de padişahın hastalığı daha çok artıyormuş. İki kardeş: — Nasıl etsek de bu kuşu öttürebilsek, deyip düşünmeye başlamışlar. Sonunda padişahın aklına bir fikir gelmiş: — En iyisi bu kuşu cuma günü camiye götürün, kapısına asın! Belki gelen gidenden hoşlanır da öter, demiş. Cuma günü, kuşu götürüp caminin kapısına asmışlar. Ahali gelip geçmiş, kuş yine ötmemiş. En sonunda küçük oğlan, çukurdan kurtulup tanınmayacak bir kıyafetle camiye gelmiş. Kuş o anda ötmüş. Ta ki cemaat dağılıp oğlan camiden çıkana kadar... Herkes çıkıp gidince cami kilitlenmiş. Kuşu da eve götürmüşler. Padişah, hâlâ hasta, hâlâ hastaymış... Sonunda vezirin biri padişahın yanına gelip: — Efendim, bu kişiyi bulalım, demiş. Padişah: — Nasıl bulacaksınız, demiş. Vezir: — Bu adam kimse, o gelince kuş ötüyor, biz de kim olduğunu anlamıyoruz. En iyisi camiye gelenleri teker teker içeri alalım, demiş. Cuma günü olmuş. Cemaat, camiye gelmeye başlamış. Milleti teker teker içeri almışlar. Oğlan, kimseye görünmeden, gelip camiye girmiş, girer girmez kuş ötmeye başlamış. Vezir: — Aynı şey camiden çıkarken de yapılsın, demiş. Namaz bitmiş, cemaat sırayla camiden çıkmaya başlamış. Başında işkembe olan bir yiğit çıkmış. Başını açmışlar ki bu kuşu getiren oğlan… Oğlanı tutup padişahın yanına götürmüşler. Padişah iyileşmiş... Oğlan: — Artık bana müsaade, ben gideyim, demiş. Padişah: — Hele bir dur! Şu başındakini çıkar, bakayım, demiş. Oğlan çıkarmamış, ama zorla çıkartmışlar. Padişah, bir de ne görsün? Küçük oğlu değil mi? Hemen sarılıp öpmüş. Öbür oğullarını çağırtmış, olanı biteni sormuş. Onlar da suçlarını kabul etmişler. Padişah, küçük oğluna dönüp: — Oğlum, ben bunların cezasını verdim. Ölüm… Sen ne dersin, demiş. — Hayır baba, onlar da bu sarayda kalacak, şehzadeliklerini sürdürecekler, demiş o da. Babası, oğlunun bu isteğini kabul etmiş. Bundan sonra baba ve oğulları yıllarca sevinçli ve neşeli yaşamışlar...
Tasa Kuşu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ ALTIN MI ÜÇ ÖĞÜT MÜ? Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde Ahmet adında fakir bir adam varmış. Anası, karısı, bir de küçük oğluyla yaşayıp giderlermiş. Artık fakirlik canına tak etmiş. Bir gün anasına fakirlik yüzünden gurbete gidip çalışmak istediğini söylemiş. Anası: — Oğlum, gurbette ne yapacaksın? Gitme, demiş. Ahmet: — Yok, olmaz! İlla gideceğim, deyince anası: — Niye gideceksin? Hayvanımız var, iyi kötü geçinip gideriz, demiş. Anası istememiş, ama Ahmet vedalaşmış, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Sonunda büyük bir çiftliğe gelmiş. Çiftliğin sahibi Mehmet Ağa adında biriymiş. Ahmet, ağadan iş istemiş, adam bunu işe almış. Bir yıl çalışırsa bir altın, iki yıl çalışırsa iki altın alacakmış. Ama o zamanlarda bir altınla ancak bir öküz alınabiliyormuş. Ağa ile Ahmet, üç yıl için anlaşmışlar. Ahmet, her gün hayvanları otlatıyormuş, sonra da çiftliğin öbür işlerini yapıyormuş. Böyle böyle üç yıl tamam olmuş. Çiftliğin sahibi Mehmet Ağa, Ahmet’i yanına çağırmış. — Al Ahmet, bu senin üç yıllık emeğinin karşılığı. Ama istersen bu üç altının yerine sana üç öğütte bulunayım, demiş. Ahmet kendi kendine; “Ben öğüdü ne yapayım? Üç yıl çalıştım. Emeğimin karşılığını almak isterim,” demiş. Sonra da Mehmet Ağa’ya demiş ki: — Ağam, ben üç altınımı istiyorum. Köyüme, evime dönmem lazım. Ağa da: — Sen bilirsin oğul. İster üç altını al, ister üç öğüdü, demiş. Ahmet altınları almış, yola çıkmış. Biraz gittikten sonra düşünmeye başlamış.  — Bu Mehmet Ağa akıllı adama benziyor. Ben şu üç altını vereyim de üç öğüdü alayım, demiş. Çiftliğe dönmüş. Mehmet Ağa’nın yanına gitmiş, altının birini vermiş, öğüt istemiş. Mehmet Ağa, altını aldıktan sonra: — Ahmet, oğul!.. Sakın ha sakın dibi görünmeyen suya girme, demiş. Ahmet, ikinci altını da vermiş. Mehmet Ağa: — Allah ne yarattıysa güzel yaratmıştır. Ne görürsen gör; “Ne kadar güzel!” de, demiş. Ahmet, son altını da vermiş. Ağa bu sefer de: — Hiçbir olayı araştırıp doğrulamadan sakın karar verme, demiş. Böylece Ahmet’in üç yıllık emeğinin karşılığı altınlar gitmiş. Ahmet, tekrar iş bulmak istemiş, ama anası aklına düşmüş. Anasının hasreti ağır basmış. Köyüne doğru yola çıkmış. Yolda iki kişiye rastlamış. Onlarla arkadaş olmuş. Giderken yollarına göl gibi bir yer çıkmış. Oradan geçmeleri lazımmış. Ahmet suya ayağını atacağı sırada Mehmet Ağa’nın dedikleri aklına gelmiş. Arkadaşlarına söylemiş, ama onlar: — Biz geçeriz, demişler. Suya girip kaybolmuşlar. Ahmet de: — Neyse ki altını verdim de öğüdü aldım. Yoksa ölüp gidecektim, demiş. Biraz daha gittikten sonra bir köprü görmüş. Oradan karşıya geçmiş. Öyle yorulmuş ki dinlenmek için bir ağacın dibine oturmuş. Karşısında korkunç bir kurbağa görmüş. Tam; “Ne çirkin kurbağaymış.” diyeceği sırada Mehmet Ağa’nın sözü aklına gelmiş. İçinden; “Ne kadar kötü bir hayvan.” dese de “Allah’ım, ne kadar güzel bir hayvan!” demeye başlamış. Ahmet böyle dedikçe kurbağa şişmeye başlamış. Şişmiş, şişmiş, sonunda patlamış. İçinden güzeller güzeli bir peri kızı çıkmış. Bu, peri padişahının kızıymış. Buna büyü yapıp kurbağaya çevirmişler. O büyü de kurbağaya güzel şeyler söylenirse bozulurmuş. Ahmet’in güzel sözleri büyüyü bozmuş. Kurbağa, peri kızı olunca konuşmaya başlamış: — Ey insanoğlu, bana eski güzelliğimi geri verdin. Allah senden razı olsun, demiş. Peri kızı, Ahmet’i de alıp bir kuyuya inmiş. Kuyunun içinde iki tane kapı varmış. Peri kızı, kapının birini açmış ki içeri ceset dolu. Ahmet gördüklerine inanamamış. Bu sefer öbür odanın kapısını açmış. Burası da ağzına kadar altın doluymuş. Peri kızı, Ahmet’e: — Beni eski hâlime kavuşturduğun için bu altınlardan istediğin kadar alabilirsin. Eğer bana; “Ne kadar çirkin hayvan.” deseydin senin sonun da bunlar gibi olacaktı. Sen artık benim kardeşim oldun. Ne zaman başın dara düşerse beni çağır, gelirim, demiş. Ahmet: — Allah’ım, sana çok şükür! Benim üç altınım gitti, ama şimdi bir oda dolusu altınım oldu, demiş. O böyle düşünürken peri kızı: — Şimdi nereye gideceksin, demiş. Ahmet de: — Benim bir ailem var, evime gideceğim, demiş. Peri kızı: — Sen heybelerini altınla doldur. Ben seni evine götüreceğim, demiş. Sabaha karşı Ahmet kendini evinde, kendi yatağında bulmuş. Sabah namazı için kalkmış. Bakmış ki karısının yanında bir delikanlı yatıyor. İçinden; “Ben gurbetteyken acaba beni mi aldattı?” diye geçirmiş. Canı çok sıkılmış. Silahını almış, tam öldüreceği sırada yine Mehmet Ağa’nın öğüdü aklına gelmiş; “Bir şeyin aslını, astarını öğrenmeden karar verme!” dediğini hatırlamış. Vazgeçmiş, doğru imam efendinin yanına gitmiş. İmamı yakalayıp: — İmam Efendi! İmam Efendi! Ben karımı başka bir erkekle yatarken gördüm. Bana bir akıl ver, demiş. İmam da: — Ey Ahmet Efendi! Sen gurbetteyken oğlun büyüdü. O gördüğün senin oğlun, demiş. Ahmet de: — Allah’ım, sana şükürler olsun! Az kalsın karımı, çocuğumu öldürecektim. Beni bir cinayetten kurtardın, demiş. Peri kızından aldığı bütün altınları köylüye dağıtmış. Hep beraber rahat içinde yaşamışlar...
Üç Altın mı Üç Öğüt mü?
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜVEY KIZ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış. Bir zamanlar, bir ananın bir oğlu, bir de kızı varmış. Gel zaman, git zaman bunların anaları ölüyor. Babaları bir analık getiriyor. İki kız da bu analıktan oluyor. Önceki kızı da çok güzelmiş. Bir gün analık, çocukların babasına diyor ki: — Bu oğlanla kızı azdıracaksın*. Adam da diyor ki: — Avrat, ben nasıl azdırayım? Adam sonra kendi kendine; “Bu çocukları azdırsam ciğer, azdırmasam karı üstüme geliyor. Ne edeyim, azdırayım bari,” diye düşünüyor. Çocuklarını yanına alıyor. Az gidiyor, uz gidiyor, altı ay bir güz gidiyor. Bir kavağın dibine varıyorlar. Çocuklara diyor ki: — Yavrularım, siz burada oturun! Ben şu ileride kavak keseceğim. Adam, bir kabak bulup kavağa asıyor. Kabak, ağaca değdikçe “Tap! Tap!” diye ses çıkarıyor. Kızla oğlan, orada gece yarısına kadar duruyorlar. “Tap! Tap!” diye sesler duydukça oğlan diyor ki: — Bacı, babam gelmedi. Bunda bir iş var. Gel, babamın yanına gidelim. Babasının yanına varıyorlar ki kavakta bir kabak bağlı. Kabak, ağaca vurdukça “Tap! Tap! Tap!” diye patırdıyor. Kız, orada ağlıyor: Tap tap tapacık Bizi azdıran babacık Babacıkta suç yok İlle de abacık* Bu kız, orada kavağın başına çıkıyor. Bir bey oğlu varmış. Bu bey oğlu, atını sulamaya getiriyor. Kızın şavkı kürüne* düşüyor. Oğlan, kafasını kaldırıp yukarı bakıyor ki yukarıda bir kız var. Eve gelip: — Nene! Filanca pınarın başında bir kavak var. Kavağın başında da bir kız var. O kızı bana isteyeceksin, diyor. Nenesi: — Yavrum, benim gözüm görmüyor. Hem de gidemem. Kız gelmez. Sen beni boşa yorma, diyor. Ama bey oğlu: — Yok! İlle de gideceksin, diye ısrar ediyor. Neyse, kadın oraya gidiyor. Giderken de ipekleri, hasaları* söküyor, getirip oradaki çamura basıyor, çalıya asıyor. Kız, yukardan bağırıyor: — Nene! Nene! Nene: — Ne canım? Kız: — Çamura basıyorsun, çalıya asıyorsun. Ne ediyorsun? Hiç olmuyor, diyor. Kız öyle deyince nene de diyor ki: — Yavrum, kurban olayım, gözlerim görmüyor. Aşağı in de şu asbapları* yu, elime ver! Kız, ağaçtan iniyor. Neneyi yunduruyor, çimdiriyor, çamaşırını yıkıyor. Sonra da kendi yıkanıyor. Kız diyor ki: — Nene, geldin geldin, şu saçımı, beliğimi* ör de ondan sonra gideyim. Nene, kızın saçlarını örüyor, örüyor, çatıyor*. Hani beyin oğlu gelecek ya!.. Bir de bakıyor ki oğlan geliyor. Kız diyor ki: — Nene, koyur* beni, insanoğlu geliyor! Nene, koyur beni, insanoğlu geliyor!.. Nene: — Kızım, aha iki tane kaldı. Kızım, aha bir tane kaldı, diyerek kızı oyalıyor. Oğlan gelip: — İns misin, cin misin, diye kıza soruyor. Kız da: — İnsim de, cinim de, seni beni yaratan Allah’ın kuluyum, diyor. Oğlan: — Niye kavağın başındasın, diye soruyor. Kız: — Bunu sorma! Bir analık geldi, babam da bizi azdırdı. Ben kavağa çıktım, kardeşim de geyik oldu; ondan sonra da bıraktı, gitti, diyor. Oğlan da: — Tamam, Allah’ın emriyle, peygamberin kavliyle ben seni alacağım, diyor. Kız: — Kardeşim var, diyor. Oğlan: — Kardeşin nerede, diye soruyor. Kız da anlatıyor: — Babam bizi getirirken analık, babama tuzlu kömbe* vermiş. Acıkınca ondan yedik. Kardeşim çok susadı. Gide gide bir göle vardık. “Kardeş, buradan su içme, geyik olursun.” dedim. Benim arkam dönükken gölden su içmiş. Geyik oldu, göle daldı. Şimdi ben buradayım, o gölde duruyor. Oğlan, bunun üstüne: — Tamam, ben seni alacağım. Kardeşine de seni her vakit göstereceğim, diyor. Kız, gelin oluyor. Alıp götürüyorlar. Bir gün bunların babası, analığa diyor ki: — Bir gün böyle, iki gün böyle… Avrat, bunlardan hiç haber yok. Ben çocukları azdırdığım kavağın yanına varayım da bir bakayım. Bu uşaklar nerede? Karısı: — Herif, şimdiye uşak kalır mı? Öldüyse öldü, kaldıysa kaldı. Derken adam, yayını, kılıcını alıp dağlara çıkıyor. Geliyor, bakıyor ki hiç kimse yok… Orada birisine soruyor. O da diyor ki: — Filanca kavağın başında bir kız vardı. Beyin oğlu aldı, götürdü. O kız, senin kızın olmasın? Adamın tarifine geliyor, bakıyor ki o kız, kendi kızı… Bir rahatlık, bir güzellik, bir iyilik içinde ki sormayın gitsin. Babası orada yiyor, içiyor, eve geliyor. Hanımına diyor ki: — Hanım, kızı buldum, evine vardım. Hele bir görsen, yerini bulmuş. Kızım, bir rahat, bir güzel… Karısı: — Öyle ise ben de giderim onun yanına. Bir bakayım, bir de ben yoklayım, diyor. Maksat; kızı değiştirecek! Oraya varıyorlar, yiyorlar, içiyorlar. Ondan sonra kız olacağına* diyor ki: — Haydi kızım, bize gidelim. Benim kız burada kalsın, kimseye söz etme! O burada kalsın, ben seni götüreceğim. Kız da: — Beyimden izin almayınca gitmem, diyor. Kız, böyle demişse de analık, kızın aklını çeliyor. Kendi kızı, bu kızın elbisesini giyiyor. Onunkini de bu kız giyiyor. Akşam oluyor, kocası geliyor. Bakıyor ki hanımı yok!.. — Bu benim hanım değil, diyor. Analığın kızı: — Herif, sen gittin; ben yandım, üzüldüm, böyle oldum, diyor. Bey oğlu: — Yok!.. Sen benim hanım değilsin. Onun kolayı var, dur sen, diyor. Analığın kızı: — Bunun kolayı neymiş, diye soruyor. Gölün başına gidiyorlar. Bu kız, seslenmesini bilmiyor. Kardeşi geyik ya! Öylece duruyor. Bey oğlu diyor ki: — Haydi seslensene! Analığın kızı: — Nasıl sesleneyim? Bey oğlu: — Gel bakayım, diyor. Bu kızı alıp doğru babasının evine götürüyor. Öbür kızı analık hiç çıkartmıyor. Bey oğlu, kaynanasını çağırıp diyor ki: — Şu kızı çıkart, bakıyım! Analık da soruyor: — Ne kızı? Bey oğlu: — Benim karımı getirmişsin, kendi kızını bırakmışsın, diyor. Analık: — Yoook! Vallahi getirmedim, diyor. Bey oğlu da: — Gittim, geyikle konuştum. Bu benim karım değil, diyor. Oğlan, oradan doğruca içeri giriyor. Tandırın içindeki kızı kolundan tutup çıkarıyor. Analığı, bir de onun kızını doru atın* kuyruğuna bağlıyor. Onları bağladığı ata iki de kamçı vurup: — At soyka! Nerden aldıysan oraya götür, diyor. Hanımını alıp getiriyor. Yiyorlar, içiyorlar, muratlarına geçiyorlar…   * azdırmak: Evden uzaklaştırmak, kaybetmek. * aba: Anne. * kürün: Taştan veya betondan su teknesi. * hasa: Pamuktan yapılan her çeşit bez. * asbap: Esvap, giysi. * belik: İnce saç örgüsü. * çatma: Örülen saçları birbirine bağlama. * koyurmak: Bırakmak. * kömbe: Sacda yapılan mayalı bir çeşit ekmek. * kız olacağı: Üvey kızı. *doru at: Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi koyu renkli olan, yağız at.
Üvey Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YEDİ KARDEŞ Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanların birinde yedi kardeş ile bir de kedileri yaşarmış. Bunlar durmadan birbirleriyle kavga eder dururlarmış. Babaları, çocuklarının bu durumundan bıkmış. Hepsini birden evden kovmuş. Aralarında konuşmuş, karar almışlar. Dördü bir, üçü de bir olmuş, yola düşmüşler. Dördü bir arada olanlar gide gide bir köye varmışlar. Köyün girişinde bir arpa tarlası görmüşler. Kardeşler: — Kimin olursa olsun. Gelin, bu arpayı biçelim! Biçtikten sonra elbet sahibiyle fiyatı hususunda anlaşırız, demişler. Arpayı biçmişler… Derken oradan bir atlı geçiyormuş. Bunlara: — Siz o arpayı biçtiniz; ama o arpa, devin arpasıdır, demiş. Kardeşler: — Olsun. Sen gidip deve; “Dört kişi arpanı biçti, gelsin fiyat konusunda anlaşalım diyorlar.” de, demiş. Atlı, devin yanına gidip: — Dört kişi senin arpanı biçti. “Gelsin, fiyat hususunda anlaşalım.” dediler, demiş. Dev, bunların yanına gelmiş, ama fiyat konusunda anlaşamamışlar. Kardeşler, paralarını alamamışlar. Bunun için de devden intikam almayı düşünmüşler. Bu arada bu dört kardeşten en küçüğünü öbür kardeşler hiç sevmiyormuş. Bunlar, devden nasıl intikam alacaklarını düşünürken akıllarına devin meşhur atı gelmiş. Atı çalmaya karar vermişler. Bu işi de küçük kardeşlerinin yapmasını istemişler. Küçük kardeş: — Aman yapmayın!.. Ben at mat çalamam, dev beni yakalarsa yer, demiş. Ama kardeşleri: — Bu atı çalmazsan seni öldürürüz, demişler. Bunun üstüne oğlan, eline, yüzüne kara sürmüş, simsiyah etmiş. Sonra da devin evinin etrafında dolaşmaya başlamış. Bir ara fırsatını bulmuş, atın bağlı olduğu ahıra girmiş. Bakmış ki at yedi zincire birden bağlı… Ata elini uzatır uzatmaz at, kişnemeye başlamış. Dev, atın kişneme sesini duyar duymaz doğruca ahıra gelmiş. Atın sağına, soluna bakmış, hiç kimseyi görememiş. Dev gidince oğlan, tekrar atın yanına gelmiş. At, oğlanı görür görmez yine kişnemiş. Dev, tekrar gelmiş, bakmış; ama kimseyi görememiş. Dev, yine çıkmış, gitmiş. Oğlan atın yanına varınca at yine kişnemiş. Derken dev üç sefer ahıra gelmiş. Her seferinde ahıra iyice bakmış, ama oğlan eline, yüzüne kara sürdüğü için onu bir türlü görememiş. Meğer oğlan, atın yanına her gidişinde atın zincirlerinden birini çözüyormuş, sonra da kaçıp kazdığı bir çukura saklanıyormuş. Böylece altı defa ahıra girmiş. Her defasında da atı bağırtmış. Tabii dev de her defasında ahıra girip hem ata hem de etrafa bakmış. Yine bir şey görememiş. At yedinci defa kişneyince dev, eline bir değnek almış, ahıra gelmiş. Atına birkaç defa değnekle vurmuş. Ona: — Ne edepsiz bir atsın!.. Yemin önünde, suyun önünde, daha ne istiyorsun, demiş. At, bu sözün üstüne kişnemeyi bırakmış. Dev, ahırdan çıkınca oğlan da ata binmiş, atı kaçırmış. Doğru kardeşlerinin yanına varmış. Bu sefer kardeşleri: — Bu, devin atını çalabildi. Gelin, bunu bu sefer de devin sazını çalması için gönderelim, demişler. Küçük kardeşlerinin yanına gitmişler. Ona: — Devin çok güzel bir sazı var. Gidip bu sazı kaçıracaksın, demişler. Oğlan: — Yapmayın, etmeyin!.. Zaten devin atını çaldım. Bir de sazını çaldırmayın. Beni yakalarsa öldürür, demiş. Kardeşleri inat etmişler. — Eğer bu sazı çalmazsan asıl biz seni öldürürüz, demişler. Oğlan, çaresiz kalmış. Sazı çalmak için devin evinin önüne gitmiş. Akşam karanlık olunca evin önünde dolaşmaya başlamış. Bakmış ki dev uyuyor. Hemen içeri girmiş, sazı kapmış, kaçmış. Getirmiş, kardeşlerine vermiş. Kardeşleri kendi aralarında: — Bu sefer de ölmedi. Gelin, onu yine yollayalım! Şimdi de devin altın yorganını çalsın, diye konuşmuşlar. Gidip küçük kardeşlerine: — Devin altından bir yorganı var. Git, onu getir de hep beraber içinde yatalım, demişler. Oğlan: — Aman, bana ne! Devin atını çaldım, sazını da çaldım, bir de yorganını çalarsam beni mutlaka yer, demiş. Oğlan, öyle dese de kardeşleri ısrar etmişler. — O yorganı çalmazsan asıl biz seni öldürürüz, demişler. Çaresiz kalan oğlan, yine evin etrafında dolaşmaya başlamış. Ağaç dalından bir baston yapmış, dama çıkmış. Dev uyuyunca elindeki bastonla devin üstündeki yorganı almaya çalışmış. Fakat bir türlü becerememiş, bacadan devin üstüne düşmüş. Dev, hemen uyanmış: — Ooo! Ben seni gündüz arıyordum, gece elime geçtin. Yerde arıyordum, gökten düştün, demiş. Oğlanı yakalamış, bağlamış. Karısına dönüp: — Hanım, bunu pişir de yarın akşam bir güzel yiyelim, demiş. Oğlan, bunu duyunca: — Beni yiyip de ne yapacaksın? Zaten zayıfım. Hele bana koyunlar, tavuklar, hindiler kes de yiyeyim! Yiyeyim ki kilo alayım, demiş. Dev, karısına: — Hanım, bu doğru söylüyor. Gel, ona ne kadar hayvanımız varsa keselim, yesin de kilo alsın, demiş. Ne kadar hayvanları varsa kesmişler, pişirmişler, oğlana yedirmişler. Bir zaman sonra dev, karısına: — Ben filanca yere gidip geleceğim. Bu bıçağı al! Ben dönünceye kadar onu kes! Gelince beraber yeriz, demiş. Dev, böyle dedikten sonra da evden çıkıp gitmiş. Devin karısı, oğlana: — Peki ya, ben seni nasıl keseceğim, diye sormuş. Oğlan da: — Beni çöz de sana beni nasıl keseceğini göstereyim, demiş. Devin karısı, oğlanı çözmüş, bıçağı da ona vermiş. Oğlan, kadını bağlamış, kesmiş. Altın yorganı da almış, oradan kaçmış. Dev, eve gelmiş ki karısı kesilmiş, yerde yatmıyor mu? Kendi kendine; “Bu sefer onu yakalarsam mutlaka yerim,” demiş. Öbür taraftan yorganı kaçıran oğlan, götürmüş, kardeşlerine vermiş. Kardeşleri; “Bu oğlan bizden hem daha kurnaz hem de daha açıkgöz… Onu hiçbirimiz sevmiyoruz. Onun için muhakkak ölmesi gerek! Ona öyle bir oyun oynayalım ki devin elinden bir daha kurtulmasın. Ondan, bu sefer de devi buraya getirmesini isteyelim. Eğer devi getirmeye giderse kesin ölür,” diye düşünmüşler. Bunun üzerine küçük kardeşlerini yanlarına çağırıp: — Bu sazı kaçırdın, ama onu bize kim çalacak? O sazı devden başkası çalamaz. Onun için gidip bize devi getireceksin, demişler. Oğlan da: — Ben devin atını, sazını, yorganını çaldım, karısını da öldürdüm. Dev, beni yakalarsa yer, demiş. Ama kardeşleri: — Devi bize getirmezsen biz seni öldürürüz, demişler. Oğlan, çaresiz, bu isteklerini de kabul etmiş. Önce üstüne uzun bir elbise giymiş. Sonra yüzüne, gözüne karalar sürmüş. Eline de birkaç parça bez almış, yola koyulmuş. Devin bulunduğu mağaranın önüne gelmiş. Mağaranın etrafında dolaşmaya başlamış. Dev, içeriden oğlanın ayak seslerini duyunca: — Evimin arkasında kim var, diye bağırmış. Oğlan da: — Benim! Benim! Senin eşyalarını çalan, karını öldüren adam öldü. Ona kefen dikmek için bez topluyorum. Senin yanında bez yok mu? Varsa ver de hayrına ona bir kefen dikeyim, demiş. Dev: — Bezim yok, ama çuvalım var, demiş. Oğlan, devden çuvalı almış. Deve: — İyi, ama ben onun ölçüsünü nasıl alacağımı bilmiyorum, demiş. Dev: — Boyu uzun muydu, demiş. Oğlan: — Boyu seninki kadardı. Bu çuvalın içine gir! Eğer çuvala sığarsan demek ki o da sığar, demiş. Dev de: — Tamam, demiş. Dev, çuvala girmiş. O çuvala girer girmez oğlan da çuvalın ağzını bağlamış. Devi sırtlamış, kardeşlerinin yanına getirmiş. Oğlan, çuvalın içindeki deve: — Benim kim olduğumu biliyor musun, diye sormuş. Dev de: — Şimdi biliyorum. Sen, ocağımı yıkan adamsın, demiş. Oğlan, çuvalı yere bırakmış. Kardeşleri çuvalın ağzını açmaya cesaret edememiş, kaçmaya başlamışlar. Bunun üstüne oğlan, çuvalın ağzını açmış, kaçmış. Az ileride bulunan iki kayanın arasına saklanmış. Dev, çuvaldan çıkmış, oğlanın kardeşlerini yemiş. Onları yedikten sonra orada bulunan kediyi de yemek için kovalamış. Kedi kaçmış, oğlanın saklandığı kayanın arkasına dolanmış. Bunu gören dev: — Ooo! Demek sen de buradasın. Peki, seni buradan nasıl çıkarabilirim, demiş. Oğlan: — Evet, ben de buradayım. Beni buradan çıkartmak istiyorsan geriye doğru git, hızla kayanın üstüne doğru gel, başınla kayaya vur! Böylece kaya yarılır, ben de çıkarım. Sen de bizi yersin, demiş. Dev: — Tamam, demiş. İki defa arka arkaya gitmiş. Sonra da hızlıca koşmuş, başını kayaya vurmuş. Kaya, oğlanın dediği gibi yarılmış. Oğlan: — Bir defa daha vurursan kaya tamamen yarılır. Sen de bizi yersin, demiş. Dev, tekrar hızla koşmuş, kafasını kayaya vurmuş. Bu sefer kafası yarılmış, ölmüş. Oğlan, saklandığı yerden çıkmış. Kedisini kucağına almış, eve gelmiş. Kedisiyle beraber mutlu mesut yaşayıp gitmişler...
Yedi Kardeş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YILAN KOCA Çok eski zamanlarda bir adam varmış. Bu adamın bir karısı, beş tane de kızı varmış. Adam, dağa gider, odun kesermiş. Kestiği odunları da çarşıda satar, ekmek parasını çıkarırmış. Böylece geçinir giderlermiş. Bir gün adam, eline baltasını almış, sırtına da ipini atmış, yine dağa odun kesmeye gitmiş. O, odun kestiği sırada yanına bir yılan gelmiş. — Selamünaleyküm, diye selam vermiş. Adam da: — Aleykümselâm, demiş. Adama: — Senin büyük kızına dünürüm, demiş, akıp gitmiş. Adam, bir hoş olmuş, elindeki baltayı bırakmış, olduğu yere oturmuş. Neye uğradığını şaşırmış. Daha odun da kesememiş. Ne kestiyse onları yüklenmiş, eve gelmiş, kızını yanına çağırmış. — Kızım, böyleyken böyle… Ben odun keserken yanıma bir yılan geldi; “Senin büyük kızına dünürüm.” dedi, çekti, gitti. Ben de şaşırdım, ne diyorsun, demiş. Kız, babasının dediklerinden bir şey anlamamış. — İlahi, baba!.. Herhâlde sen hayal görmüşsün. Hiç yılan konuşur mu, demiş. Adam: — Kızım, doğru söylüyorum; sen cevabının ne olduğunu söyle, demiş. Kız: — Hiç yılana varılır mı baba? Ben istemem, demiş. Ertesi gün olmuş. Adam yine odun kesmeye gitmiş. Bir ara yılan yanına gelmiş. Adama: — N’oldu? Kızını veriyor musun, diye sormuş. Adam, kızının kabul etmediğini söyleyince yılan: — O zaman ikinci kızına dünürüm, demiş. Adam çaresizce eve gelmiş, bu kızına sormuş. Bu kız da: — Baba, sen delirdin mi? Ben yılana mılana varmam, demiş. Adam, başına gelene bir mana veremeyip: — İnşallah bunda da bir hayır vardır, demiş. Sabah kalkmış, yine dağa gitmiş. Bir zaman sonra yılan yine gelmiş. Adama: — N’oldu, diye sormuş. Adam, bu kızın da kabul etmediğini söylemiş. Böyle böyle, yılan öteki kızlara da dünürcü olmuş, ama hiçbiri bu teklifi kabul etmemiş. Sıra en küçük kıza gelmiş. Yılan, bu sefer de küçük kıza dünür olmuş. Adamı sıkıntılar basmış. “Bu başıma gelen ne iş ki” diye düşüne düşüne eve gelmiş. Kızını çağırıp: — Bak kızım, ablaların kabul etmedi. Bu sefer de sana dünürcü oldu. Sen ne diyorsun, diye sormuş. — Babacığım, kaç zamandır üzülüp duruyorsun. Onlar kabul etmedi, ama sen beni nereye verirsen ben razı olurum. İstiyorsan yılana varırım, demiş kız. Adam, bir “Ohhh!”çekmiş, rahat bir uyku uyumuş, derken sabah olmuş. Kızının üstünü başını donatmış, süslemiş, yanına katıp dağa götürmüş. Az sonra yılan akarak gelmiş. Adam, kızını yılana vermiş. Yılan, kıza: — Ben nereye gidersem sen de arkamdan gel, demiş. Sonra da geldiği yere doğru gitmeye başlamış. Kız da arkasından gitmiş. Yılan bir deliğe girmiş, kız da aynı deliğe girmiş. Burası yılanın eviymiş. Yılan, evine gelince üstündekileri soyunmuş, çıkarmış ki on beş-on altı yaşlarında parlak, ay gibi bir delikanlı… Meğer bu yılan, aslında bir insanmış, ama aynı zamanda büyülüymüş. Kıza evin her yerini göstermiş. — Artık benim karım, bu evin de hanımısın. Canın ne istiyorsa yap! Ne yapmak istiyorsan, demiş. Biz haber verelim kızın babasından… Adam, kızı verdikten sonra da her gün dağa oduna gitmiş, ama ne kızını ne de yılanı görmüş. Aradan bir hafta geçmiş, adamın merakı daha çok artmış. Eve gelmiş; karısını, kızlarını yanına çağırmış. — Bu kız gideli bir hafta oldu. Ne ses var ne soluk! Ne yapar, ne eder? Ne yer, ne içer? Hele bir varayım da şu kızı bir ziyaret edeyim, demiş. Onlar da adama hak vermişler. Adam hazırlığını yapmış, kızın evine gelmiş. Kızın yanında üç gün kalmış. Kızına: — Yavrum, geldim, seni gördüm. Çok şükür rahatsın, iyisin. Artık eve gideyim, demiş. Üç günden sonra kız, babasının koltuğunun altına bir sofra vererek: — Babacığım, ne zaman acıkırsan; “Açıl sofram açıl! Saçıl sofram saçıl!” deyince sana öyle bir sofra kurulur ki dünyada eşi benzeri yoktur. Canın ne isterse bu sofrada olur, demiş. Adam, koltuğunun altında sofrayla evine gelmiş. Karısı, kızları bunu görünce merak etmiş, sormuşlar. Adam: — Bunu kızım verdi. Acıktığım zaman; “Açıl sofram açıl! Saçıl sofram saçıl!” dediğimde üstünde çeşit çeşit yemekler olacakmış. Canımızın istediği her şey bu sofrada olacakmış, demiş. Bir böyle, beş böyle derken günler, aylar geçip gitmiş. Adam, kısa zamanda çok zengin olmuş. Bir gün, bütün köyü yemeğe davet etmiş. Köyde ne kadar ahali varsa hepsi gelmiş. Adam, gözlerinin önünde: — Açıl sofram açıl! Saçıl sofram saçıl, demiş. Aman efendim, bir sofra açılmış ki değil köy, bir memleketin ahalisi bile doyar da artarmış bile… Köylüler, sofrayı görünce ağızları açık kalmış. Hem şaşırmış hem yemişler, bazıları da haset etmiş. Yemekler yendikten sonra adam sofrayı toplamış, bir köşeye koymuş. Gece biri gelmiş, o sofrayı çalmış, yerine de başka bir sofra koymuş. Aradan birkaç gün geçmiş, adam sofrayı kurmak istemiş. Ne sofra kurulmuş ne de yemekler konmuş. Adam, sofranın çalındığını anlamış, pek üzülmüş. Aradan biraz zaman geçmiş, adam yine kızını görmeye gitmiş. Üç gün kaldıktan sonra evine geleceği sırada kızı koltuğunun altına bir horoz vermiş. — Babacığım, ne zaman “Gık! Gık!” dersen bu horoz sana altın döker, demiş. Adam, horozu almış, evine gelmiş. Karısına, kızlarına horozun marifetini göstermiş. Hepsinin aklı çıkmış. Adama: — Aman, bari bu sefer iyi sahip çık da sofraya döndürme, demişler. Adam, ne zaman “Gık! Gık!” dese horoz, altın döküyormuş. Böylece daha da zengin olmuşlar. Günün birinde: — Bu horoz çok kirlenmiş. Onu hamama götürüp de bir yıkayayım, diye horozu alıp hamama götürmüş. Adam hamamda yıkanırken hamamcı, adama: — Bir horoz da benim var, dövüştürelim mi, demiş. Bunlar horoz dövüştürmüş, ama adam yıkanırken hamamcı horozu çalmış, yerine başka bir horoz koymuş. Adam, hamamdan çıkmış, horozunu almış, eve gelmiş. Ne derse desin, ne yaparsa yapsın horoz altın dökmüyormuş. Bu mesele, yılana malûm olmuş. Karısına: — Baban horozu çaldırdı. Bir daha gelirse aha şu kabağı ona ver, demiş. Neyse, adam tekrar kızının yanına gitmiş. Kızı, onu üç gün misafir etmiş. Üç günden sonra babası yola çıkarken: — Babacığım, aha şu kabağı al! Yolda giderken “Açıl kabağım açıl! Saçıl delikanlılar saçıl!” de, demiş. Adam, kabağı almış, giderken kızının dediklerini hatırlamış, bağırmaya başlamış: — Açıl kabağım açıl! Saçıl delikanlılar saçıl! Hemen kabak ortadan ikiye yarılmış. Ortalığa bir sürü delikanlı saçılmış, adamın üstüne çullanmışlar. Adam, hemen: — Örtül kabağım örtül, diye bağırmış. Adamın başına çullanan bütün delikanlılar kabağın içine girmiş, kabak kapanmış. Adam, eve gelmiş. Hamamcıyla, sofrayı çalanı evine davet etmiş. Onlar gelince kapıyı, bacayı kilitlemiş. — Açıl kabağım açıl! Saçıl delikanlılar saçıl, diye bağırmış. Kabağın içinde ne kadar delikanlı varsa hepsi çıkmış. Bu ikisine “yer misin yemez misin” bir güzel dayak atmışlar. Horozu da, sofrayı da getirtmişler. Adam çok zengin olmuş. Karısıyla, kızlarıyla hep beraber mutlu mesut yaşamışlar. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler…
Yılan Koca
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ihtiyar bir anne, baba ve bir de genç kızları varmış. Bunlar bir gün ormana çalı çırpı toplamaya gitmişler. Toplayıp geri döndüklerinde, köprüden geçerken bir kuş gelip: — Ah kız, vah kız, bahtı kara kız, diye ötmüş. Diğer haftalarda da aynı şekilde olmuş ve kız çok üzülmüş. Ailesiyle birlikte son kez ormana gittiklerinde kız bir dağ görmüş ve dağ aniden yarılıp kızı içine almış. Kız çok korkmuş. Dağın içerinde bir ışık görmüş. Işığa doğru gittiğinde kırk oda görmüş ve kırkıncı odayı açtığında bir yakışıklı genç görüp ona âşık olmuş. Ancak genç uyuyor ve hiç uyanmıyormuş. Bu genç ülkenin şehzadesi imiş. Otuz beş gün gencin başında beklemiş ve dışarı çıkmış. Dağın bir deliğinden baktığında dışarıdan çingeneler geçiyormuş. Diğer otuz dokuz oda her türlü eşya, altın, mücevher ile doluymuş. Çingenelere bir kese altın atarak bir kız satın almış. Amacı burada yalnızlıktan ve sıkıntıdan kurtulmakmış. Ayrıca gencin başında eğer kırk gün beklerse genç uyanacakmış. Ama kızın bundan haberi yokmuş. Kız, kırkıncı gün çingene kıza: — Sen şehzadenin başında bekle, ben bir yıkanayım, demiş. Ama gidip geldiğinde çingene kızla şehzadeyi sohbet eder görmüş. Kapı aralığından şehzadenin çingene kızı kendi başında kırk gün beklediğini sanıp ona âşık olduğunu anlamış. Kız, çingene kızın hizmetçisi olmuş. Ona kötü muamele etmeye başlamışlar. Daha sonra şehzade bir gün seyahate çıkacakmış. Çingene kız bir sürü hediye istemiş. — Bunları almadan sakın gelme, demiş. Genç, hizmetçi kızın da istediği sabır taşı, ayna ve hançeri de alacaklarına eklemiş. Hepsini alıp seyahatten dönmüş. Önce karısına, sonra hizmetçi kıza hediyelerini vermiş. Bir gün hizmetçi kızın kapısının önünden geçerken, kızın sabır taşını önüne koyup her şeyi anlattığını ve sabır taşının anlatırken şişip patladığını görmüş. Yaptığı yanlışı anlamış. Çingene kızı cezalandırmak için: — Kırk katır mı, kırk satır mı istersin, demiş. O da: — Kırk satırı ne yapacağım, kırk katırı ver, memleketime gideyim, demiş. Şehzade de kızı kırk katıra bağlayıp göndermiş. İki sevgili birbirlerine kavuşmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Sabır Taşı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanlarda bir köyde dul bir kadın yaşarmış. Bu kadının tek bir kızından başka hiç kimsesi yokmuş. Kızını çok seviyor, yanından ayrılmasını istemiyormuş. Kızı büyüdükçe güzelleşiyor. Annesi de büyüdükçe korkuyormuş. İstemeye gelirler de evlenir diye korkusundan, bir gün Allah’a yalvarmış: — Kızım yanımda kalsın, kimse onu ve güzelliğini görmesin, demiş. Ondan sonra güzel kız bir civcive dönüşmüş. Kendi evinde genç kız görünümünde, dışarıda civciv görünümünde oluyormuş. Annesi nereye gitse, civcivini de götürüyormuş. Bunların bir komşuları varmış. Bu komşunun da üç çirkin kızı varmış. Bunları kimse istemiyor, bir türlü evlenmiyorlarmış. Civciv kılığındaki genç kız, bazen doğal haline dönüşüyor ama tanıdıklara görünmeden tekrar civciv oluyormuş. Bu kızın güzelliğini gören yabancılar, onu takip eden çirkin kızların evine girdiğini görüyor ve hemen istemeye geliyorlarmış ama kız eve girince tekrar civciv kılığına bürünüyormuş. İstemeye gelenler o kızı göremiyor, çaresiz bir şekilde çirkin kızlardan birini istiyorlarmış. Derken böylelikle üç kızın üçü de evlenmiş. Bu genç kız, bir gün köyün ormanında dolaşırken bir delikanlı görmüş ve görür görmez gönlü ona kaymış. Delikanlı da kıza vurulmuş ama nerede oturduğunu, kimin kızı olduğunu söylemiyormuş genç kız. Delikanlı divane olmuş. Kızın izini takip edemiyormuş. Çünkü kız, civciv oluyormuş. Derken evlenen komşunun kızları ağlayarak evlerine dönmüşler. Annelerine şikâyetlerde bulunmuşlar. Kocaları onlara beğendiklerinin o kızlar olmadığını söyleyerek eşlerine kötü davranıyorlarmış. Bunu duyan civciv çok üzülüyormuş. Bir gün annesine: — Anne bu böyle olmayacak, bunun sonu yok. Ben artık civciv olmayacağım, demiş. Annesi de çaresiz kabul etmiş. Sonra bu genç kız, komşusuna giderek her şeyi anlatmış. Komşusuna kızlarıyla damatlarını çağırmasını söylemiş. Kadın da hepsini çağırmış. Hepsi toplandıktan sonra genç kız çıkmış karşılarına. O kızın kendisi olduğunu, bir kızın ancak bir kişinin alabileceğini, şimdi herkesi eşinin olduğunu, bunun için mutlu olmalarının gerektiğini söylemiş. Damatlar da genç kıza hak vermişler. Eşlerinin kıymetini anlamışlar. Genç kız, bu sefer de ormanda gördüğü delikanlıyı bulup anlatmış her şeyi. O delikanlı da gelip genç kızı istemiş. Annesi de kabul edip, vermiş. Bundan sonra herkes, mutlu mesut yaşamış. Annesi de ölene kadar kızının yanında kalarak, kızına can yoldaşı olmuş.
Civciv Kız
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu pek çokmuş. Zamanın birinde bir karga varmış. Karga boyuna gezermiş. Diyarın birinde bir nine varmış. Bir gün nine tandırı yakarken karga yanına gelmiş ve: — Ayağımdaki dikeni çıkarıver, demiş. Nine de: — Çıkarırım; ama bir daha gelme, demiş. Karga kabul etmiş, nine de dikeni çıkartmış. Karga gitmiş. Bir zaman sonra karga dönmüş, dolaşmış, geri gelmiş. Fırıncı nineye: Dikenimi attın, ocakta yaktın, Ver dikeni, ya somunu Tıngırdasın tıngırdasın hey! …diye bağırmış. Nine de buna iki tane ekmek vermiş. Alıp gitmiş karga. Bir adam inek beslermiş. Ağıla giderken karga gelmiş. Adama demiş ki: — Bu ekmekler sende dursun, geçerken alırım, demiş ve gitmiş. Bir zaman sonra karga dönmüş, dolaşmış, geri gelmiş. Ekmeğini istemiş. Adam: — Ekmeği ahıra koymuştum, inek yemiş, demiş. Karga da: Ekmeğimi aldın, ineğine yedirdin, Ver ekmeği, ya ineği, Tıngırdasın tıngırdasın hey! … diye bağırmış. Adam da ineği vermiş. Alıp gitmiş karga. Bir adam düğün edecekmiş. Karga gelmiş. Adama demiş ki: — Bu inek sende dursun, geçerken alırım, demiş ve gitmiş. Bir zaman sonra dönmüş, dolaşmış, geri gelmiş. İneğini istemiş. Meğerse düğün sahibi ineği kesmiş, düğüncülere ikram etmiş. Adam: — Git! Doğru git yoluna, şimdi bacağını kırarım, demiş kargaya. Karga da: İneğimi kestin, düğününü yaptın, Ver ineği, ya gelini, Tıngırdasın tıngırdasın hey! .. diye bağırmış. Düğün sahibi: — Ben yeni düğün yaptım, sana gelini verir miyim, demiş. Karga vazgeçmemiş bir türlü. Adam: — Bu karga başıma bela olacak, diye düşünürken aklına bir çare gelmiş. Kargayı kandırmak için, oyuncak bebeğe gelinin esvaplarını giydirmişler. Tellemiş, pullamış bebeği gelin diye kargaya vermişler. Karga kapının önüne çıkmış: İneği verdim, gelini aldım, Tıngırdasın tıngırdasın hey! … diye bağırıp çağırarak davul çalmış. Ondan sonra gitmiş gitmiş, dağın başına bebeği koymuş. Karşısına da geçmiş, oynamaya başlamış. Biraz sonra öteden dağcılar gelmiş. Dağcılar: — Şu kargaya bakın, güzel gelini almış, karşısına da geçmiş oynuyor, demişler. Ondan sonra da kargayı vurmaya karar vermişler. O demiş ben vuracağım öbürü demiş ben… Önden gelen kargayı atmış okunu. Karga ok gelmeden kaçıp gitmiş. Dağcı gelini almış, arabanın içine koymuş, evine varmış: — Anaaa, anaaa! Kapıları aç. Sana gelin getiriyorum, demiş. Anası: — Oğlum! Nereden aldın, nereden geldin, demiş. Dağcı: — Şöyle vurduk, böyle kırdık, aldık geldik, diye anlatmış olanları. Annesi bunun üzerine gelinin esvaplarını soymuş. Bakmış ki gelin gelin değil, oyuncak bir bebek. Gitmiş oğluna bir dul kadın getirmiş, gelinin esvaplarını ona giydirmiş, oğlunun düğününü yapmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Karga
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Padişah ile Küçük Kızı Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkenin birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç güzel kızı varmış. Yıllar geçmiş, padişahın kızları büyümüşler, serpilmişler. Padişah da yaşlanmış. Bir gün padişah, üç kızını yanına çağırmış. Kızlarını sorguya çekmiş. Kızlarına: — Söyleyin bana güzel kızlarım. Beni ne kadar seviyorsunuz, demiş. Büyük kızı: — Babacığım seni bal gibi seviyorum, demiş. Ortanca kızı: — Babacığım seni şeker gibi seviyorum, demiş. Küçük kıza sıra gelmiş. Küçük kızı: — Babacığım seni tuz gibi seviyorum, demiş. Bu sözü işiten padişah küçük kızına bağırmış ve onu hemen sarayından kovmuş. Uzaklaştırmış onu. Genç kız saraydan ağlayarak gitmiş. Kız, çok sıkıntılı günler geçirmiş. Bir gün yolda bir beyzade ile karşılaşmış. Beyzade varlıklı bir ailenin tek oğluymuş, genç kıza âşık olmuş ve evlenmişler. Genç kız başından geçenleri beyzadeye anlatmış. Aradan yıllar geçmiş, padişah akılsız kızları yüzünden fakirleşmiş. Küçük kız ise babasının sarayının karşısına bir saray yaptırmış, babasını sarayına davet etmiş. Babası davet edenin kızı olduğunu bilmemiş. Küçük kız aşçılara çeşit çeşit yemek yaptırmış. Yemeklerin bir kısmı ballı, bir kısmı tatlı bir kısmı da tuzlu olarak hazırlanmış. Küçük kız, uşaklara: — Yemekleri getirin, demiş. Yemeklerin hepsinin içinde bal varmış. Padişah yemeklerden birer lokma almış, — Ay diyerek geri bırakmış. Küçük kız, babasına: — Padişahım neden yemiyorsunuz hepsi bal gibi tatlı, demiş. Küçük kız uşakları tekrar yanına çağırarak: — Yemekleri getirin, demiş. Yemeklerin hepsinin içinde şeker varmış. Padişah yemeklerden birer lokma almış. Padişah: — Ay, diyerek geri bırakmış. Küçük kız, babasına: — Padişahım neden yemiyorsunuz hepsi şeker gibi tatlı, demiş. Bu kez küçük kız uşakları yanlarına çağırarak tuzlu yemekleri getirmiş, yemeklerin tadı tuzu mükemmelmiş. Padişah tuzlu yemekleri büyük bir iştahla yemiş. Küçük kızına: — Ha şöyle! Dünyanın tadı, tuz, demiş. Bunu duyan küçük kız: — Eee babacığım! Ben seni tuz gibi seviyorum demiştim de sen de beni sarayından kovmuştun. Dünyanın tadının tuz olduğunu şimdi mi anladın, demiş. Bunları işten padişah çok üzülmüş: — Akıllı kızım beni affet, demiş. Padişah kızından özür dilemiş, kızının boynuna sarılmış ve öpmüş. Baba kız ömürlerinin sonuna kadar mutlu mesut yaşamışlar.
Padişah ile Küçük Kızı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir ülkede yaşayan padişahın kırk erkek ve bir kız çocuğu varmış. Bu padişahın karısı yıllar önce ölmüş. Padişah yeniden evlenmeye karar vermiş ve evlenmiş. Birkaç sene birlikte yaşamışlar fakat bu üvey anne padişahtan ve çocuklarından nefret etmeye başlamış. Bir gün padişahın yemeğine zehir katıp padişahı öldürmüş. Üvey anne aynı zamanda büyücüymüş. Çocuklara büyü yapmaya karar vermiş ve kırk birini de kuğu yapmış. Erkek çocukları bir yere, kızı da tek başına başka bir yere göndermiş. Bu kırk bir kardeş sadece ayda bir kez insan olabiliyorlarmış. Diğer komşu ülkelerden birinin şehzadesi bir gün ava çıktığında bu kızı insan suretinde görmüş ve çok sevmiş. Kız da şehzadeyi çok sevmiş. Akşam olup gün bitmeye başladığında durumunu şehzadeye anlatmış ve kuğuya dönüşünce kanadından bir tüyü şehzadeye verip başı sıkışınca sallamasını söylemiş.  Şehzade, kuğuyu orda bırakıp düşmüş yola. Tüm ülkeleri dolaşıp kızın derdine çare aramış ama hiçbir yerde çare bulamamış. Umutsuzca kuğunun yanına gelirken bir kuyu başında dinlenmeye karar vermiş. Kuyudan bir ses şehzadeye: — Çaren burada, diye seslenmiş. Şehzade tüm cesaretini toplayıp kuyuya inmiş. Kuyuda karşısına yemyeşil sarıklı bir adam çıkmış. Bu adam, şehzadeye, kızı kurtarabilmesi için üvey annesinin sarayındaki iki devi de öldürmesini, birinin sağ göz bebeğini, diğerinin de sol göz bebeğini kuyudan kendisinin verdiği suya katıp kıza içirmesi gerektiğini söylemiş. Şehzade, yeşil sarıklı adama teşekkür edip kuyudan çıkmış ve yola koyulmuş. Kızın üvey annesinin bulunduğu saraya gelmiş. Karşısına bir dev çıkmış. Devle savaşmaya başlamış ama deve ok batmaz, kılıç kesmezmiş. Şehzade ne yapacağını şaşırınca sakladığı kuğu kanadını çıkarıp sallamış ve yanında bir peri belirmiş. Şehzade periye devi nasıl öldürebileceğini sormuş. Peri bu devin sadece gözlerine ok battığında öleceğini, söylemiş. Şehzade devin sol gözüne oku atmış ve devi öldürüp sağ gözbebeğini çıkarmış. İkinci katta da karşısına bir dev çıkmış. Bu devin de sağ gözüne oku atıp devi öldürüp sol göz bebeğini almış. Şehzade üçüncü kata çıkınca üvey anneyi görmüş ve orda onu yakalayıp bağlamış kollarını. Üvey anne artık büyü yapamayınca büyü bozulmuş ve şehzadelerin hepsi insan olmuşlar. Şehzade tekrar kuğu hâlinde olan padişahın kızının yanına gitmiş. Devlerin gözbebeklerini ve kuyudan aldığı suyu karıştırıp padişahın kuğu olan kızına içirmiş. Padişahın kuğu olan kızı eski hâline dönmüş ve evlenmek için padişahın oğlunun ülkesine yol almışlar. Bu arada aynı suyu kızın kardeşlerine de içirmişler. Hep birlikte ülkeye vardıklarında kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenmişler.
Kırk Bir Kuğu
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kızın annesi çok küçükken ölmüş. Babasıyla ormana yakın küçük bir evde yaşarmış. Babası pek iyi bir adam değilmiş. Aslında iyi bir adammış ama karısı kızını doğururken öldüğü için kızına karşı bir nefret duyarmış. Bu nefreti zamanla köydeki herkese yayılmış ve adam huysuz, aksi bir adam olmuş. Kızı çok güzel olduğu için ünü dört bir yanı sarmış. Her yöreden insanlar kızı istemeye gelirlermiş. Ancak babası hiçbirine vermeyi istememiş. Kızının da gönlü hiçbir gelene düşmemiş. Bakmışlar ki kimseye vermiyor kızını, artık kimse gitmez olmuş. Yıllar geçmiş. Bir gün kız bir rüya görmüş. Rüyasında ak sakallı bir dede ona: — İyisin, hoşsun ama kırk gün bir ölünün başını bekleyeceksin, demiş. Kız korkuyla uyanmış. Aradan günler geçmiş. Kız yine aynı rüyayı görmüş. Dede, ona sürekli: — Kırk gün bir ölünün başını bekleyeceksin, dermiş. Bu rüyayı üç kez arka arkaya görmüş. Hep düşünmüş, dedenin söylediğini. Kızın babasının aksiliği yüzünden artık kızı isteyen kalmamış. Bir gün güzel kız ve babası evde otururlarken üç kez kapıya vurmuşlar. Gelen kişi, kızın rüyasında gördüğü ak sakallı dedeymiş. Nur yüzlü dedeyi içeri almışlar. Kız çok şaşırmış, korkmuş. Dede uzak yoldan geldiğini ve karnının aç olduğunu söylemiş. Kız dedeye yemek hazırlamış, yedirmişler, içirmişler. Dede geliş sebebini açıklamış. Kızın babasına dönerek: — Buraya kızını istemeye geldim, demiş. Baba kızını isteyene vermemiş ancak kızın yaşının geçtiğini fark ederek artık birine vermeyi istemiş. Baba: — Kısmet, lakin oğlunuz nerede, demiş. Dede oğlunun evde olduğunu, kızı alıp gideceğini söylemiş. Adam kabul etmiş, kız da yaşadığı şaşkınlıkla dedeyle yola çıkmış. Yolda dede, kıza: — Korkma kızım, sen çok iyisin, hoşsun ama kırk gün bir ölünün başını bekleyeceksin, demiş. Kız, dedeye güvenmiş ve yola düşmüşler. Bir mağaraya gelmişler. İçeri girmişler. Dede, kızı yalnız bırakıp dışarı çıkmış. Mağaranın girişi kapanmış, küçük bir delik kalmış. Kız mağarada dolanırken yerde yatan uzun boylu yakışıklı, hayallerindeki gibi bir genç görmüş. Gencin yanına gelmiş. Gence âşık olmuş. O delikten her gün biri yiyecek atarmış. Kız bu sayede yaşamış, fakat genç hiç uyanmıyormuş. Kız çok üzülüyormuş. Kız uyuyan gence dikkat etmiş, vücudunda iğneler varmış. Saymış kırk tane iğne varmış. Her gün bir iğneyi vücudundan çıkarmış atmış. Kırk gün sonra genç uyanmış. Kız sabredip kırk gün bir ölünün başını beklemiş. Mağaranın kapısı açılmış, içeri aydınlanmış, mağara çok güzel bir ev olmuş. Daha sonra gençler evlenmişler. Dede bir daha hiç gelmemiş. Çok mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Kırk Gün
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, güzel bir köyde bir baba ile kızı yaşarmış. Bu küçük kızın annesi kızını doğururken ölmüş. Küçük kızın babası da kızım iyi yetişsin diye tekrar evlenmiş. Ama gelen üvey anne çok kıskanç bir kadınmış. Adamın küçük kızını hiç istemezmiş. Kocasına her zaman bu kızını götürmesi için baskı yaparmış. Bu baskılara dayanamayan baba, kızını ormana götürüp orada bırakmaya karar vermiş. Bir gün sabah erkenden kızını da yanına alıp ormana gitmiş. Kızını bir ağacın yanına oturtmuş ve kendisinin odun keseceğini, işi bitince kızını oradan alacağını, söyleyerek oradan uzaklaşmış. Baba, kızı uyanınca korkmasın, kendisini merak etmesin diye bir ağaca kabak bağlamış ve kızını ormanda bırakıp evine dönmüş. Küçük kız ağaca bağlanmış kabağın çıkardığı tak tak sesini duydukça babasının hâlâ odun kestiğini düşünerek uykuya dalmış. Sabaha kadar ormanda uyuyakalmış. Sabah uyandığında içini korku kaplamış. Babasını yanında göremeyince ağlamaya başlamış. O sırada ormandan bir kervan geçiyormuş. Kervandan bir adam küçük kızın ağladığını görünce hemen yanına gelmiş ve neden ağladığını sormuş. Kız her şeyi tek tek anlatmış. Adam buna çok üzülmüş. Çünkü adamın bir çocuğu yokmuş ve çocukları çok severmiş. Bu kızı yanına alarak evine götürmüş. Hanımı buna çok sevinmiş. Allah’a bu çocuğu onlara bağışladığı için şükretmiş. Küçük kız da yeni ailesini çok sevmiş. Bu ailenin durumu da fazla iyi değilmiş sadece bir tane atları varmış. Adam bu atla kervanlara katılarak kıt kanaat evin geçimini sağlarmış. Ama bu fakirliğe hiç üzülmezlermiş, çok mutlularmış. Kızları büyümüş, büyüdükçe güzelleşmiş. Bu kız gülünce yüzünde güller açarmış. Ağlayınca gözünden inci mercan dökülürmüş. Yürüyünce de arkasında yeşil çimen bitermiş. Günler, aylar sonra köylerinde büyük bir yarışma düzenleneceği haberini almışlar. Bu yarışmada atlar yarıştırılacak ve birinci gelen atın sahibine de büyük bir hazine verilecekmiş. Baba kız evlerinin tek geçim kaynağı olan atı bu yarışmaya hazırlamışlar. Kız yürüdükçe arkasından biten çimeni ata yedirmiş. At çok güçlü bir at olmuş. Yarışma günü gelmiş çatmış. Büyük bir heyecanla yarışmanın sonucunu beklemişler. Bizim ailenin atı birinci gelmiş. Ailecek mutluluklarına mutluluk katmışlar. Aldıkları büyük hazineyle evlerini güzelleştirmişler ve yardıma muhtaç olan herkese yardım etmişler. Güzel, mutlu hayatlarına devam etmişler.
Öksüz Kız
Amasya
Karadeniz Bölgesi
 Uzun zamanlar önce bir ülkede büyük bir orman ve ormanın içerisinde büyük bir dev yaşarmış. Bu dev kimseye ormandan odun aldırtmazmış. Ormanın yakınlarında yaşayan bir köylü, kurnazlıkla odun yaparmış. Bu oduncu artık yaşlanmış, odun yapamaz olmuş. Adamın üç oğlu varmış. Bir gün oğullarını çağırarak onlara demiş ki: — Artık ben yaşlandım, evin odununu sizler getireceksiniz, demiş. Oğlanlar sırasıyla ormana gitmeye karar vermişler. Önce büyük oğlan ormana gitmiş. Odun kesmeye başlamış. Tam o sırada büyük bir ses: — Kim o, diye bağırmış. Oduncu çocuk korkudan seslenememiş. İleri bakmış ki büyük bir dev kendisine doğru geliyor. Ağzından şu sözler çıkıyor: — Seni yakalarsam ağzıma atar, sakız gibi çiğnerim, diyor. Büyük çocuk baltayı ve eşeği bırakıp eve zor düşmüş. Bir sonraki gün olunca ortanca çocuk ormana gitmiş. Bir de ne görsün, abisinin gördüğü dev aynı şekilde ona bağırarak geliyor. Hemen o da canını zor kurtarıp kaçmış. Sıra küçük çocuğa gelmiş. Küçük çocuk ormana gitmeden, cebine yaş peynir ve kapanda yakaladığı kuşu koymuş. Eşeği alıp ormana gitmiş. Aynı sesi ve devi o da görmüş. Hiç korkmamış, devi çağırıp hünerlerini göstermiş. Önce dev yerden taş almış, sıkınca suyunu çıkarmış. Oduncu çocukta eline peyniri alıp suyunu çıkarmış. Bunu gören dev çok şaşırmış. Bunun üzerine de yerden bir taş almış, uzağa fırlatmış. Taş hiç yere düşmeden uzaklara gitmiş. Oğlan da cebindeki kuşu çıkartıp havaya atmış, oda hiç yere düşmeden uçmuş gitmiş. Dev bunu da görünce çok korkmuş ve oduncuyla anlaşmaya karar vermiş. Devin bir sürü altını varmış. Bu altınları yarı yarıya paylaştırmış ve oduncu odunu ve altını alarak eve gelmiş. Onu gören babası çok şaşırmış ve nasıl yaptığını sormuş. Oduncu çocuk olanları tek tek babasına anlatmış. Babası çok sevinmiş ve her şeyini bu akıllı ve cesur oğluna hibe etmiş.
Cesur ve Akıllı Çocuk
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş... Bir padişah varmış. Bu padişah bir gün ülkesinde tellallar çıkarmış: — Kim bana Hızır’ı bulup getirirse ona ne isterse vereceğim, demiş. Ama kimseden ses çıkmamış. Çünkü Hızır’ı kim bulabilir? Bir süre sonra bir adam çıkmış. Bu adam çok fakirmiş. Bir sürü de çocuğu varmış. Hanımına demiş ki: — Nasıl olsa hepimiz neredeyse açlıktan öleceğiz, en iyisi ben gidip padişaha, Hızır’ı bulacağım, deyip kırk gün müsaade isteyip size bir ömür boyu yetecek erzak alayım. Kırk gün sonra padişah beni astırır ama hiç olmazsa siz ömür boyu rahat edersiniz, demiş. Hanımı kocasını çok sevdiği için gitmesini istemese de adam padişaha giderek Hızır’ı bulacağını söylemiş. Kırk gün müsaade istemiş ve bu kırk gün de nafakasının temini istemiş. Padişah kabul etmiş. Kırk gün ailesine ömür boyu yetecek kadar erzak taşımış. Kırk birinci gün olmuş. Padişah adamını yollayarak bu adamı huzuruna getirttirmiş. Adama: — Hızır’ı buldun mu, diye sormuş. Adam bulamadığını söylemiş. Bunu fakir olduğu için zaruretten söylediğini itiraf etmiş. Padişah yanındaki üç vezirinden birinci vezirine sormuş: — Padişahına yalan söyleyen bu adama ne yapmalı? Birinci vezir: — Bu adamın etlerini parça parça edip kasaplara asmalı, böylece bir daha kimse padişaha yalan söylemez, demiş. O sırada fakir adamın yanında beliren çocuk: — Sözleri aslını, cibilliyetini gösterdi, demiş. Padişah ikinci vezirine sorduğunda o da: — Efendim, bunun derisini yüzmeli, içine saman doldurmalı ki, herkes ibret alsın, bir daha yapmasın, demiş. Çocuk yine: — Sözleri aslını, cibilliyetini gösterdi, demiş. Padişah üçüncü vezirine de sormuş. Üçüncü Vezir de: — Padişahım bu adam fakirlikten böyle yapmış, affedin, demiş. Çocuk yine: — Sözleri aslını, cibilliyetini gösterdi, demiş. Padişah çocuğa dönerek, kim olduğunu ve neden “Sözleri aslını, cibilliyetini gösterdi”, dediğini sormuş. Çocuk, padişaha: — Birinci vezirin babası kasaptı, sözleri aslını gösterdi. İkinci vezirin babası dericiydi, sözleri aslını gösterdi. Üçüncü vezirin babası vezirdi, aslını gösterdi. Bense bu adamı kurtarmak için geldim. İşte vezir istersen vezir, Hızır istersen Hızır, demiş ve dışarı fırlamış. Padişah arkasından adamlarını yollamış ama Hızır yok olmuş. Meğer Hızır çocuk kılığında oraya gelmiş. Padişah iki vezirinin işine son vermiş, üçüncü vezirini baş vezir yapmış. Fakir adama da altın vermiş. Adam da çok mutlu olmuş. Onlar da ermiş muradına...
Hızır
Bolu
Karadeniz Bölgesi
Yaşlı bir köylünün üç oğlu varmış. Hasat yaparak geçimlerini sağlıyorlarmış. O sene verim olmayınca fakir düşmüşler. Yaşlı köylünün bahçesinde armut ağacı varmış. Bir gün yaşlı adam büyük oğluna: — Şu bahçedeki altın armutlardan topla da padişaha götür. Bize biraz yiyecek versin, demiş. Büyük oğlan armutları sepete doldurmuş, yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere kenarında çamaşır yıkayan bir bayana rastlamış. Kadın sormuş: — Sepette ne var? Büyük oğlan: — Padişaha tuz götürüyorum, demiş ve yoluna devam etmiş. Saraya vardığında altın armut diye verdiği sepetten tuz çıkmış ve padişah çok kızmış. Onu zindana attırmış. Aradan bir ay geçmiş ve yaşlı adam ortanca oğlunu göndermiş padişaha bir sepet altın armutla. Ortanca çocuk da az gitmiş, uz gitmiş, dere kenarında çamaşır yıkayan kadınla karşılaşmış, kadın aynı soruyu buna da sormuş. Ortanca oğlan: — Padişaha kedi götürüyorum, demiş ve yoluna devam etmiş.  Padişahın huzuruna gelmiş ve altın armut diye açtığı sepetten kedi çıkmış ve padişaha saldırmış. Çok sinirlenen padişah, ortanca oğlanı da zindana attırmış. Aradan bir ay geçmiş ve yaşlı adam umudunu kesmiş. Bu kez küçük oğlan gelmiş, babasına: — Baba, padişaha ben de götüreyim bir sepet altın armut, belki beni kabul eder, demiş. Babasını ikna etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, dere kenarında çamaşır yıkayan kadınla karşılaşmış. Kadın aynı soruyu küçük oğlana da sormuş. Küçük oğlan: — Padişaha altın armut götürüyorum, demiş. Kadın da: — Yolun açık olsun. İnşallah kardeşlerini de kurtarırsın, demiş. Küçük oğlan yola koyulmuş, ama yaşlı kadının kardeşlerinin zindanda olduğunu nerden bildiğini bir türlü anlayamamış. Küçük oğlan padişahın huzuruna çıkmış. Eğer altın armut çıkmazsa sepetten, dalga geçiyorlar benle diye hepsinin başını kılıca vurduracakmış. Padişah sepeti açmış ve altın armutları görmüş. Çok sevinmiş ve çocuğun kardeşlerini zindandan çıkarmış. Kırk deve dolusu yiyecekle mutlu mesut evlerine göndermiş.
Altın Armut
Konya
İç Anadolu Bölgesi
Bir oduncu varmış. Oduncunun iki tane kızı varmış. Oduncu odun toplamaya giderken kızlarından bir tanesini de yanında götürüyormuş. Bir gün yine odun toplarken kızı kaybolmuş. Babası kızını aramış, bulamamış. Çaresiz bir şekilde eve dönmüş. Kız ormanda evinin yolunu ararken, başka bir eve rast gelmiş. O evde bir nenecik varmış. Neneye: — Ben yolumu kaybettim, demiş. Ben burada kalsam olur mu, demiş. Nene: — Tamam olur, demiş; ama benim şu işlerimi işle, bitlerimi ayıkla, burada birlikte kalalım, demiş. Kız: — Olur mu öyle şey? Ben senin hizmetçin miyim demiş. Ben bir iş yapamam, demiş. Nenecik: — Tamam yavrum, demiş. Sabah bu evin önündeki dereden iki türlü su akar. Biri sarı biri siyahtır. Sarı su akarsa girme, siyah su akarsa içine gir demiş. Kız sabah bakmış sarı akıyormuş, girmemiş. Siyah su akmaya başlayınca kız suya dalmış. Suyun içindeki yılanlar, çıyanlar kızı sokmuş. Kız hastalanmış. Günler geçmiş oduncu diğer kızıyla odun toplamaya devam ediyormuş. Günlerden bir gün bu kızı da ormanda kaybolmuş. Bu kız da ormanda evini ararken bir eve rast gelmiş. Bu evde kardeşinin rast geldiği evmiş: — Nene ben yolumu şaşırdım evimi bulamıyorum, demiş. Ben burada kalabilir miyim demiş. Nene: — Tamam kızım, demiş; ama benim ilerimi işle, saçımdaki bitleri ayıkla, burada beraber kalalım, demiş. Kız: — Tamam nene, demiş. Hemen nenenin işlerini işlemeye başlamış. Nenenin saçındaki bitleri ayıklamış. Bütün işleri bitirmiş. Nene kızı çok sevmiş. Nene kıza sabah kalkınca: — Evin önündeki dereden iki türlü su akar demiş. Biri siyah biri sarı akar demiş. Siyah su akarsa girme, sarı su akarsa gir, demiş. Kız: — Tamam nene, demiş. Sabah olmuş. Kız sarı suyu görünce girmiş. Kızın her yerleri birçok para ve altın olmuş. Neneyle mutlu bir hayat yaşarlarken babasını da bulmuşlar. Mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar.
Oduncu ve Kızları
Burdur
Akdeniz Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde uzaklarda yaşayan üç kardeş varmış. Babaları bir gün çocuklarına kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. En büyük çocuğu: — Seni dünyalar kadar severim, Ortanca çocuk: — Seni bütün evren kadar severim, demiş. En küçük çocuğu ise: — Seni tuz kadar severim, demiş. Babası küçük çocuğun cevabına çok sinirlenmiş ve onu dağların arkasında ıssız bir yere göndermiş.  Çocuk az gitmiş uz gitmiş yolun sonuna doğru bir eve rastlamış. Bu evde zengin bir aile oturuyormuş. Onu çoban olarak yanlarına almışlar. Böylece günler böyle geçip gitmiş. Bir gün köyün ağası ölmüş. Yanlarında kaldığı aile: — Köye yeni bir ağa seçilecek, sen de git seçmelere katıl, demiş. Çocuk da: — Ben gitmem, ben de şans olsaydı babam beni buralara göndermezdi, demiş. Aile ısrar edince de dayanamamış, gitmiş. Üç defa üst üste talih kuşu çocuğun başına konmuş ve çocuk köyün ağası seçilmiş.  Çocuğun hayatı böyle devam ederken babası ise yaşlanmış, fakirleşmiş. Babasının hâlini öğrenen oğlu onu evinde misafir etmiş. O gece için yapılan yemeklerin içine tuz attırmamış. Yaşlı adam yemekten sonra: — Oğlum, yemeklerin de evin de çok güzel ama yemeklerin içinde niye hiç tuz yoktu, diye sormuş. Çocuk da: — Amca günün birinde bir adam çocuklarına sormuş, kendisini ne kadar sevdiklerini. Çocuklarından biri de seni tuz kadar seviyorum, demiş, diye anlatırken yaşlı adam anlamış oğlu olduğunu ve ağlamaya başlamış. Çocuk: — Ben senin oğlunum, deyince birbirlerine sarılmışlar. Adam yaptığı yanlışın farkına varmış. Bir daha böyle hatalara düşmemiş ve beraber mutlu bir hayat sürmüşler.
Tuz Kadar Sevgi
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken memleketin birinde bir Keloğlan varmış, bir de fakir annesi. Bir gün bu Keloğlan yolda gezerken bir tellalın duyuru yaptığını görmüş. Tellal uzak diyarlardan yük getirmek için birine ihtiyaç olduğunu söylüyormuş. Bu sırada Keloğlan da lafa karışarak: — Ben bu iş için gönüllüyüm, demiş. Tellal onu görünce dalga geçerek, bu işin tehlikeli olduğunu söylemiş. Ama Keloğlan bu işi başaracağını söylemiş. Keloğlan annesiyle vedalaşarak ertesi gün kafileyle yola çıkmış. Uzun bir yol aldıktan sonra biraz dinlenmek istemişler. Dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuşlar. Bir müddet gittikten sonra önlerine bir kuyu çıkmış. Kafilenin başında bulunan kişi, Keloğlan’a kuyuya girmesini söylemiş. Keloğlan kuyuya girmiş. Önüne bir saray çıkmış. İçinde güzel bir kız ve çok kötü görüntüsü olan bir de kurbağa varmış. Dev, Keloğlan’a: — Hangisi daha güzel, demiş. Keloğlan: — Gönül kimi severse güzel odur, demiş. Daha sonra dev tekrar: — Hangisi daha güzel, demiş. Keloğlan: — Gönül kimi severse güzel odur, demiş. Bunun üzerine dev, Keloğlan’a — Buradan çıkan ilk insan sen olacaksın, demiş. Yüklü altın vererek oradan çıkmasını sağlamış. Keloğlan daha sonra dışarı çıkarak kafilenin yanına gitmiş. Kafiledekiler Keloğlan’ın kuyudan çıkmasına çok şaşırmışlar. Keloğlan altınları alarak annesinin yanına gitmiş. Altınlarla zenginlik içinde mutlu yaşamışlar.
Keloğlan ile Kuyudaki Dev
Konya
İç Anadolu Bölgesi
Keloğlan Keloğlan, bir annesi, bir eşeği ve üç beş tavuğu olan biriymiş. Bir gün annesine: — Padişahın kızını alacağım, demiş. Annesi, Keloğlan’a izin vermemiş. Yine bir gün Keloğlan’ı annesi un yaptırması için eline buğday verip şehre göndermiş. Bunu fırsat bilen Keloğlan, padişahın kızı için yola koyulmuş. Yolda bir arı sürüsüne denk gelmiş. Arılar mağaraya girmek istiyorlarmış, fakat mağaranın ağzı taşla kapalıymış. Keloğlan da taşı kapının önünden çekivermiş. Kraliçe arı gelmiş ve Keloğlana: — Şu kanadı al, ne zaman sallarsan ben yanında olurum, demiş. Keloğlan oradan ayrılıp yoluna devam etmiş. Yolda bir bakmış ki yılanın biri güvercinlerin yuvasına dadanmış. Keloğlan hemen yılanı öldürmüş. Bir güvercin gelerek Keloğlana bir kanat vermiş: — Bunu ne zaman sallarsan ben senin yanında olurum, demiş. Oradan da ayrılan Keloğlan bir çöle girmiş. Çok susamış. Bir kuyu görmüş, kuyunun içine inip su içmiş. Bir dev çıkıp Keloğlan'a bir inci vermiş ve: — Bu inciyi suya attığın an ben sudan çıkarım, demiş. Bunu da alan Keloğlan sonunda saraya ulaşmış. Niyetini padişaha anlatmış. Padişah da bunun için bazı yarışmalardan geçmesi gerektiğini söylemiş: — Önce bir miktar balı küpe hiç bozmadan koyacaksın, demiş. Keloğlan arılardan yardım istemiş. Sonra padişah: — Şehrin su sıkıntısını gidereceksin, demiş. Keloğlan devden yardım istemiş. Üçüncü ve en zoruysa: — Beni herkesin önünde öldürüp tekrar dirilteceksin, demiş. Keloğlan bu sefer de güvercinlerden yardım istemiş. Bu sınavı da geçen Keloğlan’a padişah kızını vermiş. Keloğlan gelerek durumu annesine anlatmış. Helallik dilemiş. Annesi hakkını helal etmiş, bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Keloğlan
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, halbur saman üstünde, dağdan aç bir kurt inmiş. Bakmış ki bir koyun yayılıyor, kurt koyuna: — Koyun kardeş seni yiyeceğim, demiş. Koyun da: — Biraz oynayayım da beni öyle ye, demiş. Bir oraya bir şuraya hoplamış, koyun kaçmış, kurtulmuş. Kurt beriye gelmiş, bakmış ki bir keçi yayılıyor. Keçiye: — Keçi kardeş ben seni yiyeceğim, demiş. Keçi de: — Şu sürüde üç tane oğlağım var, beni yersen onlar nerede kalır? Gideyim onları da getireyim de bizi beraber ye, demiş. O da kaçmış kurtulmuş. Kurt beriye gelmiş, bakmış ki bir katır yayılıyor, katıra: — Katır kardeş seni yiyeceğim, demiş. Katır da: — Benim etim gayet serttir. Bir satır getireyim de onunla ye beni, demiş ve o da kaçmış kurtulmuş. Kurt beriye gelmiş, bakmış ki bir at yayılıyor. Ata: — At kardeş seni yiyeceğim, demiş. At da: — Ayağımın altında bir berat var, onu oku da öyle ye beni, demiş. At ayağını kaldırıp da kurda öyle bir tekme vurmuş ki, kurt altı ay bir güz baygın yatmış. Kurt uyandığında yeşillenmiş görmüş. Vardın buldun bir koyun, Ye etini doyum doyum, Sana neydi oyun, Köçek mi olacaktın, Koyun oğlu koyun, … Vardın buldun bir keçi, Ye sallansın kuru kılı, Sana neydi üçü beşi, Sürü mü kuracaktın, Keçi oğlu keçi … Vardın buldun bir katır, Ye etini hatır hatır, Sana neydi satır, Köftelik mi dövecektin, … Vardın buldun bir at, Ye etini yan gel de yat, Sana neydi berat, Okuyup da hoca mı olacaktın, Bunları söyledikten sonra kurt, açlıktan oracıkta ölüvermiş.
KURT’UN SONU
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
CİTTAN KIZ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Cittan Kız varmış. Bir gün Cittan Kız arkadaşlarına: — Kızlar, bugün odun toplamaya gidelim, demiş ve beraber gitmişler. Az toplamışlar, uz toplamışlar, bakmışlar ki hava kararmış. Evlerinden de epeyce uzaklaşmışlar. “Ne yapalım, ne yapalım?", derken bakmışlar ki karşılarında iki tane ev var. Birinden duman tütüyor, diğerinden de köpek havlıyor. “Köpek havlayan eve gidersek köpek bizi ısırır.” diye düşünmüşler ve duman tüten eve gelmişler. Kapıyı korkunç yüzlü bir kadın açmış. Onları içeri almış. Onlara yemek yedirmiş ve onları yatırmış. Kadın bakmış ki herkes uyuyor ama Cittan Kız uyumuyor. Kadın: — Cittan neden uyumuyorsun, demiş. Cittan Kız: — Annem bana uyumadan helva yapardı. Onu yer öyle uyurdum, demiş. Cadı hemen helvayı yapıp Cittan Kız’a yedirmiş. Bakmış ki Cittan Kız yine uyumuyor. Cadı yine neden uyumadığını sormuş. Cittan Kız da: — Ben uyumadan önce annem bana kuyudan elekle su taşırdı, onu içer öyle uyurdum, demiş. Cadı başlamış elekle su taşımaya. Ancak eleği dolduruyor, getirene kadar alttan su geri boşalıyormuş. Bu sırada Cittan Kız arkadaşlarını kaldırıp: — Arkadaşlar, çabuk kalkın bu cadı, hepimizi pişirip yiyecek, demiş ve arkadaşları kalkmış, camdan kaçmaya başlamışlar. Tam sıra Cittan Kız’a geldiği zaman Cadı onu kolundan yakalamış ve torbaya koymuş. Odun toplamaya gitmiş. Bu sırada Cittan Kız bıçağını çıkarıp torbayı kesmiş, tavana çıkmış. Cadı kadın gelip torbayı boş görünce sinirlenmiş ve Cittan Kız’ı aramış: — Cittan neredesin, demiş. Cittan Kız: — Buradayım, demiş. Cadı: — Oraya nasıl çıktın, diye sormuş. Cittan Kız: — Fincanı fincan üstüne, fincanı fincan üstüne koydum, hopladıydım çıktım, demiş. Cadı da aynısını yapmış, ama fincanların hepsi kırılmış. Yine sormuş: — Oraya nasıl çıktın Cittan? O da: — Tabağı tabak üstüne, tabağı tabak üstüne koydum, hopladıydım çıktım, demiş. Cadı kadın aynısını yapmış, ama yine bütün tabaklar kırılmış. Yine sormuş: — Oraya nasıl çıktın Cittan, demiş. Cittan Kız da: — Şuradaki demiri iyice ısıttım, arkama bastım, hopladıydım, çıktım, demiş. Cadı da aynısını yapmış; ama oracıkta ölüvermiş. Cittan Kız da oynayarak evin yolunu tutmuş.
Cittan Kız
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde, kalbur saman içinde arkadaş olan bir kaplumbağa ile tilki varmış. Tilki hileci mi hileci, kurnaz mı kurnaz, kaplumbağa ise iyi mi iyi, saf mı safmış.  Saf ve iyi yürekli kaplumbağanın üstünden geçinmeye çalışan tilki: — Birlikte ekin işleyelim, demiş kaplumbağaya. Amacı ekini kaplumbağaya işletmek, kendisini ise hiç gölgeden çıkmamakmış. Bunun için de bir kayaya sırtını dayayan tilki, kaplumbağaya: — Bu dayandığım kaya göçmek üzere, ben sırtımı dayamazsam tepemize göçer. Sen ekinleri işle, ben de kayayı tutayım, demiş. Saf kalpli kaplumbağacık tilkinin söylediklerine inanmış ve: — Tamam tilki kardeş, sen kayayı tut, ben ekinleri işlerim, demiş. Ekinler işlenip paylaşımına gelince kurnaz tilki bu defa da ekinlerin hepsine sahip olmak istemiş ve kaplumbağaya: — Böyle olmaz kardeş, şu kayadan aşağı hangimiz daha çabuk inersek ekinler onun olsun, demiş. Kaplumbağa kabul etmiş ve kafasını kabuğunun içine soktuğu gibi kendini kayadan aşağı yuvarlamış. Tilki daha koşacağım diye uğraşırken o çoktan kayadan aşağı inmiş. Bakmış tilki olmuyor böyle, kazanan kaplumbağaya olmuş, ortaya başka bir fikir atmış. Demiş ki: — Hangimizin yaşı daha büyükse ekinler onun olsun, Bir şey dememiş yine kaplumbağa, bunu da kabul etmiş. Tilki kendinden emin bir şekilde yaşını söylemiş. Tilki yaşını söyleyince kaplumbağa ağlamaya başlamış. Tilki: — Ne oldu kaplumbağa neden ağlıyorsun, demiş. Kaplumbağa da: — A benim tilki kardeşim, benim en küçük oğlum seninle yaşıt, demiş.  Kaplumbağaya acıyan tilki, ne yapsa da kaplumbağanın hakkını yiyemeyeceğini anlamış. Kaplumbağanın hakkı olanı ona vermiş. Böylece mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmişler.
Kaplumbağa ile Tilki
Denizli
Ege Bölgesi
Evvel zaman içinde bir kurt varmış. Bu kurt susayınca su içmek için bir pınarın başına gitmiş. Pınarın başından su içerken, ona yakın bir yerden bir koyunun su içmeye geldiğini görmüş. Koyunun bu durumuna şaşırmış. Koyun kurdu görünce kurdun yanına gitmiş ve kurda: — Selamünaleyküm kurt kardeş, demiş. Kurt da bu koyun cesaret edip buraya nasıl gelir diye şaşırır ve koyuna: — Aleykümselam, demiş. Koyun, kurda: — Nasılsın, iyi misin? Çocukların, annen, baban nasıllar, diye sormuş. Kurt da: — İyi, iyi. Sen ne arıyorsun buralarda? Pınarı da bulandırıyorsun, demiş. Koyun da: — Sen pınarın başından su içiyorsun, bu pınar bulanıyorsa sen bulandırıyorsundur, demiş. Kurt: — Peki, geçen sene ben yukarı köyden geçerken sen zili fazla salladın, yanınızdaki çoban da beni kovaladı. Neden böyle bir şey yaptın, dermiş. Koyun da: — Bu imkânsız. Çünkü ben bu senenin koyunuyum, demiş. Kurt: — Peki, bu sene ben şu karşıdaki tepelerden geçiyordum. Siz de orada otlanıyordunuz. Beni görünce neden bağırmaya başladın, dermiş. Koyun da: — Ya, ben değildim. Bizim yayla yerimiz orası değil ki, demiş. Kurt da kızarak koyuna: — Eğer sen değilsen amcanın çocuğudur. Amcanın çocuğu değilse halanın çocuğudur, o da değilse teyzenin çocuğudur. Sonuçta sizden biri değil mi, dermiş. Kurt ya bu gidilir mi onun yanına, koyunu ensesinden yakalamış ve yemiş.
KURT İLE KOYUN
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken zamanın birinde dertli bir padişah varmış. Ne yapmışsa derdinin dermanını bulamamış. Yaşlı bir veziri padişaha demiş ki: — Padişahım ben senin derdinin dermanını biliyorum, demiş. Padişah: — Nedir, demiş. Vezir: — Dünyada idaresinden aciz, fakir bir adam bulup iç etten giydiği gömleği değiştirirsen bu derdin gider, demiş. Kalkmışlar, atlarına binmişler. Birer kese altın almışlar yanlarına. Yaz kış demeden gezmişler. Gezerlerken bir gün bir sulağın başına gelmişler. Atlarını sulamışlar. Abdest alıp namaz kılmışlar, yemeklerini yemişler. Bakmışlar ki bir ses gelmiş, bir ihtiyar sırtında bir kucak odun taşıyormuş. Padişah ile vezire yaklaştığı zaman omzundaki odunları taşın üstüne indirmiş. Alnındaki teri sıyırmış: — Ya Rabbi, hiçbir gamım kederim yoktur. Sana âşık olduğum günden beri, demiş. Padişah ile vezir yaşlı adamı karşılamışlar: — Selamünaleyküm ya Oduncu Baba, demişler. Oduncu Baba: — Aleykümselâm oğlum, demiş. Padişah: — Hayat seni üzüyor herhâlde Oduncu Baba, demiş. Oduncu Baba: — Yok, oğlum ben hâlimden memnunum, demiş. Padişah: — Seninle şu etin üstünde giydiğimiz içlikleri (gömlekleri) değiştirelim mi, demiş. Oduncu Baba: — Oğlum benim gömleğim yok demiş. Padişah bunun üzerine Oduncu Baba’ya: — Benim yüreğimi okşar mısın, demiş. Oduncu Baba adamın derdini anlamış. Kendi kendine demiş ki: — Ey derdini gizleyen derviş, gel de senin derdine bir derman bulayım, demiş. Padişahın kalbini sırtını okşamış. Padişahın derdine derman bulmuş. Padişah elini cebine sokup bir kese altın çıkarıp Oduncu Baba’ya vermek istemiş. Ancak Oduncu Baba: — Oğlum canın sağ olsun. Altının ne önemi var, deyip yerden bir taş almış, üflemiş altına dönüşmüş ve: — İnsan nefesini altın etmeli, demiş. Bu masal da burada bitmiş.
Oduncu Baba ile Padişah
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
KABAK KIZ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkenin birinde bir kadın varmış. Bu kadının hiç kızı olmazmış. Kadın: — Allah’ım sen bana bir çocuk ver; tek, kabaktan olsun, demiş. Kadının çocuğu olmuş ama kabaktan. Kadın bakmış ki kız, kabak. Yükün altına atmış. Kabağı yarmış bakmış ki bir güzel kız… Bir gün kızlar süpürge toplamaya giderlerken Kabak Kız’ı da çağırmışlar. Kabak Kız da arkalarından yuvarlana yuvarlana gitmiş. Az gitmişler uz gitmişler, yollarını kaybetmişler. Bir bakmışlar ki: bir tarafta tütün tütüyor, bir tarafta it ürüyor. — Tütün tüten yere mi, it ürüyen yere mi gidelim, demişler. Sonunda tütün tüten yere gitmeye karar vermişler. Tütün tüten eve gitmişler ki: ne görsünler bir koca dev, bir de kadın. Kadın: — Ne işiniz var burada, dev sizi görürse hepinizi yer, demiş. Gizlice bunları içeri almış. Dev uyanmış: — Hım… bura insanoğlu insan kokuyor, demiş. Sonra dev kızları uyutup yemeye karar vermiş. Sık sık sorup: — Kim yattı, kim yatmadı, dermiş. Kızlar: — Herkes yattı, Kabak Kız yatmadı, dermişler. Dev sormuş: — Kabak Kız sen niye yatmadın? Kabak Kız: — Anam bana tavada ekmek pişirirdi, yerdim de yatardım, demiş. Dev tavada ekmek pişirmiş, Kabak Kız’a yedirmiş. Dev, yine sormuş: — Kim yattı, kim yatmadı? Kızlar: — Herkes yattı, Kabak Kız yatmadı, demişler. Dev: — Kabak Kız, sen niye yatmadın, demiş. Kabak Kız: — Anam bana kuzu kızartıp yedirirdi de ben öyle yatardım, demiş. Dev kuzuları kızartmaya gidince Kabak Kız suları devirmiş. Kuzuyu yedikten sonra dev: — Kim yattı, kim yatmadı, demiş. Kızlar: — Herkes yattı, Kabak Kız yatmadı, demişler. Dev: — Kabak Kız sen niye yatmadın, demiş. Kabak Kız: — Anam bana iki helke* su içirirdi de ben öyle yatardım, demiş. Dev suya gidince kızlar kaçmış. Yolda acıkınca Kabak Kız devden istediklerini kabağından çıkartmış, yemiş içmişler, sağ salim evlerine varmışlar. Onlar yemiş içmiş, yer altına geçmiş; siz de yiyin, için muradınıza geçin. *helke: Bakırdan yapılmış bakraç, kova.
Kabak Kız
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Bir tilki ile bir yılan arkadaş olmuşlar. Tilki yılana demiş ki: — Biri bana saldırdığında beni koru, senden nasılsa herkes korkar, demiş. Yılan: — Benim ayağım yok, sende beni sırtına al da sudan karşıya geçir, demiş. Böyle bir anlaşma yapmışlar ve uzun zaman gelmişler gitmişler. Yolculuğun birinde yılan tilkiyi öldürmeye karar vermiş. Yılan: — Yeter artık! Ben bu işten sıkıldım, demiş. Bir suya gelmişler, yılan tilkinin omzuna çıkmış. Sudan geçerken tilkinin boğazını sıkmaya başlamış. Tilki sıkıldığını anlayınca yılana demiş ki: — Ya hu, beni sıkıyorsun bu ne iş böyle anlamadım, demiş. Yılan: — Düşüyorum da o yüzden sana iyice sarıldım, demiş. Tilki hemen yılanın ne yapmak istediğini anlamış ve içinden şunları geçirmiş: — Bu iş sarılma işi değil, yılan bana oyun ediyor, galiba beni öldürecek, diye düşünmüş. Kafasından hemen bir plan yapmış ve tilki yılana şöyle demiş: — Seninle günlerdir arkadaşlık yapıyoruz, sonunda ölüp gideceğiz. Senin şu yüzüne bir daha doya doya bakayım, demiş. Yılan da tilkinin üzerinden ileriye doğru kafasını uzatmış. Tilki, hemen yılanı kafasından kapmış ve oracıkta öldürmüş. Tilki yılanla beraber sudan çıkmış. Yılanı da kenara uzatmış ip gibi. Kendi kendine şöyle söylenmiş: — Arkadaşlık öyle eğri büğrü olmaz, işte böyle dosdoğru olur, demiş.
Tilki ile Yılan
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Bir ananın bir tek kızıymış. Güneşte otururmuş. Bir kuş gelmiş. Her gün: — Hey kızcağız, kızcağız, der gidermiş. Kız: — Anne, bir kuş geliyor bana her gün ‘Hey kızcağız, kızcağız diyor.’ gidiyor, demiş. Annesi demiş ki: — Ne diyorsun kuşcağız de, demiş. Kız, kuşa: — Ne diyorsun kuşcağız, demiş. Kuş: — Yedi sene ölü başı bekleyeceksin, yedi sene de diri başı bekleyeceksin, demiş. Bir hortum geliyor, bir binanın içine kızı atıyor. Kız bakıyor ki bir ölü yatıyor. Yedi sene ölünün başında oturuyor. Aşağıdan da göçmen geliyor. — Bacım ben yedi senedir oturuyorum, biraz da siz oturun, diyor. Göçmen oğlanı alıp dizine koyuyorlar. Oğlan birkaç gün geçtikten sonra uyanıyor. Bakıyor ki başında bir göçmen kızı bekliyor. Bu kızla evleniyor. Diğeri de: — Bana bir sabır taşı al, diyor. Oğlan taşı alıp geliyor. Kız başlıyor anlatmaya: — Ben bir ananın tek bir kızıydım. Bir kuş geldi. “Hey kızcağız, kızcağız, dedi. Anama dedim. Anam da: — Ne diyorsun kuşcağız de, dedi. Ben de: — Ne diyorsun kuşcağız, dedim. Kuş da: — Yedi sene ölü başı, yedi sene diri başı bekleyeceksin, dedi. Yedi sene bekledim. Oradan göçmen kızları geçiyordu. Yoruldum ve onlara: — Biraz da siz bekleyin, dedim. Kız konuştukça sabır taşı dayanamayıp şişiyormuş. — Sonra göçmen kızının dizine koyunca uyanıyor, onunla evleniyor, demiş. Sabır taşı o kadar şişiyor ki taş patlıyor. Kız: — Sen dayanamadın, ben nasıl dayanayım, demiş. Oğlan da kızın anlattıklarının hepsini duyuyor ve bu kızla evleniyor.
Sabır Taşı
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; bir padişah varmış. Bu padişahın bir de yakışıklı oğlu varmış. Bir gün padişahın oğlunun canı sıkılmış, arkadaşlarını yanına alıp ava çıkmış. Arkadaşlarıyla gezinirlerken, birden hava bozmuş. Fırtına çıkmış, rüzgâr ağaçları savuruyormuş. Padişahın oğlu ve arkadaşları sığınacak bir yer aramışlar. Bir mağara bulmuşlar. Padişahın oğlu arkadaşının birine mağaraya gidip bakmasını söylemiş. Arkadaşı mağaraya gitmiş, aradan zaman geçmesine rağmen arkadaşı dönmeyince, padişah diğer arkadaşını göndermiş; fakat o da gidip gelmeyince, bu sefer padişahın oğlu kendisi gitmiş. İçeri girince çok hoş bir ev ve iki melek görmüş. Meleklerden biri günah ve sevapları; diğeri ise alın yazısını yazıyormuş. Padişahın oğlu, mağaraya girince ‘Hava birden bozdu, Cenab-ı Allah’ın takdiri” demiş. Sonra padişahın oğlu meleklere arkadaşlarının nerede olduğunu sormuş. Melekler de: — Arkadaşların Allah’a isyan etti, o yüzden onu taş ettik, demiş. Padişahın oğlu da arkadaşlarını istemiş. Padişahın oğlu, alın yazısı meleğine ileride kiminle evleneceğini, alnının yazısını sormuş. Melek de: — Falanca yerde bir yörük ağasının kızı var, bugün doğdu, onunla evleneceksin, demiş. Sonra padişahın oğlu arayıp kızın çadırını bulmuş. Gerçekten de kundakta yatan bir bebek varmış. Padişahın oğlu, bu daha bebek, bu büyüyecek de ben de evleneceğim, çok zaman var diye düşünüp kılıcı ile bebeğin göğsüne bir darbe indirip oradan kaçmış. Aradan yıllar geçmiş. Padişah, oğluna evlenmediği için söyleniyormuş, mürüvvetini görmek için sabırsızlandığını söylemiş. Bir gün, padişahın bir komşusu olmuş. Padişahın oğlu bu yörük ağasının kızını görmüş, beğenmiş; babasına gelip söylemiş. Padişah kızı istemiş, ağa da vermiş. Bunun üzerine kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Padişahın oğlu ile kız gerdeğe girmişler. Oğlan bakmış, kızın göğsünde yara izi var. Ne oldu diye sormuş. Kız da ben küçükken, haydutlar çadırımıza girip beni öldürmeye çalışmışlar. Yaralayıp kaçmışlar, ama ben ölmemişim. Padişahın oğlu kıza suçunu söylemiş, kızdan af dilemiş. Kızın dizlerine kapanmış. Sonra da birlikte güzel, mutlu bir hayat geçirmişler.
Alın Yazısı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, dedem ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir evde yedi oğluyla yaşayan bir aile varmış. Oğlanlar bir kız kardeş isterler analarından. Anneleri bir gün hamile kalır. Aradan zaman geçer doğum zamanı gelir çatar. Oğlanlar analarına: — Kız olursa kapıya elek, oğlansa ok as, derler. Kızı olan ana kapıya elek asar. Ama komşuları eleğin yerine ok asar. Oğlanlar görünce dönüp giderler evden. Aradan uzun zaman geçer, kız büyür. Bir gün ev süpürürken bir üzüm bulur. Yiyeceği sırada üzümü Mincini Minik adlı köpek üzümü ister. Ama kız üzümü vermez. Köpek de ateşe pisler, ateş söner. Kız da bunun üzerine ateş bulmak için “Tütün tüten yere mi, it üreyen yere mi gideyim? ”diye düşünür. Tütün tüten yere gitse devler vardır. İt üreyen yerde itler vardır. Sonunda tütün tüten yere gider. Gittiğinde devin anası fedik* kaynatmaktadır. Dev ise uyumaktadır. Dev anası ateşi verir. Bir etek fedik, bir top ip verir. Ona çabuk gitmesini söyler. Çünkü dev uyanırsa onu yiyeceğini bilir. Kız, fediği dökerek, ip eğirerek eve gelir. Dev de bu sırada uyanır: — Burada bir insanoğlu kokuyor, der. Fedik döküntüsünü takip ederek evi bulur. Kapıyı çalar. Kız arka kapıdan kaçar. Az gider, uz gider. Bir kulübede ışık görür. Kapıyı çalar, kapıyı açanlara kendini tanıtır. Bu arada kulübedekiler erkek kardeşleridir. Erkek kardeşler bunun kendi kız kardeşleri olduğunu anlarlar. Hemen içeri alırlar. Ertesi gün işe giderken kardeşler bacılarına kapıyı kimseye açmamasını söylerler. Sabah dev gelir, kapıyı çalar. Dev: — Kardeşlerin yüzük gönderdi, parmağını uzat, takalım, der. Kız bunun üzerine parmağını uzatır. Dev kızın parmağını yakalayarak yemeye başlar. Kız hemen oraya bayılır, kalır. Kardeşler gelince kapıyı açan olmaz: — Bacadan girelim, derler. Biri girer, bacısını o hâlde görünce o da düşer bayılır. Diğer ikincisi girer kapıyı açar. Kız ayılınca olanları anlatır. Kardeşler, dev yarın da gelir diye ava gitmezler, evde kalırlar. Dev gelir: — Kardeşlerinden sana bir şeyler getirdim, der. Kız kapıyı açar. Kapının arkasındaki kardeşler deve kılıçlarını saplayarak devi öldürürler. Dev: — İnsanoğlu bir daha vur, der. Çünkü bir daha vurunca dev dirilecek. Kardeşler de: — Yok ben anamdan bir kez doğdum, der. Dev ölür. Kardeşler ailelerinin yanına giderek mutlu mesut yaşarlar. *fedik: Kaynamış mısır veya buğday.
Kız Kardeş Sevgisi
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Yumurgan Böceği ile Fındık Faresi Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde Bettan Hanım adında bir yumurgan böceği varmış. Bettan Hanım evlenmek istiyormuş. Önüne gelen hayvana horoza, kirpiye, kurbağaya: — Benim adım Bettan Hanım, saçı uzun Settan Hanım. Benimle evlenir misin, diyerek evlenme teklif etmiş. Hiçbirisi kabul etmemiş. En sonunda fındık faresine rastlamış ve ona evlenme teklif etmiş: — Benim adım Bettan Hanım, saçı uzun Settan Hanım benimle evlenir misin, diye sormuş. Fındık faresi de: — Benim adım Süllüm Bey, diyerek evlenme teklifini kabul etmiş. Evlenmişler. Bir duvarın kovuğunda yuva kurmuşlar ve orada yaşamaya başlamışlar. Bir gün fare Süllüm Bey bakmış ki unları kalmamış. — Ben değirmene gideyim de biraz un getireyim, demiş. Bettan Hanım da: — Çamaşırlarımız kirlendi, ben de çamaşırları yıkayayım, demiş. Süllüm Bey değirmene gitmiş. Bettan Hanım da bir atın izine birikmiş suya eğilerek çamaşırlarını yıkamaya başlamış. Biraz eğilince suyun içine düşmüş. Çırpınmış çabalamış sudan çıkamamış. O sırada oradan atlılar geçiyormuş. Bettan Hanım atlılara seslenmiş: — Tıkır tıkır atlılar, tıkırtısı tatlılar, değirmene varırsanız, Süllüm Bey’e diyesiniz, beni gelsin buradan kurtarsın. Atlılar da: — Olur, deyip değirmene gidip Süllüm Bey’e söylemişler. Süllüm Bey koşarak gelmiş suya eğilmiş: — Ver elini çekerek, demiş. Elini uzatmış. Bettan Hanım da naz etmeye başlamış: — Hadi ben sana küserek, demiş. Süllüm Bey, birkaç kez tekrarlamış, fakat her seferinde Bettan Hanım’dan aynı cevabı almış. En sonunda Süllüm Bey sinirlenmiş, çukurun kenarındaki toprakları Bettan Hanımın üzerine yığmış ve oradan gitmiş.
Yumurgan Böceği İle Fındık Faresi
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; tıngır elek, tıngır felek, demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar: Bir köyde yaşayan üç çocuklu mutlu bir aile varmış. Bir gün çocukların annesi hastalanıp ölmüş. Babaları tek başına çocuklara bakamayınca başka bir kadınla evlenmiş. Üvey anneleri babalarının yanında çocuklara iyi davranırmış. Ama babaları işe gidince bütün işleri çocuklara yaptırıp onları dövermiş. Çocuklar babalarına bu durumu anlatamıyorlarmış. Çünkü babalarının yanında onlara çok iyi davranırmış. Ama artık çocukların dayanacak gücü kalmamış ve evden kaçmaya karar vermişler. Akşama doğru evden kaçan üç kardeş ormanın içinden geçip şehre gitmeyi planlamışlar. Çocuklar ormanın içinde ilerlerken hava iyice kararmış. Korkmaya başlamışlar. Etraftan çok korkunç sesler geliyormuş. Sonra ormanın içinde bir ışık görüp ışığın yandığı kulübeye doğru ilerlemeye başlamışlar. Kulübenin içine girmişler ki devin eviymiş burası. Ama gidecek başka yerleri de yokmuş. Mecbur burada kalacaklarmış. Dev, çocukları çok iyi karşılamış. Çocukları yedirmiş, içirmiş, en güzel yataklara yatırmış. Çünkü dev çocukları uyutup onları yemeyi planlıyormuş. Dev, çocukları yatırdıktan sonra dişlerini bilemeye gitmiş. Çocuklar da kendi aralarında anlaşmış. Sırayla biri uyanık kalıp sabaha kadar devi oyalayacakmış. Dev, dişlerini bileyip döndüğünde uyumayan çocuğu görüp neden uyumadığını sormuş. Çocuk da: — Annem bize her gece helva pişirip onu yedirir öyle uyuturdu, demiş. Dev gitmiş, bir güzel helva pişirip çocuklara yedirip tekrar yatırmış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra dev tekrar çocukların yanına gitmiş. Çocuklardan biri yine uyumuyormuş. Dev, neden uyumadığını sorunca da: — Annem bize her gece kuş sütü içirir, öyle uyuturdu, demiş. Dev gitmiş ormanda bir kuş bulup sütünü sağıp çocuklara içirmiş. Aradan biraz daha zaman geçip dev çocukların yanına gittiği zaman bu sefer üçüncü çocuğun uyumadığını görüp ona da sormuş neden uyumadığını. O da: — Annem bize her gece kevgir ile dereden su getirir, onu içirir öyle uyuturdu, demiş. Dev dereye inmiş kevgir ile su çekiyormuş ama yolu yarılamadan su bitiyormuş. Dev onunla uğraşırken sabah olmuş. En sonunda kevgirin deliklerini çamurla kapatıp suyu öyle götürmeyi akıl etmiş. Suyu doldurmuş kulübesine dönmüş. Ama çocuklar çoktan kaçıp devden kurtulmuşlar.
Üç Kardeş
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken topal bir horoz İstanbul yollarına düşer. Az gider, uz gider bir tilkiye rastlar. Tilki: — Nereye gidiyorsun horoz kardeş? Horoz: — İstanbul’a, der. Tilki, kendi de gitmek istediğini söyler. Horoz da tilkiye yorulacağını söylese de tilkinin inadı tutmuştur. İlle de gidecektir. Horoz tilkiyi cebine alır, yollara düşerler. Az giderler uz giderler bir kurda rastlarlar. Kurt da sorar horoza nereye gittiğini. O da İstanbul’a gittiğini söyler. Kurt da gitmek ister, horoz onu da cebine alır. Az giderler uz giderler. Bir ırmağa rastlarlar. Irmak da İstanbul’a gitmek ister. Irmağı da cebine alır. Az giderler uz giderler. İstanbul’a varırlar. Beyoğlu’nun çöplüğüne gider, orada didinmeye başlar: — Üüü! Beyoğlu benden korkar, der. Beyoğlu: — Bu ne diyor ki atın şunu kazların altına, der. Atarlar horozu kazların altına. Horoz cebinden tilkiyi çıkarır, tilki bütün kazları yer. Horoz çöplüğe gider yine: — Üüü! Beyoğlu beni yenemez, diye bağırır. Beyoğlu bu sefer katırları horozun üstüne salmalarını söyler. Horoz bu sefer de cebinden kurdu çıkarır ve bütün katırları kırdırttırır. Horoz yine çöplüğe gider: — Üüü! Ne kaz ne katır alt edebildi beni. Beyoğlu beni yenemez, der. Beyoğlu bu sefer horozu sobaya atmalarını söyler. Horozu sobaya atarlar. Horoz bu sefer cebinden ırmağı çıkarır ve ateşi söndürür. Bunun üzerine Beyoğlu horozu yenemeyeceğini anlar ve horozu sarayına almalarını ve onu ödüllendirmelerini söyler. Horoz da bundan sonra sarayda mutlu ve mesut yaşar.
TOPAL HOROZ
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir gün, padişahın sarayında bir horoz peyda olur ve padişahı uyutmaz. Padişah, horozu hapseder, belli bir zaman geçtikten sonra horoz serbest kalır. Horoz daha sonra sarayın yanında yine öter: — Üüü üüü! Padişah benden korktu! Üüü rüüüü! Padişah, bu durumdan usanır ve horoza beddua eder. Sonra horozun başına armut düşer. Horoz, daha sonra armudu şikâyet etmek için karakola gider. Yolda giderken tilkiyle karşılaşır ve tilki ona hemen yol arkadaşlığı teklif eder. Ancak horoz kabul etmez. Horoz ilerledikten sonra karşısına kurt çıkar ve kurt horoza yol arkadaşlığı teklif eder, horoz kabul eder. Bir müddet yürüdükten sonra karşısına tekrar tilki çıkar ve kurda yol arkadaşlığı teklif eder ve kurt, tilkinin yol arkadaşlığını kabul eder. Tilkinin asıl amacı horozu yemektir. Tilki kurdu horozun yanından nasıl uzaklaştırayım diye düşünmeye başlar ve o arada yanlarından bir düğün alayı geçer. Tilki düğün alayının önünde yatar. Düğündekiler, tilkiyi köye götürme kararı alır ve tilkiyi gelinin bindiği atın arkasına bindirirler. Sonra tilki gelini kandırır ve bütün takılarını çalar. Horoz ve kurdun yanına koşarak gelir ve yetişir. Kurt, tilkideki takıları görünce şaşırır. Kurt, tilkiye: — Altınları nereden buldun, der. Tilki padişahın büyük hazinesini bulduğunu kurda söyler ve kurdu horozun yanından uzaklaştırır. Tilki ve horoz bir köye varırlar. Tilki, horozu davet eder ve ona yemek yapar. Sonra yemeği tasın üzerine dökerler, anacak horoz yemekten yiyemez. Tilki yemeği afiyetle yer. Aradan zaman geçer. Horoz, tilkiyi yemeğe çağırır. Horoz buğday ve nohut haşlar. Bu sefer, tilki yemeği yiyemez ancak horoz yemeği yer. Bu durum tilkiyi kızdırır ve horoza: — Seni yiyeceğim, der. Horoz, tilkiye: — Dur ezan okuyup, iki rekât namaz kılayım da beni daha sonra ye, der. Tilki bunu kabul eder. Horoz bir evin damına çıkar ve — Üüüü ü köpekler, tilki burada üüürü, diye öter. Köyün köpekleri tilkiyi kovalar ve bizim kurnaz horoz kurtulur.
Kurnaz Horoz
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişah kızlarına: — Beni nasıl seviyorsunuz, diye sormuş. Kızlardan biri: — Seni yağ gibi severim, demiş. Diğeri: — Bal gibi severim, demiş. Öbürü ise: — Tuz gibi severim, demiş. Padişah bunu duyunca bu kızdan hayır gelmez diyerek öldürülmesini emretmiş. Kızı öldürmek için ormana götürmüşler. Ancak muhafızlar kızı öldürmemişler. Onun yerine bir kuş öldürüp kızın elbiselerine sürmüşler ve padişaha götürmüşler. Kız ormanda tek başına kalmış. Günler geçmiş. İhtiyar bir kadın, kızı ormanda görmüş. Alıp kendi fakir evine getirmiş. İhtiyar kadının bir tane de oğlu varmış. Oğlunun küçük bir hanı varmış. Burada kendi yağıyla kavrulurmuş. Elde ettikleri para kendilerine kıt kanaat yetermiş. Kız, oğlana babasının kervanlarının geçtiği yolu söylemiş. Oğlanın çok para kazanacağına dair bir beklentisi yokmuş. Genç oğlan, hanını bu kervanın geçeceği yerin yakınına kurmuş. Kızın dediği gibi kervandakiler oğlana çok para vermeye başlamışlar. Oğlan tahmin edemeyeceği kadar zengin olmuş. Yeni bir ev yaptırıp oraya taşınmışlar. Kızla oğlan evlenmişler. Mutlu bir hayat sürüyorlarmış. Bir gün padişah parasız pulsuz kalmış. Bütün mallarını har vurup harman savurmuş. Diğer iki kızı da padişaha yardım etmişler ve ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış. Bunu öğrenen kız, babasını kendi evine davet etmiş. Babasının, kızı öldüğü için bundan haberi yokmuş. Kız tuzsuz yemekler yaptırmış. Babası yemekleri yedikten sonra: — Yemekler güzel ama tuzsuz olmuş, demiş. Kız da: — Tuzsuz da güzeldi ama sen beni reddettin, demiş. Padişahın aklına hemen kızı gelmiş. Kız: — Gel yine padişah ol. Sen bizim babamızsın. Biz senin ettiğini etmeyelim, demiş. Bundan sonra mutlu bir hayat sürmüşler. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri sana, biri söyleyene …
Tuz Gibi Sevgi
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Kader Zamanın birinde padişahın bir oğlu varmış. Bu ülkede ünlü bir kervancı baba varmış. Bu kervancı baba, filanın kızı filanın oğluna diye kader belirleyerek denize atarmış. Bunu duyan padişahın oğlu atına binerek kervancı babanın yanına gitmiş. Padişah oğlu kervancı babaya: — Benim kaderimi de yaz, demiş. Kervancı baba da: — Senin kaderin bir çobanın kızıdır, demiş. Oğlan buna çok üzülmüş. Ülkede bu kızı bulmuş. Kimse benim kaderimi bu çobanın kızına yazamaz diyerek kaderini değiştirmek için uğraşmış. Bu çobanın kızını öldürmeye karar vermiş ve kızın evine girmiş. Kızın annesi inek sağmaya gidince oğlan, kızın başını keseyim derken kolunu kesmiş ve kaçmış. Kızın annesi gelse ki kız kanlar içinde yatıyor. Bu sırada kız dünyalar güzeli olmuş. Allah çobana da bir zenginlik vermiş. Padişahın sarayının yanında bir saray yaptırmış. Padişahın kızı bu zengin ve güzel olan çobanın kızına âşık olmuş. Oğlan, annesine ve babasına: — Kızın kolu kesik olursa olsun ben kızı alacağım, demiş. Padişahın kızı ve çobanın kızı evlenmişler. Oğlan, kıza: — Koluna ne oldu? Demiş. Kız da: — Birisi geldi ve kolumu kesti, demiş. Padişahın oğlu da bu duruma çok şaşırmış ve kızın kolunu kesenin kendisinin olduğunu kıza söylemiş. Padişahın oğlu da kaderden hiçbir şekilde kaçılmayacağını anlamış.
Kader
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde, bir çoban yaşarmış. Bir gün çoban dağda inekleri otlatırken bir ses duymuş ve korkmuş. Fakat aldırış etmemiş. Üst üste her gün böyle olunca çoban annesini çağırmış. Annesi sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş ve çalıların arkasında bir kuşun “yardım edin!” diye yalvardığını görmüş. Kuş kafesin içinde olduğu için çobanın annesinden onu azat etmesini istemiş. Kendisinin bir şehzade olduğunu fakat babasının vezirinin padişah öldükten sonra şehzadeye büyü yaptığını ve tahta kendisinin oturduğunu anlatmış. Tekrar insan olabilmesi için bu ülkede yaşayan padişahın kızıyla evlenmesi gerektiğini söylemiş. Ve kuşun dediklerini yaparlarsa onları çok zengin yapacağını söylemiş. Çoban ve annesi bunu kabul etmiş. Kuşu kafesten çıkarmışlar. Kuşu padişahın yanına götürmüşler. Kuş olanları padişaha bir bir anlatmış. Fakat padişah kuşa inanmamış ve onları kovmuş. Padişahın kızı ise kuşun güzelliğine, içtenliğine inanmış. Babasına kuşun doğru söylediğini ve onunla evlenmek istediğini söylemiş. Padişah zar zor ikna olmuş ve kızı ile kuşu evlendirmiş. Evlendikleri gece padişahın kızı kuşu eline almış ve gagasından öpmüş. O anda kuş insan olmuş. Eski hâline dönen şehzade, eşini de alarak ülkesine dönmüş. Veziri cezalandırıp tahta oturmuş. Çobanla annesine söz verdiği gibi çuvallarla altın vermiş. Çobanla annesi çok zengin olmuşlar. Şehzade artık padişah olmuş ve eşi ile ömür boyu mutlu bir hayat sürmüşler.
Kuş Olan Şehzade
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, uzak bir ülkede bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç oğlu varmış. İki büyük oğlu birbiriyle hiç anlaşamayan kavgacı insanlarmış. Küçük oğlan ise dürüst ve iyi kalpliymiş. Gel zaman git zaman padişah yaşlanmış ve ölüm korkusu yüreğine yerleşmiş. Ülkesini düşünmek için vezirlerini çağırtmış. Vezirlerden çoğu ülkenin üç şehzadeye eşit paylaştırılmasını söylemiş. Ancak padişah tahtını küçük oğluna bırakmak istiyormuş. Vezirler ise adil bir karar olmadığı için karşı çıkmışlar. Yaşlı ve bilge bir vezir ise bir fikir öne sürmüş. Bu fikri çok seven padişah hemen uygulamaya başlamış. Üç oğlunu da yanına çağırmış ve onlara birer tohum vermiş. Bu tohumları bir ay içinde yeşertenin padişah olacağını söylemiş. Bütün kardeşler tohumlarını yeşertmek için çalışmaya başlamışlar. Büyük kardeşlerin tohumları yeşermeye başlamış. Ancak küçük kardeşin tohumu yeşermemiş. Bir ay sonra padişah oğullarını huzuruna çağırmış. Büyük kardeşlerin tohumları yeşermiş ve güzelce büyümüş. Küçük oğlunun tohumunu yeşertemediğini gören padişah onu sultan ilan etmiş. Tohumu yeşeren kardeşler buna karşı çıkmışlar. O zaman padişah demiş ki: — Benim verdiğim tohumların içi yanıktı. Sizler hile yaptınız, yalan söylediniz ve tohumları değiştirdiniz. O ise dürüst davrandı ve imtihanı geçti. Bilge vezirin aklı sayesinde padişah ülkesini emanet edeceği veliahdını bulmuş. Diğer kardeşler de yalanlarının cezasını çekmişler.
Üç Tohum
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellal iken, pire berber, bit süvari iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir köyün birinde bir adam varmış. Bu adam çok bilgiliymiş. Dostu düşmanı iyi tanırmış. Bu adamın bir de oğlu varmış. Oğluna hep nasihat edermiş. Bir gün oğlunu yanına çağırmış, ona: — Oğlum sen sen ol, Köse isimli adamlara yanaşma, demiş. Oğlan babasına bunun nedenini sormuş. Babası: — Oğlum onlar çok düzenbaz ve yalancı olurlar, demiş. Bir gün babası oğlunu un öğütmeye yollamış. Giderken yine nasihat etmiş ve Köse isimlilerle iş yapmamasını tembih etmiş. Oğlan nereye giderse hep Köse adlı adamlarla karşılaşmış. Sonunda: — Aman, ne fark edecek, ben işimi tezden yaptırayım, demiş. Girmiş ununu öğütmüş. Değirmenci çocuğa dönerek: — Hele bir çöreklik un ver de karnımızı doyuralım, demiş. Oğlan unu vermiş. Değirmenci çöreği yoğurmaya başlamış. Ama sürekli cıvık oldu diye un, katı oldu diye su istiyormuş. Oğlan bakmış ki, un tükenmiş, öğüttüğü unların hepsi çörek olmuş. Değirmenci, oğlana: — Kim daha iyi yalan söylerse çörekler onun olsun, demiş. Oğlan da buna razı olmuş. Değirmenci başlamış yalan söylemeye: — Bizim üç yüz arımız vardı. Bir gün saydık ki bir tanesi eksik. Baktık ki topal arı yok, aramaya başladık. Dağa taşa, düze yokuşa, her yere baktık. Vardık ki bir yere, adamın biri bizim topal arıyı yakalamış, çifte koşmuş. Tabii arıyı hemen çiften kurtarıp eve getirdik. Bir de baktık ki bizim arının boynu sakatlanmış. Hemen iyileşsin diye arının boynuna ceviz astık. Ceviz orda bir bitti, amma kırk köye yeterdi. Cevizi düşürmek için taş attık, toprak attık oldu bize kırk dönümlük tarla. Hemen tarlayı ekip biçmeye başladık. Öyle oldu ki, kırk köye yeter buğday veriyordu. Bir gün bu tarladan bir tavşan çıktı. Ben orağı atınca orak tavşanın kıçına saplandı. Tavşan kaçtı, orak biçti; tavşan kaçtı orak biçti. Biz de böylelikle tarlayı biçmekten kurtulduk. Oğlan, değirmencinin yalanları karşısında hiçbir şey söyleyememiş. Bu kadar yalanın karşısına söyleyecek söz de bulamamış. Çaresiz tüm çörekleri değirmenciye vermiş. Değirmenci kıs kıs gülmeye başlamış. Oğlan çaresiz eve doğru yola koyulmuş. Eve gelince olanları babasına anlatmış. Babası oğlana hiç sinirlenmemiş. Yalnız ona demiş ki: — Oğlum, büyük sözü dinlemeyen her zaman yolda kalır, sen sen ol büyük sözü dinle, demiş.
Yalancı Değirmenci
Amasya
Karadeniz Bölgesi
İnci Dişli Kız Bir ailenin altı kızı, altı da oğlu varmış. Ticarete girseler hangisi daha iyi iş yapar diye düşünmüşler. Çocukların içinden bir kızla bir erkeği seçip para kazanmaları için göndermişler. Bir ırmağın kenarına geldiklerinde nasıl geçeceklerini düşünmeye başlamışlar. Kız bir sal yapıp ırmağı geçmiş. Ama oğlan bir türlü ırmağı geçememiş. Irmağın kenarında kurbağa, yılan, balık tutuyormuş. Kız ırmağı geçince inci dağına gitmiş. Yolda erkek kılığına girmiş. Kimseye kız olduğunu söylememiş. Adını Ali olarak söylemiş. İnci dağında bir ağanın yanında çalışmaya başlamış. Ağanın da yakışıklı bir oğlu varmış. Ali’nin kız olduğunu hissediyormuş. Annesine gidip: — Ali gözü kız gözü,  Yaktı yandırdı bizi,  Parmağı yüzük yeri,  Eli bilezik yeri,  Ana Ali kız yüzü, diyormuş. Kız orada bir sene kalmış. Oradayken dişinin biri kırılmış ve yerine inci koymuş. Kızı sürekli bir yerlere götürüyormuş. Bir kızın hemen kanacağı şeyleri göstermiş. Ama kız hiçbir şekilde kendini belli etmemiş. Kız, köyüne döneceği zaman bir deve yükü inci sahibi olmuş. Irmağı geçtiğinde kardeşi hâlâ orada balık tutuyormuş. Birlikte ailelerinin yanına dönmüşler. Ağanın oğlu hâlâ Ali’nin kız olduğunu düşünüyormuş. Bunun için çerçi kılığına girmiş. Kızın köyüne gelmiş. Oraya gelince bütün genç kızlar başına toplanmışlar. Getirdiği incileri onlara göstermiş. Acaba hangisi o kız diye düşünüyormuş. O onda aklına bir şey gelmiş. — Alışın kızlar alışın,  İnci mercan bölünsün,  Alışın da inci mercan bölüşün,  Bölüşün de gülüşün, demiş. Kızlar bu sözleri duyunca gülümsemişler. Ağanın oğlu kızın dişindeki inciyi görmüş. Bu zamana kadar düşündüklerinin hayal olmadığını anlamış. Ailesini gönderip kızı istetmiş. Kız, ağanın oğlunun kendisini istediğini öğrenince korkmaya başlamış: — Ben şimdiye kadar ona çok oyun oynadım. O da kesin başka bir oyun oynar, diyormuş. Ailesi, kızı ağanın oğluna vermiş. Kız, bir tuluk bal yaptırıp çeyizinin arasına koymuş. Çeyiziyle beraber göndermiş. Düğün gecesi damat odaya gireceği zaman başındaki telli duvağı tuluğun içine batırıp yapıştırmış. Tuluğa bir de ip bağlayıp arkasına saklanmış. Damat içeri girip kızın yanına gelmiş: — Ben sana o kadar şeyler yaptım ama sen beni kandırdın. Şimdi bunların hesabını vereceksin, demiş. Sonra da kıza bir oyun oynamaya karar vermiş. Bıçağını çıkarıp tuluğa vurmuş. Tuluktaki ballar yere dökülmüş. Damat balı alıp yemiş. Sonra da aklı başına gelmiş: — Ah ah! Kanın bu kadar tatlıymış. Kim bilir canın nasıl tatlıydı, demiş. Kız, bu sözlerden sonra ortaya çıkmış. Damat çok sevinmiş. Bundan sonra da mutlu yaşamışlar.
İnci Dişli Kız
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, vaktiyle çok zengin bir ağa varmış. Ağanın çok sadık, akıllı bir köpeği varmış. Ağanın köpeği çok besili bir köpekmiş. Ağanın atıklarını köpeğe veriyorlar, ayrıca köpeğe özel yemekler alıyorlarmış. Bu köpeği gece salıp gündüz bağlıyorlarmış. Bir gün kurt ağanın çiftliğinin önünden geçerken, bakımlı, besili ve boynundan bir ağaca bağlı köpeği görmüş. Köpeğin yanına gitmiş, köpeğe: — Merhaba, köpek kardeş, demiş. Köpek de: — Merhaba, kurt kardeş. Hayırdır, ne arıyorsun buralarda, dermiş. Kurt da: — Seni böyle besili, bakımlı görünce sana özendim. Yanına uğrayayım dedim, demiş. Köpek de: — Vallahi benim ağam yemeğinin yarısını kendisi yer, yarısını bana verir. Ayrıca özel yemeklerim de var. İstersen gel, beraber bekçilik yapalım. Bu çiftlikte kurt var dedikleri zaman kimse bu çiftliğe de yanaşamaz, demiş. Köpek, yalnız kalıp sıkılmamak için kendine arkadaş bulmuş. Kurt ile sohbet ederken kurt, köpeğin ensesindeki kızarıklığı görmüş ve köpeğe: — Ensen neden böyle kızarmış, diye sormuş. Köpek de: — Ya, beni gündüz bağlayıp akşam salıyorlar. Tasmam beni çok sıkıyor, ondan kızarmıştır, demiş. Kurt da köpeğe: — Köpek kardeş, besilisin, bakımlısın ama özgür değilsin. Ben böyle yaşayamam ki. Ben serbest olmazsam yaşayamam, demiş ve oradan ayrılmış.
Kurt ile Köpek
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, cinler cirit oynarken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, vaktiyle bir ülkede bir baba, bir üvey anne, bir de kız yaşarmış. Üvey anne, üvey kızına çok kötülük yaparmış. Kız evi süpürür, annesi eve kül, kavurga saçarmış. Saçtıklarını da kıza kirpikleriyle toplatırmış. Bir ırmak bekçisi varmış. Kız, sürekli oraya gidip dert yanarmış. Bir zaman sonra üvey annenin bir de öz kızı olmuş. İki tane ırmak varmış. Biri ak su, biri kara suymuş. Irmak bekçisi öz kıza yüzünü kara suda, üvey kıza ise yüzünü ak suda yıkamasını söylemiş. Üvey kız, çok güzel; öz kız ise çok çirkin olmuş. Öz kızın alnında boynuza benzeyen üç çıkıntı oluşmuş. Annesi bunu görünce çok şaşırmış. Üvey kızının çok güzel, öz kızının ise çok çirkin olmasına sinirlenmiş. Irmak bekçisinin yanına gidip: — Neden benim kızım çirkin de üvey kızım çok güzel, diye sormuş.  Irmak bekçisi de onun yüzünü kara suda yıkadığını, üvey kızın ise ak suda yıkadığını söylemiş. Öz kız, yüzünü ak suda yıkasa da güzelleşmemiş. Üvey kızına bir sürü talip çıkıyormuş, öz kızını kimse beğenmiyormuş. Üvey ana, üvey kızını birine vermiş, ama onu gelin etmemiş. Gelinliği kendi kızına giydirip onu göndermiş. Geline bakmışlar, kendi gelinleri olmadığını anlamışlar. Çok şaşırmışlar ve kızı evine geri göndermişler. Böylece anlaşılmış ki yapılan hiçbir kötülük cezasız kalmıyor; er ya da geç bunun hesabı veriliyor.
Irmak Bekçisi ile Üvey Kız
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, diyarın birinde bir dul kadın ve iki kızı varmış. Kadın, bu kızlardan ikisi de öz kızı olmasına rağmen büyük kızını severken küçük kızından nefret edermiş. Bütün işleri bu küçük kızına yaptırırmış. Bir gün küçük kızı su getirmesi için çeşme başına göndermiş. Bu küçük kız o kadar iyiymiş ki kimseyi kıramazmış. Çeşme başında testilere su doldururken yaşlı bir kadın gelmiş, su istemiş. Küçük kız hemen vermiş. Kadın bu iyiliğin karşılığında benden ne dilersin diye sormuş. Kız bir şey istememiş. Ama kadın demiş ki: — Sana bir hediye vermek istiyorum. Bugünden sonra ne zaman konuşursan ağzından inci dökülecek. Kız eve gelmiş. Annesine olanları anlatmış. Kız konuştukça ağzından inci dökülüyormuş. Annesi hemen kızının dediği yere büyük kızını göndermiş. Kız gitmiş. Kardeşinin anlattığı kadın yokmuş. Genç bir kadın varmış. O su istemiş ama büyük kız ona su vermemiş. Eve gelmiş, olanları anlatmış. Bugünden sonra ne zaman konuşsa ağzından yılan çıkar olmuş. Kadın sinirlendiği için küçük kızını evden kovmuş. Küçük kız çaresiz ormana gidip bir ağacın dibinde yaşamaya başlamış. Küçük kız çaresiz ormanda dolaşırken bir şehzade görmüş. Şehzadeye olanları anlatmış. Şehzade kızın bu hâlinden çok etkilenmiş. Ağzından incilerin dökülmesi şehzadenin çok hoşuna gitmiş. Hemen bu kızla evlenmiş. Bir ömür mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Bu masalda burada bitmiş.
İncinin Kerameti
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, vaktiyle uzak diyarda zengin bir adam varmış. Bu adam oğlunu evlendirmek için harekete geçmiş. İstediği gelin de kendi evine yakışacak aklı başında, en önemlisi de geçinmeyi bilecek bir gelinmiş. Gelin ararken tanıdıkları buna bir kız önermişler. Adam kızı görmüş ve beğenmiş. Oğluma yakışır, deyip kızı evine gezmeye götürmüş. Evin odasını önceden bir altınla doldurmuş. Kızı alıp bu odaya sokmuş. Kıza: — Kızım bu altınlar bize ne zamana kadar yeter, demiş. Kız da altınların heyecanıyla: — Babacığım bu altınlar sizi de beni de öldürür, demiş. Adam bu sözü duyunca: — Bu kız geçimi bilmez, deyip kızı evine yollamış. Sonra tekrar oğluna kız aramaya koyulmuş. Bir gün ticaret amacıyla bir köye gitmiş. Misafir kaldığı evin büyük kızını beğenmiş. Onu da alıp evine gezmeye götürmüş. Bu kızı da altın dolu odaya sokmuş ve aynı soruyu sormuş. Kız: — Baba, bu harca harca bitmez, çocuklarıma yeter, demiş. Adam bu kızdan da istediği cevabı alamayınca, kızı babasının evine yollamış. Artık umudunu kesmiş ve: — Kaderde varsa o gelir, bizi bulur, demiş. Bir gün adamın evine bir aile misafir olmuş. Adamın oğlu misafirlerin kızını beğenmiş. Adam alıp onu da altın dolu odaya götürmüş. Kıza: — Kızım, bu altınlar bize ne zamana kadar yeter, demiş. Kız: — Efendim bunların üstüne konmadıkça çabuk biter, demiş. Adam — Bu kız oğlumu geçindirir, deyip kızı babasından istemiş. Böylelikle istediği gelini bulmuş. Bu kızı babasından istemiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Altın Davası
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kızlarını el bebek gül bebek büyütmüşler. Hiç iş öğretmemişler. Kız hiç iş yapmayı bilmez imiş. Bir de üşengeçmiş. Yerinden bile kalkmazmış. Gel zaman git zaman bu kız büyümüş, evlenecek çağa gelmiş. Anasıyla babası kızı bir avcıyla evermişler. Ama kız tembelmiş. Hiç iş yapmazmış. Bir gün avcı kocası ava gitmiş. Bir tavşan vurmuş. Eve gelmiş tavşanı ateşe koymuş. Yeniden ava gidecekmiş. Karısına: — Tavşanı ateşe koydum, bak da arada köz olmasın, demiş. Demiş ama tembel kız hiç yerinden bile kalkmamış. Neyse aradan epeyce bir zaman geçmiş. Eve bir dilenci gelmiş ve: — Abla, Allah rızası için bir ekmek verir misin bana, demiş. Kız üşengeçliğinden yerinden bile kalkmadan: — Mutfak te orada, git kendin al, demiş. Dilenci mutfağa girmiş ki kazanda tavşan kaynıyor. Alıp tavşanı heybesine koymuş. Kazanın içine de ayağındaki iki pis çarıklarını koymuş. Tembel kızın yanına varmış, demiş ki: — Abla ekmeği aldım. Allah razı olsun. Gideceğim; ama sana bir şiir okuyayım da öyle gideyim. Başlamış uzun hava çekmeye: Senin aşın benim torba içinde, Benim çarık senin çorba içinde, Sen yat kaba yorgan içinde, Ben yiyeceğim aşı orman içinde. Sonra dilenci varmış gitmiş yoluna. Aradan zaman geçmiş. Kızın kocası eve gelmiş. — Tavşanı pişirdin mi kız, demiş. Karısı olanı biteni anlatmış ve dilencinin bir türkü söylediğini de eklemiş. O zaman anlamış kocası durumu. — Tüü! Gitti bizim yemek desene, demiş. Karısıyla bir müddet tartışmışlar. Aç kalmışlar o gece. Tembel kıza da ders olmuş. Tembelliği bırakmış, mutlu olmuşlar.
Tembel Kız
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, bir evin bir kızı varmış. Bu kız, karga şeklindeymiş ama o aslında güzel bir peri kızı imiş. Annesi, babası ise bunu bilmiyorlarmış. Annesi ona “Kış kış karga!” dermiş ve hiçbir iş yaptırmazmış. Kız da çamaşırları dereye götürür, onları yıkarmış. Dereye gidince karga kılığından çıkar, güzel mi güzel bir kız olurmuş. Bir gün bu kızı derede bir genç görmüş ve ona âşık olmuş. Eve gelmiş, annesine komşunun kızıyla evlenmek istediğini söylemiş. Annesi ve babası o kızı istemeye gitmişler. Kızın annesi: — Benim kızım yok, bir karga kızım var, demiş. Genç, onun karga olmadığını bildiği için onunla evlenmiş. Kız, kocasının yanında peri kızı oluyor, dışarı kaynanasının yanına çıkınca karga oluyormuş. Bir gün değil, beş gün değil. Kaynana dayanamamış. Benim oğlum bunu nasıl seviyor diyerek odalarına saklanmış. Gizlice gözetliyormuş. Bir de ne görsün! Karga gelin, kocasının yanına gelince dünyalar güzeli bir gelin oluyormuş. Kaynana onu öyle görünce dayanamamış ve güzel gelinim diye sarılmış. O sarılınca gelin ölmüş. Peri kızı olduğunu bilmiyormuş. Bilseydim sarılmazdım, diye ağıtlar yakmış ama olan olmuş ve gelin ölmüş.
Karga Gelin
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde devrin padişahının bir veziri varmış. Çok bilgili bir devlet adamı imiş. İnsanlar bu vezire akıl danışırlarmış. Söylediği sözlere değer verilir, nasihatleri dinlenirmiş. Adamın birinin de bir oğlu varmış, bu oğlan hayattan hiç zevk almazmış. Sorumluluklarını bilmezmiş. Hayatını nasıl idare edeceğini de bilememiş. Babası oğlunun bu durumu karşısında çaresiz kalmış. Bu vezire götürmeye karar vermiş: — Elbet bir yol gösterir, demiş. Vezirin yaşadığı sarayda çok güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye giren bir daha çıkmak istemezmiş. Vezir, bu gencin eline bir kaşık su vermiş ve: — Bu bahçeye gireceksin. İstediğin gibi gez, dolaş ama elindeki kaşığın içindeki suyu dökme, demiş. Genç, elindeki kaşıkla beraber bahçeyi gezmeye başlamış. Gördüğü güzellikler karşısında hayran kalmış. Çiçeklerden, ağaçlardan gözünü alamamış. Genç, bahçeyi gezdikten sonra vezirin yanına gelmiş. Kaşıktaki suyun döküldüğünü gören vezir gence şu nasihatte bulunmuş: — Hayat güzel bir bahçedir. Önemli olan ise elindeki bir kaşık suyu dökmeden dünya nimetlerinden yararlanmak, o güzellikleri görebilmektir. Hem hayatı yaşamak gerek hem de insanın kendisini koruması gerekir, demiş. Genç adam bunu anlamış. Bu görüşmeden sonra hayatına yön vermiş. Mutluluk içinde yaşayıp gitmiş.
Vezir ile Genç
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir padişahla veziri varmış. Bu padişahla vezir devamlı seyahat ederlermiş. Yine bir gün padişahla vezir seyahat için saraydan ayrılmışlar. Bir yayla çadırına misafir olmuşlar. Bu çadırda bir çoban yaşarmış ve yaylada da sürüsünü otlatırmış. Bu çoban çok cömertmiş. Gelen misafirlerin padişahla vezir olduğunu bilmediği hâlde sürüsünün en büyük koyununu seçip misafirlerine ikram etmek için kesmiş. Koyun kızarıp sofraya geldiğinde padişah: — Bu koyun üç kişiye çok fazla, demiş. Bunu duyan çoban: — Hane sahibinin işine karışma, diyerek padişaha bir tokat patlatmış. Padişahla vezir hiçbir şey diyememişler. Saraya dönmüşler. Çobanın padişaha tokat atması, padişahın da vezirin de çok zoruna gitmiş. Bu tokadın altında kalmamak için bir şeyler düşünmüşler. Vezirin aklına bir şey gelmiş. Padişaha: — Padişahım, o çobanı saraya davet edelim, yedirip içirelim. Sonra siz altın tabakları camdan denize atmaya başlayın. Çoban: — Durun, atmayın, dediğinde siz de ona “Hane sahibinin işine karışma!” diyerek tokat atarsınız. Böylece biz de öcümüzü almış oluruz, demiş. Bunun üzerine çobana haber göndererek saraya davet etmişler. Çoban saraya gelmiş. Hep birlikte yiyip içmişler. Sonra padişah altın tabakları camdan denize atmaya başlamış. Ama çoban hiçbir şey dememiş. Bunu gören vezir, çobana: — Söylesene padişaha altın tabakları atmasın, demiş. Çoban da: — Hane sahibinin işine karışma, diyerek bir tokat da vezire patlatmış.
Hane Sahibinin İşine Karışılmaz
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Vaktin birinde bir padişahın oğlu varmış. Bunun da bir lalası olup yanından hiçbir yere salıvermezmiş. Kendi canı gibi severmiş. Bu oğlan bir gece rüyasında bir kız görerek âşık olur. Kız da kırklardan imiş. Bu kız kimin kızı oldu­ğunu bilemeyerek aşkından gece gündüz ağlar dururmuş. Bir gece yine rüyasında kızı görür. Kız oğlana, "Ağlama! Gel beni kırklar hamamımda bul." deyip kaybolur. Oğlan uykudan uyanarak lalasına: — Canım lala, Kırklar hamamı nerededir, bilir mi­sin? diye sorar. Lalası: — Aman şehzadem ne yapacaksın? Bunu sana kim söyledi? deyince oğlan başına geleni lalasına anlatır. Lalası da: — Şehzadem, sen hiç merak etme. Ben sana o kızı bulurum ama bunu kimseye söyleme. Onlar peridir, sonra seni öldürürler, der. Bir gece lalası kendi ken­dine kalkar doğru o hamama varır. Hamam kapısın­dan içeri girince lalaya sille tokat yağdırırlar. Lala hiç aldırmayarak hamamın ta içine girer. Göbek taşına oturur. Bir de hamamın kubbesi açılır gibi bir gürültü kopar. Lala her ne kadar korkarsa da kendini tutar. Bir de bakar ki şehzadenin âşık olduğu kız gelir. Lalayı hiç görmez gibi oturup bileziğini, incilerini çıkararak göbek taşına kor. Lala, kız yıkanırken bunları alıp ha­mam kapısından gene dayak yiyerek dışarı çıkar, ama aklı da başından gider. Ne ise o aldığı şeyleri saraya getirir. Şehzadeye kı­zın bileziği ile incilerini gösterince oğlan: — Aman lala, sen bunları nasıl aldın? diye sorar. Lala da yaptığı işleri söyler. Oğlan biraz sevinirse de: — Aman lala, şu gittiğin yere beni de götür, der. Lala: — Şehzadem, sen benim gittiğim yere gidecek ol­san deli olursun. Hem dayağa dayanamazsın. Kim bi­lir şimdi bir daha gidecek olsam ne kadar çok dayak yiyeceğim. Bir gün seni o kızın oturduğu yere götüreyim de sen de onu gizlice seyret. Ama sakın kendini onlara gösterme. Sonra sen de onlara karışıp bir daha ne benimle ne de annen ile babanla görüşürsün, der. Oğlan: — Aman lalacığım, sen beni götür de ben senin dediklerini yaparım, der. Bir gece kimse duymadan lalası şehzadeyi alıp gi­der. Gide gide bir bahçeye varırlar. Lala şehzadeyi bir ağaç ardına saklar. Kendi de yanı başında gizlenir. Bi­raz sonra bakarlar ki kırk tane güvercin gelir. Bahçede bulunan havuza dalarak hepsi çırpınıp birer kız olurlar. Oğlan da kendi rüyasında gördüğü kızı görünce tanır: — Aman lalacığım, şimdi gördüm, işte benim sevdiğim öndeki değil mi, der. Lalası: — Aman şehzadem sus. Şimdi bizi işitirlerse hem kaçarlar, hem de sonra buradan çıkamayız, der. Ne ise şehzade sesini keser ama artık sabrı kalmaz. Kızlar bir sofra kurup otururlar. Yerler, içerler. Kız ye­mek yedikten sonra bir şişe şerbet getirtip kupalara koyarak: — Beni sevenin aşkına, der. Hepsi de içerler. Sonra kalkıp oynarlar. Hepsi soyunup yıkanmak için havuza girerler. Hemen lala gidip kızın urbalarını alarak yine yerine gelir. Ne ise bunlar yıkanırlar. Hepsi urbalarını giyerek çırpındıkları gibi kuş olup uçarlar. Bu kız urbalarını arar bulamaz. Eyvah! Buraya bir düşman gelmiş. "Şimdi ben ne yapa­yım?", diye oturup düşünür. Kendi kendine, "Acaba bunu bana yapan kimdir?" deyip dururken oğlan ağacın ar­kasından çıkar. Kız bunu görünce: — Aman şehzadem urbalarım sende ise ver, derse de oğlan yemin eder: — Ben almadım, bende değildir, der. Kız da: — Sen burada imişsin, başka bir kimse gelip aldıysa da elbet görmüşsündür. Oğlan: — Ey sevgilim, bunca vakittir senin aşkınla yanıp tutuşarak gece gündüz ağlardım. Sen ise bütün gün zevkinde cümbüşünde oturuyorsun. Bana teslim ola­cağına yemin et senin urbalarını bulayım, der. Kız, peki deyip yemin edince rüzgâr koparak bü­tün bahçe kır gibi çayırlık olup ikisi de şaşırıp kalırlar. Kız: — Eyvah şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın. Şimdi sen benim ben senin oldum, der. Oğlan sevinerek, aman lalacığım nerede, diye öteyi beriyi ararsa da bir türlü bulamaz. Kıza: — Ey sevdiğim, senin urbalarını alan benim lalam idi ama o şimdi yok. Acaba nereye gitti? der. Kız: — Şehzadem sen artık onu arama. Eğer benim urbalarımı yakmış olsaydın o vakit lalanı kaybetmezdin. Şimdi benim urbalarımı ona giydirdiler, o da kırklara karıştı ama ben kurtuldum. Oğlan kızı bulduğuna sevinirken lalası da pek sev­gilisi olduğu için eyvah istediğimi buldum ama birini de kaybettim, diye ağlayıp dururken kız: — Ey şehzadem, benim kaybettiğim bir halayığım vardı. Eğer o bana bir kere gelecek olursa onun bana zararı dokunmaz. Ben senin lalanı ona söyleyip buldururum. Haydi, şimdi biz gidelim der. Oğlan ne yapsın. Kızı aldığı gibi doğru sarayına gö­türür. Odasında otururken kızın o sevgili halayığı kuş suretinde pencerenin önüne gelip kıza: — Ey sultanım benden nasıl ayrıldın? Şimdi ben sen­siz ne yapayım, deyince kız ağlamaya başlayıp: — Haydi, şu bahçedeki havuza gir. Şehzademin sev­gili lalası her nerede ise onu çağır, der. Kuş: —Aman sultanım, onu arkadaşları hiç yanlarından ayırmıyorlar. Şimdi ben onu çağırıp buraya getirecek olursam öbürkülerde onunla beraber gelip benim çağırdığımı anladıkları gibi beni de öldürürler. Sonra bü­tün bütün sana hasret kalırım. Ben şimdi gidip onu bir tenhada bulursam belki buraya getirebilirim, der. Kız: —Aman dadıcığım, her ne yaparsan yap onu bu­raya getir. Hiç olmazsa bir kere yüzünüzü görürüz, de­yince kuş uçup gider. Arası birkaç gün geçtikten sonra şehzadenin lalasını bulup: —Şehzade senin için çok ağlıyormuş. Şimdi seni bir kere görmek için benden istediler. Nasıl edip de seninle gidelim, demesiyle lala: —Bir gece seninle gizlice gideriz ama çabuk gelmeliyiz. Zira arkadaşlarım beni bir saat görmeseler olmaz. Sonra bizim nereye gittiğimizi görürlerse he­men öldürürler, der. Ne ise gece olunca ötekiler duymadan bunların ikisi birden kalkıp şehzadenin bahçesine gelirler. Havuzda çırpınıp adam kılığına girerler. Kız bunları görünce: —Şehzadem aman şimdi ben bunları içeri alır ve merdiven başında urbalarını soyup bizim urbalarımızdan giydiririm. Sonra sen odaya girdikleri vakit urbalarını al ateşe at. Bir daha kendi kılıklarını bulamayıp bizimle kalırlar, diyerek hemen bahçeye iner. Bunları içeri alıp urbalarını soyarak başka urba giydi­rir. Şehzadenin odasına girdikleri zaman şehzade he­men urbalarını ateşe atınca bunlar, eyvah yandık! diye düşüp bayılırlar. Ne ise bunları ayıltırlar ve hepsi birbirlerine sarılıp kavuşurlar. Sonra şehzade kızı kendine, kızın dadısını da lalasına nikâh ettirip kırk gün kırk gece düğün yaparlar.
[Şehzade ile Peri Kızı]
İstanbul
Marmara Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zamanın birinde bir padişah bir de bu padişahın veziri varmış. Padişahın da vezirin de birer kızları varmış. Vezirin kızı o kadar güzelmiş ki gören hayran kalırmış. Padişahın kızı da çok güzelmiş. Fakat vezirin kızı kadar güzel değilmiş. O yüzden vezirin kızını çok kıskanırmış. Bir gün vezirin kızı hasta numarası yapıp doktorlara vezirin kızı öldürülürse iyileşeceğini söylemesini emretmiş. Doktorlar bunu padişaha söylemişler. Vezir kızını öldürmeyi kabul etmiş, fakat kızına kıyamadığı için kediyi kesip kanını yollamış. Kızını sandığa koyup çarşıya gitmiş, pazarda bir yere koyup gelmiş. Daha sonra kızı sandıkla beraber bir adam almış. Kız her gün adam evden çıktıktan sonra evi temizleyip süpürüyor, geri sandığın içine giriyormuş. Adam çok şaşırıp bunu kimin yaptığını anlayamıyormuş. Bir gün sandığın içine bakmış, dünyalar güzeli bir kız görmüş. Kızı kendine eş etmiş. Kızı annesinin yanına göndermiş. Kız, annesinin yanına gidince kız hakkında kötü sözler söylenmeye başlamış. Bunu duyan kocası, kızı öldürmeye karar vermiş. Kızı öldürmeye yanına gidince kız bir yolunu bulmuş ve kaçmış. Kendini denize atmış.  Onu üç balıkçı tutmuş. Kız onların elinden de kaçmış. Sonra onu padişahın oğlu yakalamış. Kendine eş etmiş. Kız padişahın oğlundan bir çeşme yaptırmasını, üzerine de kendi resmini çizdirmesini istemiş. Resmi gören balıkçılar hemen o kızı biz bulduk diye sahiplenmek istemişler. Padişahın oğlu onların cezasını vermiş. Kızın eski kocası gelmiş: — O benim karım, demiş. Padişahın oğlu iftira attığı için ona da cezasını vermiş. Sonra mutlu bir şekilde hayatlarına devam etmişler.
Vezir Kızı
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemek günah, az söylemek sevapmış. Vakti zamanında bir padişah varmış. Onun da bir oğlu varmış. Bir gün padişah: — Ben oğluma dünyanın en güzel atını alacağım, demiş. Çevre köyleri dolaşmışlar. Buna bir at almışlar ki rüzgâr gibi uçuyormuş. Yalnız bir dev karısı bu atın ününü duymuş. Dev karısı: — Falan padişahın atını çalıp getirene bin altın vereceğim, demiş. O demiş ki, ben getireceğim, o demiş ki, ben getireceğim. Dev karısı bir şartı olduğunu söylemiş. Bu atı çalıp getirmezlerse köylerini yerle bir edecekmiş. Bu şartı kabul etmişler. Bunların hepsini bir odaya almış. Atı çaldırmak için günde birini göndermiş. Yalnız adamlar kapının önüne varmadan at kişniyormuş Padişahın adamları da bu adamları orada yakalıyormuş. Öyle öyle derken bakmışlar ki hiç köy, kasaba kalmayacak. Bir gün padişah atın seyisi Keloğlan’ı yanına çağırmış. Dev karısının yanına gidip atın seyisi olduğunu, atı çalacağını ve kendisine vereceğini, söylemesini istemiş. Keloğlan gelip dev karısına padişahın dediklerini söylemiş. Ancak dev karısının da kendisiyle gelmesini istemiş. Sarayda katran kazanlarını kaynatmışlar. Kara sakızı eyerin üstüne dökmüşler. Keloğlan atı gidip getirmiş. Dev karısına ata binmesini söylemiş. Dev karısı ata binmiş. Ama çabalamış, kalkamamış. Padişahın adamları dev karısını tutmuşlar: — Sen bizim bu kadar köyümüzü imha ettin, demişler. Dev karısını atın kuyruğuna bağlamışlar. Sürükleye sürükleye onu iyice yormuşlar. Sonra da zindana kapatmışlar.
Padişahın Atı İle Dev Karısı
Konya
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, vaktiyle bir balıkçı, karısı ve çocukları yaşarmış. Bunların günleri yarı aç, yarı tok geçermiş. Balıkçının kardeşi çok zenginmiş. Ara sıra abisine yiyecek verirmiş. Bir gün balıkçının karısı, küçük çocuğunu un alması için amcasının evine yollamış, ama amcası un vermemiş. Un vermediği gibi hakaret de etmiş. Bu durumu öğrenen balıkçı çocuklarına söz verir. Gidip size bir kasa balık tutacağım diye. Gider; ama akşama kadar bir tane bile yakalayamaz. En sonunda oltasına bir taş takılır. Balıkçı sinirlenir. Birkaç defa daha takılınca balıkçı iyice sinirlenir ve taşı denizin ortasına atar. Sonunda yine oltasına takılır, o taşı alıp eve götürür. Çocuklar bu taşla oynarken bu taş parlar. Adamın karısı bunun elmas olduğunu anlar. Balıkçı bu taşı götürüp hükümdara satar. Hükümdar buna üç çuval altın verir. Balıkçı artık zengin olur. Kardeşi bunu kıskanır ve altınları nereden bulduğunu sorar. Balıkçı da: — Padişahın sarayını fareler basmıştı. Ben de üç çuval kedi götürdüm. O da bana altın verdi, demiş. Adam şehirde ne kadar kedi varsa hepsini yakalayıp saraya götürür. Ortalığa salıverir. Kediler saraydaki değerli eşyaları kırar. Padişah da adamı hapse attırır. Balıkçı ve ailesi mutlu bir yaşam sürer. Kardeşiyse aç gözlülüğünün kurbanı olur.
BALIKÇI İLE ZENGİN KARDEŞİ
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir yaşlı kadın varmış ve bu yaşlı kadının da bir tane keçisi varmış. Her gün bu keçiyi sağarmış ve sütünü saklarmış. Ama bir tilki gizlice gelip bu sütten içermiş.  Yaşlı kadın bunu fark etmiş ve bir gün yine keçiyi sağmış, sütünü saklamış ve bir köşeye saklanmış. Bir de bakmış ki tilki geliyor. Onu izlemiş ve sütü içtiğini görmüş. Ve tilkinin kuyruğunu yakalamış. Tilki kaçmak isteyince kuyruk kopmuş, yaşlı kadının elinde kalmış. Yaşlı kadın, tilkinin kuyruğunu alıp süslemiş. Kuyruğa boncuk ve renkli kumaşlar bağlayıp pencerenin önüne asmış. Tilki, ormana gittiğinde diğer hayvanlar onu kuyruksuz görmüşler ve hep birlikte hâline kahkaha ile gülmüşler. Bunun üzerine tilki kapısını çalıp yaşlı kadına: — Kuyruğumu ver bana, demiş. Yaşlı kadın da tilkiye: — Sen de sütümü ver, demiş. Tilki keçinin yanına gitmiş ve: — Keçi kardeş, süt ver bana, demiş. Keçi de tilkiye: — Sen de bana yaprak getir, yiyeyim, sütüm çok olsun, vereyim, demiş. Tilkiyi, meşeye gitmiş. Meşeye: — Meşe kardeş, bana yaprak ver, demiş. Meşe de tilkiye: — Sen de bana su ver, canlanayım şöyle, yapraklarım gürleşsin, vereyim, demiş. Tilki çeşmeye gitmiş. Çeşme de: — Git bana padişahın kızlarını getir, üstümde oynasınlar. O zaman sana su veririm, demiş. Tilki de padişahın kızlarının yanına gitmiş ve onları çeşmenin başında oynamaya ikna etmiş. Padişahın kızları gelmiş ve çeşmenin başında oynamışlar. Çeşme su vermiş. Tilki, suyu meşeye vermiş. Meşe, tilkiye yaprak vermiş. Tilki, yaprağı götürüp keçiye vermiş. Keçi de tilkiye süt vermiş. Tilki sütü götürüp yaşlı kadına vermiş. Yaşlı kadın da biraz süslemiş olduğu tilkinin kuyruğunu geri vermiş. Tilki kuyruğunu takmış, gitmiş. Tilkiyi yolda kurt, ayı ve tavşan görmüşler. Ve tilkiye: — Tilki kardeş senin kuyruğun neden bu kadar güzel, diye sormuşlar. Tilki de: — Ben bu göle atladım, o yüzden kuyruğum bu kadar güzel, demiş. Onlar da tilkiye inanmışlar ve göle atlamışlar ve gölde boğularak ölmüşler.
Yaşlı Kadın ile Tilki
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Vaktiyle köyün birinde fakir mi fakir bir kaşıkçı yaşarmış. Her gün ormana gider, uygun ağaçları kesip eve getirir, onlardan kaşık yapar, yaptıkları kaşıkları satar, öyle geçinirmiş. Bu kaşıkçı yine bir gün ormana odun toplamaya gitmiş. Ormanda uygun ağaç ararken yerde yatan bir tilki görmüş. Onu görünce tilkinin korkup kaçacağını sanmış, ama tilki yerinden bile kıpırdamamış. Zavallı tilki meğer sakatmış. Kaşıkçı, bu garip ne yiyip içiyor diye merak etmiş ve bir ağacın arkasına saklanmış. Olup bitenleri izlemeye başlamış. Derken bir aslan, ağzında etle gelmiş ve bu tilkinin önüne bırakmış. Tilki, aslanın getirdiklerini yemiş, uyumaya başlamış. Bu durum kaşıkçının hoşuna gitmiş ve bir plan yapmış. Tilki gibi olmaya karar vermiş. Köyün ortasına oturmuş ve birilerinin ona yardım etmesini beklemiş, ama kimse onunla ilgilenmiyormuş. Günlerden bir gün bir yaşlı kişi köyde gezerken kaşıkçıya rastlamış ve köyün ortasında niye boş boş oturduğunu sormuş. Kaşıkçı, ormanda gördüklerini anlatmış. Yaşlı adam bu durum karşısında kaşıkçıya şöyle bir öğüt vermiş: — Tilkiyi örnek alıp böyle boş boş oturacağına aslanı örnek alıp da hem kendine hem başkalarına yardımın dokunsa daha iyi olmaz mı, demiş. Bu sözler üzerine aklı başına gelen kaşıkçı, eski işine dönüp yine ekmek kazanmaya ve etrafına yardım etmeye başlamış...
Kaşıkçı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  Bir zamanlar uzak bir ülkede iyi bir padişah varmış. Bu padişah halkının ne kadar dürüst olduğunu öğrenmek için bir karar vermiş. Tellallarını çağırtarak: — Gidin halkıma söyleyin bir ay sonra çok büyük bir havuz yaptıracağım, demiş.   Tellallar sokaklarda gezerek ilanı halka duyurmuşlar. Halk çok meraklanmış ve beklemiş. Nihayet beklenen gün gelmiş ve halk meydanda toplanmış. Bir de ne görsünler, koskoca bir havuz ama içi boşmuş. Halk iyice meraklanmış. Padişah ileri çıkarak: — Herkes bu gece eline bir kova süt alarak bu havuza dökecek, demiş. Halk da böyle güzel bir havuzun ülkelerinde olacağına sevinerek dağılmış. Gece olunca herkes eline bir kova su almış. Nasıl olsa kimse anlamaz diye suyu havuza dökmüşler. Sabah olunca havuzun başına gelmişler. Ama ne görsünler! Havuzda süt yerine su bulunuyormuş. Oysa padişah süt olacağını söylemiş. Meğer gece herkes süt yerine su getirmiş.   Padişah da amacına ulaşarak halkına şöyle seslenmiş: — Hiçbir hile asla gizli kalmaz. Gerçek mutlaka ortaya çıkar, demiş. Halk da hatasını anlayarak sessizce dağılmış.
Süt Havuzu
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Uzun yıllar önce, hiç erkek çocuğu olmayan bir padişah varmış. Bir gün lalasıyla yürüyüş yaparken bir kuyuya gelmişler ve dilek dilemek için durmuşlar. Birden bir derviş ortaya çıkarak:  -Selam olsun padişahım! demiş. Buna karşılık padi­şah:  -Benim padişah olduğumu biliyorsan derdimin sebebini de biliyorsundur, demiş. Derviş, göğsünden bir elma çıkarmış ve -Derdiniz, oğlunuzun olmayışı­dır. Bu elmayı alın, yarısını yiyin ve diğer yarısını da karınız yesin. Bir zaman sonra bir erkek evladınız olacak. Bu çocuk, yirmi yaşına kadar size ait; ama daha sonra benim olacak, demiş ve ortadan kaybolmuş. Padişah, sarayına dönmüş ve elmayı ikiye bölmüş. Dervişin söylediği gibi bir yarısını kendisi yemiş, diğer yarısını da karısına vermiş. Bir zaman sonra dervişin söz verdiği gibi padişahın bir oğlu olmuş ve ülke çapında şenlikler yapılmış. Oğlan beş yaşına geldiğinde, ona okuma ve yazma öğretmek için bir hoca tutulmuş; on üçüne geldiğinde yürüyüşler ve seyahatler yapmaya başlamış ve kısa süre sonra da av gezilerine katılmış. Yirmisine yaklaşma­ya başladığında, babası ona evlenmek için bir eş aramaya başlamış. Uygun bir kız bulunmuş ve nişanlanmışlar. Ancak, düğün günü tüm da veliler tören için hazırken derviş gelip damadı almış, bir dağın eteklerine kapanıp  -Huzur için­de ol  demiş ve gitmiş. Korkuyla etrafına bakan genç şehzade, kenarında olduğu nehre doğru uçan üç beyaz güvercinden başka bir şey görememiş. Güvercinler yere indiklerinde üç güzel kıza dönüşmüşler ve nehre girmişler. Daha sonra iki tanesi nehirden çıkarak kuş haline dönmüş ve uçarak uzaklaşmışlar. Üçüncüsü ise sudan çıkarken genç şehzadeyi görmüş. Burada olmasına şaşırarak nasıl geldiğini sormuş.  -Beni bir derviş getirdi buraya  demiş genç şehzade. Kız ise, -O derviş be­nim babamdır. Gelince seni saçından tutup şu ağaca asacak ve kırbaçla sana vuracak. Eğer sana, -Biliyor musun? diye sorarsa -Bilmiyorum! dersin demiş ve bir güvercine dönüşerek uçup gitmiş. Şehzade, bir süre sonra dervişin, elinde bir kırbaçla yaklaştığını görmüş. Derviş, şehzadeyi saçından tutup ağaca asmış, kırbaşlaçamay başlamış ve -Bi­liyor musun?  diye sormuş. Şehzade: -Bilmiyorum!  diye cevaplamış ve üç gün boyunca bu böyle devam etmiş. Derviş, kurbanının hiçbir şey anlamadığına ikna olunca onu serbest bırakmış.  Bir vakit sonra, şehzadenin yanına bir güvercin gelmiş ve "Bu kuşu al ve sakla. Babam gelip -Bu üç kızdan hangisini istiyorsun?  diye sorarsa beni göster. Beni tanıyamazsan bu kuşu çıkar ve -Bu kuş hangisine uçarsa onu istiyorum dersin demiş ve uçarak uzaklaşmış. Ertesi gün derviş, üç kızı getirip hangisini istediğini sormuş. Şehzade kuşu çıkarmış ve hangisine giderse onu istediğini söylemiş. Kuş uçarak kendisini eğiten kızın üzerine konmuş. Kız şehzadeye evlenmesi için verilmiş ancak cadı olan annesinin buna rızası yokmuş. Bir gün şehzade ve kız beraber yürürken, cadı annenin arkalarından geldiğini görmüşler. Kız, şehzadeye bir kere dokunarak onu koca bir bahçeye, ikinci bir dokunuşla da kendisini bir bahçıvana çevirmiş. Cadı anne gelerek, -Hey bahçıvan! Bir kızla bir oğlan buradan geçtiler mi?  diye sormuş. Bahçivan ise: -Kırmızı turplarım henüz olgunlaşmadı, hâlâ küçükler demiş. Cadı sertçe:  -Sana turplarını değil, bir kız ve bir oğ­lanı soruyorum!  diye alışmış. Ancak bahçıvan: -Bu sene ıspanak ekmedim. Bir iki aya büyümezler zaten  diye de­vam etmiş. Bu işten bir şey, anlamayan cadı, arkasını dön­müş ve uzaklaşmış. Kadın gidince, bahçıvan bahçeye dokunarak şehzadeyi eski haline getirmiş daha sonra da kendine dokunarak eski haline dönmüş. Tekrar yürümeye devam etmişler ancak kadın onları beraber görünce aceleyle onlara doğru gelmeye başlamış. Kız, annesinin aceleyle geldiğini görünce şehzadeye bir kez daha dokunmuş ve onu fırına, yine bir dokunuşla kendisini de bir fırıncıya  dönüştürmüş. Anne gelmiş ve sormuş: -Hey firma! Bir kızla bir oğlan buradan geçtiler mi?  Fırıncı, kadına dönerek: -Daha ekmekler  pişmedi, yeni koydum fırına. Yarım saat sonra tekrar gel  diye cevaplamış. Buna karşılık kadın:  -Sana ekmekleri değil, bir kız ve bir oğlan buradan geçtiler mi? diye soruyorum! demiş. Ancak, fırıncının  cevabı bir öncekine benzer olarak:  -Biraz bekle. Ekmekler hazır olunca yiyeceğiz şeklinde olmuş. Kadın bu sözler üzeri­ne yine arkasını dönmüş ve gitmiş. Kadın gözden kaybolunca, fırıncı şehzadeye ve kendine tekrar dokunınuş ve eski hallerine dönerek yollarma devam etmişler.  Arkalarına baktıklarında, kadının vazgeçmeye niyetli olmadığını anlamışlar; çünkü kadın tekrar onlara doğru geliyormuş! Kız bu sefer dokunarak şehzadeyi bir havuza, kendisini de suyun üzerinde yüzen bir ördeğe çevirmiş. Kadın, havuzun kenarına gelince karşıya geçecek bir yer bulmak için bir sağa bir sola dolanmış. Geçecek yer bulamayınca da arkasını dönmüş ve uzaklaşmış. Tehlike geçince ikisi de eski hallerine geri dönerek yürümeye koyulmuşlar. Saraya doğru ilerlerken bir hana girmişler. Şehzade, kıza:  -Sen burada kal, ben bir araba getireceğim  diyerek yola düşmüş. Yolda dervişle karşılaşmış ve derviş onu derhal babasının sarayına getirerek halen davetlilerin beklediği salona bırak­mış. Şehzade, etrafina şaşkınlıkla bakarak gözlerini ovalamış ve bir rüyada oldu­ğunu düşünerek, kendi kendine: -Tüm bunlar ne anlama geliyor? diye sormuş. Bu sırada handa bekleyen kız, şehzadenin dönmediğini görünce kendi kendine: -Vefasız beni terk etti, diyerek bir güvercine dönüşmüş ve saraya doğru uçmaya başlamış ancak bir pencereden görkemli saraya girmiş ve şehzadenin omzuna konumş: -Vefasız! Beni handa bıraktın ve burada düğün yapıyorsun, diyerek sitem etmiş ve uçarak hana dönmüş.  Şehzade, bunun bir rüya olmadığını anlayınca arabayı alıp aceleyle hana geri dönerek kızı almış ve onu saraya getirmiş. Bu esnada, hem gelin hem de düğündekiler damadı beklemekten çok sılulmışlar ve evlerine geri dönmüşler. Böylece şehzade, dervişin kızıyla evlenmiş ve ikisinin düğünleri kırk gün kırk gece sürmüş.
Büyücü Derviş
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir vaktin birinde bir padişahın üç oğlu varmış. Günlerden bir gün padişah hastalanarak ölür. Oğullan birbirlerine tahta sen geçeceksin, ben geçeceğim, diye kavgaya tutuşurlar. En sonunda küçük oğlan der ki: — Haydi birer ok atalım, hangimizinki çok giderse tahta o geçsin. Berikiler de, pekâlâ deyip oklarını alarak kıra çıkar­lar. Bunlar birer birer oklarını atıp büyük oğlanın oku bir çayırlık yere, ortanca oğlanınki yine ondan uzak bir bayıra, en küçüğünün oku da bir çalılığa düşer. Bunlardan her biri oklarının düştüğü yere koşup gitmekte olsunlar akşam olup ortalık karanlık olunca gittikleri yerde her biri oklarını alırlar. Birbirlerini bulamayarak üçü de oldukları yerde kalırlar. Küçük oğ­lan o çalılıkta okunu bularak, acaba burası nasıl yerdir, şunu bir iyice görsem, diye dört yanına bakınıp durur­ken uzaktan bir mum ışığı görür. Varıp gideyim de şu mum ışığından bir fener bulayım, şurasını gezeyim, belki bir şey görürüm diye o ışığa karşı gider. Gide gide bakar ki bir büyük saray. Önünde kırk kişi bekli­yor. Gidip selam verir: —Siz kimsiniz? diye sorar, onlar da: —Biz hırsızız. Su konağa kaç yıldan beri girmek istiyoruz. Bir türlü yolunu bulup giremiyoruz, derler. Oğlan hemen öteye beriye saldırarak konağın bir duvarına çıkıp: —Haydi benim çıktığım gibi birer birer siz de çı­kınız, der. Onlar da uğraşa uğraşa güç hal ile birer bi­rer duvara çıkarlar. Oğlan her çıkanın başını kesip öbür yana atar. Kırkı da tekmil olunca oğlan sarayın içine girer. Bütün odaları gezer. Üç odayı açarak her birinde birer güzel kız görür. Birini kendine, öbürlerini de büyük kardeşlerine ayırır. Kendininkinin belli olması için odanın kapısına belindeki hançeri çıkarıp saplar. Çıkıp gider. Oradan gidesiye kadar sabah da olur. Okunun düştüğü yere varır. Oraları gezip anlar. Sonra kardeşlerinin oldukları yere giderek onlarla görüşür. Küçük oğlanın oku hepsinden ileri gitmiş ol­duğu için onu tahta çıkarırlar. Öbür padişah sabah olunca kalkıp küçük kızının kapısı önündeki hançeri görür. Çekip çıkarmak isterse de bir türlü çıkaramaz. Ne kadar adamları varsa uğraşırlar. Onlar da çıkaramayınca padişah her yere bildirip, eğer bu hançeri kim çıkarırsa kızımı ona veririm, demesi üzerine her şehirde ne kadar adam varsa gelir­ler. Hançeri yerinden çıkaramazlar. Kala kala bu üç kardeş kalırlar. Onlara da haber gidip üçü de gelirler. Büyük oğlan hançeri tutup çeker, çıkaramaz. Ortanca da çeker çıkaramaz. Küçük oğlan hançeri çekince çıkarır ve belindeki kınına sokar. Padişah: — Oğlum, kızım senindir, deyince oğlan benim iki kardeşim daha vardır, der. Padişah: — Onlara da büyük kızlarımı veririm, der. Oğlan buna razı olup her biri kızların birini alarak atlarına binip yola çıkarlar. Giderlerken küçük oğla­nın aldığı kız gayet güzel olduğundan hemen havadan rüzgâr gibi bir şey inip oğlanın kucağından kızı kaparak gider. Meğerse o kıza bir dev âşık imiş. Oğlan ar­kasından baka kalır. Hemen kardeşlerine: — Haydi siz gidin. Ben onu bulmayınca gelemem, diye onlara yol verir. İki kardeş aldıkları kızlar-la beraber giderler. Küçük oğlan kızın peşine düşerse de nereye gitti­ğini göremez. Az gider, uz gider, dere tepe dümdüz gi­derek bir dev anasına rast gelir. Meğerse o kızı kapan devin anası imiş. Oğlan bunu görünce, eyvah! şimdi bu beni paralar, diye gidip, ah anacığım! diye sarılır. O da, oğulcuğum, der. Karı nereden gelip nereye git­tiğini sorar. O da işi anlatır. Karı: — Eyvah senin karını alan benim oğlumdur. O kız için kaç yıldır uğraşır, bir türlü alamazdı. Hani o gördüğün hırsızlar yok mu? Bu kızı çalmaya uğraşırlardı. Onu çalıp benim oğluma vereceklerdi. Şimdi o kızı onun elinden almak pek güçtür. Filan yere git. Orada benim büyük kardeşim vardır. Benden selam söyle. Belki sana alıverir der. Oğlan yola doğrularak dev karısının dediği yere gider. Ona da anacığım diye sarılarak başından geçenleri anlatır. O da: Ben onu bilmem. Filan yerde benim büyük kar­deşim vardır, ona git, der. Oğlan doğru oraya varır. Yine anacığım diye dev karısına sarılır. O da ah evladım filan, dedikten sonra oğlan işini söyler. Karı da: — Oğulcuğum o senin karını alan dev buradan geçeli tam bir ay oldu. Şimdi onun bulunduğu yere git­mek pek güçtür ama yapabilirsen kolayı da var. Oğlan: — Nedir o anacığım? deyince karı: Şimdi buradan filan yere varırsın. Oradaki de­niz kenarında kırk gün beklersin. Kırk günde bir de­niz aygırının yavruları karaya çıkar. Elinde bir kucak pamuk alarak bunlardan birini tutabilirsen alıp doğru buraya getirirsin. Biz onu kırk gün besleyerek büyütürüz. Sonra üstüne binip aradığın kızı gidip bulursun, der. Oğlan doğru o deniz kenarına gider. Kırk gün orada bekler. Kırk birinci gün denizden aygır yavruları çıkınca oğlan elini sürmeyerek birini pamuk ile kucaklayıp o dev karısının yanına getirir. Bunu kırk gün beslerler. Kırk günden sonra karı aygıra: Bu oğlanı filan yere götürebilir misin, deyince aygır: Aman ben küçüğüm. Onun karısını alan be­nim babamdır. Şimdi ben her ne kadar uçsam o bana yetişir, ama eğer bu benim arkama bindiği vakit orada kızı alıp kaçarken sırtıma bir iğne batırırsa belki iğne­nin acısıyla çok kaçarım. Yoksa babam bana yetişir. Sonra beni de bunu da öldürür, der. Oğlan aygıra biner. Eline bir iğne alıp doğru karısının olduğu yere varır. O dev yatmış, kızın yanında uyuyor. Bindikleri aygır da çayırda otluyor. Hemen kız oğlanı görünce: — Aman şehzadem ben babamın yanında alındığım gibiyim. Hiç zararı dokunmadı ama durmayıp gi­delim, zira şimdi uykudan uyanırsa bizi öldürür, der. Hemen oğlan kızı da bindiği aygınn üstüne alarak kaçmaya başlayınca devin yanındaki aygır bir kere kişner. Hemen dev uykudan uyanınca bakar ki kız yok. Çabucak aygıra binerek bunların arkasına düşer. Oğ­lan da gittikçe yol almak için altındaki aygıra bütün kuvvetiyle iğne batırır. Bir de aygır: — Aman şehzadem, babam geliyor. Şimdi bizi tu­tacak olursa öldürür, deyince oğlan iğneyi aygıra daha sık batırmaya başlar. Dev karısının yanına varırlar. Babası yetişemez. Kan bunları görünce: —Oğlum hiç korkma. Eğer buraya varmamış ol­saydınız o aygır size yetişip üzerindeki dev sizi paralardı. Haydi, al kızı nereye gideceksen git, ama her gün bana bir adam gönder. Eğer göndermezsen bir gece ge­lir seni karınla yerim der. Oğlan: — Peki, deyip doğru şehrine gelir. Öbür kardeşleri de onu merakla beklerlermiş. Kar­deşleri geldiğini görünce sevinirler. Kalkıp düğün kurarlar. Kırk gün kırk gece düğün yaptıktan sonra hepsi bir gecede güveyi girerler. Küçük oğlan düğün telaşından deve adam göndermeyi unutur. O gece kız ile yatarlar, bunlar uykuda iken dev karısı gelip bunları yataklarıyla beraber alıp götürür. Bir de kız ile oğlan uyanacakları zaman kendilerini dev karısının yanında bulurlar. Oğlan, eyvah ben bunun dediği şeyi unuttum, bunun için başımıza bu geldi, der. Dev karısı oğlana: — Ben sana bu kadar iyilik yaptım, sen ise gittin gideli bana hiçbir şey göndermedin. Şimdi ben ikinizi de yiyeyim mi? deyince oğlan: — Aman anacığım bu sefer beni bağışla. Ben şehre gidince şimdiye kadar kaç gün geçtiyse o günlerin her biri için bir adam yollarım. Eğer yollamazsam bizi yine yakalarsın ve yersin, der. Ne ise, dev karısını kandırır. Karı bunları salıverir. Yine yola çıkarlar. Gide gide yorgunluktan bir yere oturup dinlenirken oğlan kızın dizine yatıp uyur. Bir de kızı evvelce kapan dev yine aygıra binerek gelir. Kızı kapar gider. Oğlan uyanınca bakar ki, kız yok, aman yine ne oldu, diye öteyi beriyi arar dururken orada bir kuyu bulur. Kuyunun içine bakar ki dibinde bir gürültü… Çalgı çağnak artık deme gitsin. Oğlan, bu nedir şu kuyunun içine nasıl gireyim, acaba içinde kim var filân diye düşünüp dururken kuyunun içinden bir kuş çıkar. Kuş oğlanı görünce: Ey yiğit sen burada ne geziyorsun, deyince oğlan: Ben bir garibim. Buradan geçerken kuyunun içinde bir ses işittim. Acaba bu nedir diye onu bekli­yordum, demesiyle kuş: Burada peri padişahının oğlu evleniyor, düğünü var. Ben de bunlara su taşıyorum, der. Oğlan: Acaba ben bunun içine giremez miyim, diye sorar. Kuş da: Ben şimdi gidip su dolduracağım, eğer o vakte kadar beni beklersen seni kuyuya indiririm, der. Oğlan: —Peki, beklerim der. Kuş gidip suyu alarak gelir. Oğlana: Şimdi seni aşağıya indireyim, fakat seni gördük­leri gibi hepsi birbirine girip içimize âdemoğlu geldi diye başına üşüşürler. Sen de, aman padişahım beni sen kurtar. Derdimin çaresini bul, dersin. Padişah da nedir o deyince başına gelenleri söylersin. O senin derdine çare bulur, diyerek onu kuyuya indirir. Oğlan bakar ki bir bahçe. Türlü türlü ağaçlar, çiçek­ler, güller. Cennet gibi güzel. İçinde hep kuş dolu. Bir de onu görenler, vay! bu âdemoğlu nereden geldi diye başına üşüşürler. O da kuşların başına yalvarıp yakararak derdini anlatır. Padişah kendisine: Oğul sen bir âdemoğlusun. Buraya nasıl geldin? deyince o da su taşıyan kuşu gösterir. Padişah o kuşa: Haydi, bu oğlanı al istediği yere götür. Eğer ele geçecek olursanız şahım diye bağır. Ben sizi kurtarı­rım diye emir verir. Kuş oğlanı sırtına bindirip havaya uçar. O devin olduğu yere varınca kızı aldıkları gibi yedi kat göğe çıkarlar. Aygır kişneyince dev uyanıp aygıra binerek bunları tutmaya koşarsa da hiçbir yerde bulamaz. Geri dönüp yerine gelir. Kuş bunları doğru o kuyuya getirince padişah: Senin adın Şahmeram; kızın adı da Sade Sul­tan olursa bir daha ele geçmezsiniz amma sakın yanılıp eski adınızı çağırmayınız. O sana Şahmeram, sen ona Sade Sultan diyesiniz, diye tenbih eder. Bunlar da, peki diye şehirlerine gelirler. Orada kırk gün kırk gece tekrar düğün yaparak derneğe girerler. O gece gene o dev gelip bunları kapacağı vakit kız uyanarak: Şahmeram, diye bağırınca oğlan da: Ne var Sade Sultan demesiyle dev orada taş olup kalır. Alırlar, bahçedeki havuz başına koyarlar. Her gün oğlan ile kız havuz başında otururken bazı kere oğlan unutup kızın eski adını, kız da oğlanın adını çağırmaya başladıkları zaman aniden o taşın orta yerinden yarıldığını görünce akılları başlarına gelerek kız: Aman Şahmeram, oğlan da: Ne var Sade Sultanım, der demez taş kapanıp dev bir türlü içinden çıkamaz. Sonra epeyce vakit geçer. Bir gece oğlan ile kız yatarlarken kız rüyasında bir derviş görür. Derviş kıza: —Kızım siz ne vakit adınızı unutursanız bu taş yarılıp içindeki dev çı­kınca sen Şahmeranım dediğin zaman Şehzade de sana; ne var Sade Sultanım, demeden devin başına havuzun suyundan bir avuç atacak olursanız o taşın içinden her vakit türlü altın, elmas havuzun içine akar, siz de bu devden kurtulursunuz, der. Kız uykudan uyanınca işi Şehzadeye anlatır. Oğlan: Peki ama ya ben havuzdan suyu serpeceğim der­ken senin adını çağırmayıp suyu da serpmeyecek olursam nasıl olur? derse de kız: Adam sende elbet o kadarcık şey yapabilirsin, der. Oğlan da: Haydi bakalım der, senin dediğin gibi olsun. Gene bir gün havuz başında otururlarken taş yarılıp içinden dev çıkacağı zaman kız: Aman Şahmeramım, der. Oğlan da suyu serpeceği yerde hançerini çekip deve saldırınca dev taştan çıkıp oğlanın bileğinden tutar. Oğlan korkusundan: —Aman Sade Sultanım, demesiyle dev havuzun içine düşerek taş olup kalır. Her yerinden kan akar. Bunlar bunu oturup seyretmekte olsunlar bir gün havuz kenarında otururken kızın rüyada gördüğü der­viş gelip kız ile oğlana: Siz benim dediğim gibi yapsaydınız bu gene taş olup duracaktı amma kan yerine altın ile elmas akacaktı. Sakın keşke böyle yapaydık demeyiniz; sonra bu taş gene dev olup sizin ikinizi de alıp gider. Bir daha bir­birinizi bulamazsınız, diyerek derviş oradan kaybolur. Şehzade: — Sade Sultanım. Kız da: Ne var Şahmeramım, deyince oğlan: Bir daha bu havuz başına gelmeyelim. Zira gene unutup yanlış bir şey yapacak olursak bir daha bu de­vin elinden kurtulamayız, der. Artık o havuz başına hiç gitmezler. Bahçeye kimse çıkmaz, o taştan havuzun içine kanlar akar durur. Oğlan da kız da ölünceye kadar güzel güzel otururlar.
Şahmeram ile Sade Sultan
İstanbul
Marmara Bölgesi
Evvel zamanda bir padişah varmış. Bunun dünyaya hiç çocuğu gelmemiş. Bir gün padişah lalasıyla gezmeye çıkıp bir çeşme başına gelirler. Orada abdest alıp namaz kılarlar. Bir de bakarlar ki bir derviş gelir. Derviş: Esselâmunaleyküm Padişahım, der. Padişah da: Sen benim Padişah olduğumu bildin, derdimi de bilirsin, der. Derviş koynundan bir elma çıkarır, söyler: — Senin derdin çocuğun olmamasıdır. Al bu elmayı yarısını kendin yersin, yarısını karma yedirirsin. Vakti gelince senin bir çocuğun olacak ama yirmi yaşına kadar senin, yirmi yaşından sonra benim olacaktır, de­yip gider. Padişah oradan kalkar, sarayına gelir, elmayı keser. Yarısını kendi yer, yarısını da karısına yedirir. O gece karısı gebe kalır. Vakit gelir, dokuz ay on gün olunca bir oğlan çocuğu doğurur. Padişah çok sevinir, büyük donanmalar yapar. Çocuk büyümeye başlar. Beş altı yaşına gelir. Okur, yazar. On üç on dört yaşına girer. Başlar gezip yürümeye. En sonra çocuk ava gider. Bir vakit geçtikten sonra artık çocuk yirmi yaşına doğru gelir. Babası oğlunu evlendirmeye kalkar. Bir kız bulurlar, düğün yaparlar. Güveği girdiği gece o derviş gelir. Oğlanı kaptığı gibi gider. Bir dağ başına bırakır, otur burada, der, gider. Oğlan korkusundan orada oturur. Bir de bakar ki üç tane güvercin gelir. Orada bulunan bir su kenarına inerler. Soyunup üçü de birer kız olurlar. Orada yıkanırlar. Oğlan da gider kızlar yıkanırken birinin urbasını alır saklar. Bunlar sudan çıkarlar. İkisi urbasını giyip uçarlar. Öbür kuş da sudan çıkar bakar ki urbası yok. Öteyi beriyi ararken oğlanı görür. Anlar ki urbasını o oğlan saklamış. Yalvarır yakarır. Urbasını ister. Oğlan vermez. Kız der ki: Seni buraya kim getirdi? Bir derviş getirdi. O derviş, benim babamdır. Şimdi gelir seni şu ağaca saçlarından asar. Elinde kamçı ile seni döver; öğ­rendin mi, diye sorar. Sen de öğrenmedim dersin, der. Oğlan kızın urbasını verir. Kız yine güvercin olur, kaçar gider. Oğlan bakar ki derviş geliyor. Elinde de bir kamçı var. Gelir gelmez oğlanı saçından ağaca asar. Elindeki kırbaçla döver, sonra da: — Öğrendin mi, diye sorar. Oğlan: Öğrenmedim, deyince bırakır gider. Ertesi gün yine gelir, oğlanı döver, sonra bakar ki bunun öğreneceği yok. Salıverir. Oğlan da oralarda do­laşıp dururken güvercin gelir oğlana der ki: Al bu kuşu sakla. Yine babam gelip sana, şu kız­ların hangisini istersin? diye sorarsa sen de beni gös­ter. Eğer beni tanımazsan kuşu koynundan çıkar, bu kuş her kime giderse onu isteyeceğini söyle, der. Gü­vercin gider. Ertesi gün o derviş kızlarını alıp getirir, oğlana sorar: Bu kızların hangisini beğenirsin? Oğlan da kuşu çıkarır: — Şu kuş hangisine giderse ben onu isterim, der. Kuşu salıverin Kuş da gider oğlana tembihleyen kızın üstüne konar. Derviş o kızı oğlana verir ama kızın anası bunu istemez. Meğer bu kızların anası büyücü olduğu için kızları da büyü yapmasını bilirlermiş. Oğlan kızı alıp giderken bir de bakar ki kızın anası geliyor. Hemen kız oğlana bir tokat vurur. Oğlanı büyük bir bahçe yapar. Kendine de bir tokat vurur, bahçıvan olur. Bir de anası gelir: Bahçıvan buradan bir kız ile bir oğlan geçti mi? diye sorar. Bahçıvan da: — Daha pırasalarım olmadı, ufaktır der. Karı: Canım bahçıvan sana pırasa sormuyorum. Bir kız ile bir oğlan diyorum. Bahçıvan da: Canım ıspanak dikmedim. Bir iki ay sonra gel, der. Karı bakar ki bu laf anlamıyor. Döner gider. Bi­raz sonra bakar ki anası gitti. Bir tokat bahçeye, bir tokat da kendine vurur, bahçe yine oğlan; kendi yine kız olur. Tekrar yola çıkarlar. Bir de karı arkasına bakar ki oğlan ile kız gidiyor. Hemen karı yine geri döner. Bunların arkasına düşer. Kız bakar ki anası yine geliyor. Hemen oğlana bir tokat vurup bir fırın yapar. Kendi de fırıncı olur. Karı gelir fırıncıya: —Fırıncı, buradan bir oğlan ile bir kız geçti mi? der. —Daha ekmekler pişmedi, yeni saldım. Yarım saat sonra gel de vereyim, der. —Canım sana ekmek sormuyorum. Oğlanla kızı soruyorum. —Benim de karnım aç. Biraz bekle pişsin de be­raber yiyelim. Karı bakar ki bu laf anlamıyor. Döner gider. Kız kalkar fırına bir tokat atar oğlan yapar. Kendi de kız olur. Yine kaçarlar. Karı bakar ki yine gidiyorlar. Anlar ki o gördüğü bahçıvan ile fırın oğlan ile kızdır. Yine döner bunların ardına düşer. Kız bakar ki anası yine geliyor. Hemen oğlana bir tokat atar, göl yapar, kendi de ördek olup suda yüzer. Anası gelir bakar ki bir büyük göl. Bir aşağı bir yukarı koşar. Hiçbir ya­nını bulamaz ki öbür yana geçsin. En sonunda geçemeyeceğini anlayınca döner gider. Kız anasının gittiğini görünce yine göle bir tokat vurur, oğlan yapar. Kendi de kız olup yine yola devam ederler. Gide gide oğlanın memleketim yakın varırlar. Orada bir hana girerler. Oğlan kıza der ki: — Sen burada otur. Ben gideyim sana urba ile araba getireyim, seni de götürürüm, der. Giderken önüne yine o derviş çıkar. Bunu kapınca doğru babasının sarayına götürür. Güveyi girdiği odaya bırakır. Bir de oğ­lan kendini yatağında bulur, gelin de yanında yatıyor: Acaba ben rüya mı gördüm. Bu nasıl iştir, diye düşünür. Handaki kız bakar ki oğlan gelmiyor. Bir iki saat bekler. Hey gidi hayırsız hey! Beni burada bıraktı da gitti. Şimdi gelmiyor, diye oradan güvercin olur gelir, oğlanın yattığı odanın penceresinden: — Behey hayırsız! Elin kızını aldın da hanlarda bı­raktın, şimdi burada yatıyorsun, der gene hana girer. Oğlanın aklı başına gelir. Anlar ki o gördükleri şey rüya değil, gerçektir. Hemen oradan kalkar bir araba alıp doğru hana gelir, kızı arabaya koyup saraya getirir. Öbür kızı anasının evine gönderip dervişten aldığı kızı kendine nikâh eder. Kırk gün kırk gece yeniden düğün yaparlar. Onlar ermiş muradına, biz de çıkalım damın kiremidine...
[Şehzade ile Peri Kızı]
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişahın üç oğlu varmış. Bir gün padi­şah ölür. Bu üç kardeş babalarından kalan malları pay edip her biri kendine bir iş bularak geçinmenin yolunu kurmuşlar. Büyük oğlanlar birer iş tutarlar. Küçük oğlan da biraz hoppa olduğundan birtakım adamlar bunun önüne düşerek, şehzadem şöyle olur, böyle gider, diye bir takım lakırtılarla bunu kandırırlar. Oğlanın çokça bir şeye aklı ermediğinden bunların dediklerine kapılıp her gün onlarla düşer kalkar. Uzatmayalım, küçük şehzade az bir vaktin içinde bütün paralarını tüketir. Bir gün hiç parası olmadığından, bari bugün de gidip kardeşlerimden birer parça para isteyim de bugünkü zevkimden geri kalmayayım, diye büyük kardeşine varır. Kardeşi, haydi bire edepsiz! Git buradan şimdi seni şöyle yaparım, böyle yaparım, diye koyar. Oradan ortanca kardeşine varır. . Ne ise o bunun ha­line acıyarak çıkarıp beş on kuruş verir. O gün paraları bitirince ertesi gün gene kardeşinin yanına varır ve bi­raz daha harçlık koparır. O gün de yine gününü gün eder. Daha ertesi gün, artık alıştı ya, yine gider para ister, ortanca kardeşi de: —Haydi var yıkıl! Ben her gün sana parayı nereden bulayım, diye koyar. Şimdi bu oğlan ne yapsın. Her gün zevke alıştı. Bugün de varıp şu benimle arkadaşlık eden adamlara gideyim. Ne masraf olursa bu günlük onlar versin de sonra yine elime para geçince onlarla uyuşuruz, diye düşünüp taşınarak nihayet onlardan bir kaçını bulup: — Ey arkadaşlar bugün bende para nanay! Bugünlük olacak masrafı siz veriniz de yarın öbür gün de yine elime para geçince sizinle sayışırız, der. Arkadaşları, şehzadenin parasının olmadığını anladıklarından: — Haydi, var yıkıl git! Senin gibi beyin bize lüzumu yok, diye oğlanı koyarlar. Şehzade bunlardan bu cevabı alınca aklı başına ge­lerek, eyvah! Ben olanca malımı bu heriflere yedirdim, içirdim de şimdi bunlar bir gün için olsun beni para­sız kabul edemediler. Şimdi ben ne yapayım, diye düşünmeye başlar. Kendi kendine şöyle olur, böyle gider derse de bir türlü bunu içine sığdıramaz. Varayım, başımı alıp gideyim de bari bütün bütün rezil olmayım diye bir gece şehirden çıkar, gider. Gide gide epeyce yer gider. Günlerden bir gün bir ovadan geçerken bir hayvan görür. Aman bu ne güzel hayvanmış, diye tutmak için ardına düşer, kovalar. Git bire git, hayvan gider o gider. En sonra onun bir yere girip kaybolduğunu görünce, elbet burada ele geçirebilirim hülyasıyla onun girdiği yere varır. Bakar ki güzel bir bahçe, güllük gülistanlık, güzel güzel ağaçlar, şarıl şarıl sular akar. Her yandan bülbüller şakır. Ortasında bir köşk. Bütün zümrütten, cevahirden yapılmış. Baka­nın gözleri kamaşır. Önünde bir havuz durur, üç yerinden su akar. Oğlan bunları görünce, Acaba burası cennet mi­dir, yoksa nedir; hiç de bir kimse yok. Benim buraya girişim günah mıdır, diye düşünüp hayran hayran du­rur ve şu köşke nasıl gireyim diye dolaşırsa da bir gire­cek yerini bulamaz: Bunda bir iş olmalı. Elbet burası bütün bütün boş değildir. Bunun iyisi ben kendimi bildirmeyip bir yere gizleneyim de ne olup bittiğini göre­yim, diye gül ağaçlarının aralarına gizlenip oturur. Ak­şam olunca üç tane güvercin gelip havuzun kenarına inerek o akan çeşmelerden ağızlarına birer parça su alıp havuza dalarlar. Çırpınarak çıktıkları zaman üçü de bi­rer kız olur. Oğlan bunları gördüğü gibi aklı başından gider. O orada oturmakta olsun, kızlar havuzun kenarına oturup üçü de kahkaha ile gülerler. Biri: — Ben bugün bir güzel gördüm ama güzel demek ona yakışır, lâkin kendi pek fakirdir. Öbürü de: — Senin gördüğünü ben de gördüm ama o fakir değil bir düşkündür. Daha öbürü de: — Siz onu gördünüz ama benim gördüğüm gibi görmediniz, diye gül arasından oğlanın kendile­rine baktığını görüp bir daha kahkaha ile güler. Berikiler bundan bir şey anlamazlar. Oğlan da kızın ken­dini gördüğünü anlayınca yüreği tir tir titremeye başlar: Şimdi bunlar benim burada bulunduğumu anlayınca, buraya niçin geldiğimi bilmeyip canıma kıyarlar mı diye korkmaya başlar. Hele bakalım ne olacak, diye yine de yerinden kımıldamaz. Bu küçük kız da berikilerden pek çok güzel. Oğlanın güzelliği hemen ondan ziyade denilse lâyıktır. Kız oğlanı, oğlan da kızı görünce birbirlerine o ka­dar aşk ateşi salınır ki akıllan başlarından gider. Berikiler de bu kızın en sonunda gülüşüne canları sıkılıp söylediği lâkırdılardan da bir şey anlayamazlar. Haydi, oradan kahpe! Sen bizimle eğleniyorsun, diye darılırlar. Ne ise kalkıp köşke girerler. Kızın aklı oğlanda, oğ­lanın aklı da kızda kalır. Ötekiler kıza darıldıkları için bu kız da onlardan ayrı köşkün bir penceresine oturup oğlanın olduğu yere bakar. Durdukça ahı ziyadeleşir. Acaba bu kimdir, diye kendi kendine bu oğlanı, oğlan bunu seyrede dursun, berikiler de kızı azarladıkları için darıldı diye: Haydi kahpe. Var orada kendi kendine otur. Biz senin için cümbüşümüzden mi kalacağız, deyip el çırparlar. Birtakım hizmetçiler gelir, bunlara yemek, içki getirirler; yerler, içerler; sonra da tef, çalgı getirip eğ­lenmeye başlarlar. Kız oğlana, oğlan da kıza bakarken her ikisi de oldukları yerde uyuya kalırlar. Kız oğlanın rüyasına girip, oğlan kim olduğunu sorar. Kız: — Biz üçleriz. Üçümüz de bir kardeşiz. Ya sen kim­sin, der. Oğlan: Ben de filân padişahın oğlu idim. Şimdi fakir olarak bu yerlere düştüm, diye başına gelenleri anlatır. Kız da: Aman şahım! Biz böyle kalırsak kardeşlerim seni duyarlar. Zaten bana da dargın olduklarından ikimizi de öldürürler. Biz şimdi yatacağımız vakit urbalarımızı çıkarırız. Eğer sen onları çalıp da yakabilirsen üçümüz de senin gibi insan kılığında kalırız, sonra sen benim, ben de senin olunca varsın onlar da ne yaparlarsa yap­sınlar artık bize bir şey yapamazlar, der. Oğlan bir kere oh! diyerek uykudan uyanır. Anlar ki kız ile görüştüğü rüyadır. Kendi kendine acaba bunun dediği gerçek olur mu diye düşünüp ta­şınır. Bir de bunların çalgıları, eğlenmeleri bitip haydi kızlar yatalım diye birbirlerine söylediklerini işitince oğlan bir parça kendine gelip aman şunlar yatsın da bakayım şu kızın bana rüyada söylediği gerçek mi diye onların uyumalarını bekler. Biraz sonra olduğu yerden kalkıp doğru köşkün yanına varır ve her nasılsa kapıyı açık bulur. Yavaş yavaş yukarı çıkar. Bakar ki kızların üçü de soyunup her biri bir yana serpilmiş uyuyorlar. Hemen urbaları toplayıp bahçeye çıkar. Derhal bir ateşle urbaları tutuşturur. Kızlar, aman bize ne oldu, diye uyanarak kalkarlar. Kimi suya, kimi öteye beriye saldırmaya başlarlar. Bir de ba­karlar ki urbaları yok! Eyvah bize bir düşman gelmiş. Şimdi ne yaparız. Bize bir ziyan gelirse kendimizi na­sıl kurtarırız, diye üçü de birbirlerine sarılıp korkularından bulundukları yerde kalırlar. Oğlan da, gideyim şunlar nasıl oldu diye bahçenin yanına varınca bakar ki her yanı yanmış. Ne köşk var ne havuz. Hiçbir şey kalmamış. Biraz ilerleyerek kız­ların üçünü de birbirine sarılmış görünce hemen yan­larına varır: Ey periler sakın bana ilişmeyiniz, diye kızlarla eğlenmeye başlar. Onlar da acaba bu kimdir? Bizi öldürmeye mi geliyor, diye can çekişir gibi nefesleri ke­silir. Oğlan anlar ki küçük kızın rüyada söylediği doğrudur, hemen yanlarına varıp: — Ey güzeller şimdi siz de ben de bir olduk. Hiç korkmayın, ben ölürüm sizi terk etmem. Biz de sizin gibi üç kardeşiz. Her birimiz birinizi alıp ölünceye ka­dar otururuz, diye yola düzülürler. Biraz sonra oğlanın şehrine varırlar. Oğlan büyük kardeşlerine varıp: — Bekâr olduğumuz için size de kendime de birer güzel kız buldum. Haydi, bunları alıp ölünceye kadar rahat edelim, der. Büyük kardeşleri kızları gördükleri gibi düşüp bayılırlar. Sonra ayılınca her biri küçük oğlana onar bin altın bahşiş verip üçü de kızları kendilerine nikâh eder­ler, kırk gün kırk gece düğün yaparlar.
[Padişahın Üç Oğlu]
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, bir karının bir çocuğu varmış. Adı Külcü Mehmet’miş. Anası padişahın hizmetini görür, sofrasının ekmek kırıntılarını getirir, oğlunu beslermiş. Külcü Mehmet de sabahtan ayağını küle sokar, akşama kadar yatarmış. Bir gün anasına demiş ki: — Git padişahın kızını bana iste. Bu da, anası da gidip istemiş oğluna. Padişah kızını vermiş, anası da alıp gelmiş. Birkaç gün evde oturduktan sonra kız Mehmet’e demiş ki: — Böyle ne olacak? Kızın gerdanında asılı bir altın varmış. Oğlan altını alıp, şehre götürüp, bozdurup bir balta, bir kendir, bir eşek alıp eve gelmiş. Sabahtan kalkıp padişahın ormanına gitmiş. Birkaç gün bu ormandan odun getirip satmış şehirde. Ekmek almış, artan parayı da karısına vermiş. Bu böyle devam etmiş. Karısı bir gün demiş ki: — Ey Mehmet, böyle ne olacak? Sen İstanbul’a git, demiş. Bu kalkıp gitmiş. İstanbul’da çalışmış yedi sene; bu tutmuş evine yedi çuval buğday, yedi tane nar koymuş içerisine. Bu evine gelmiş trenle. Karısı o telisleri açmış, içerisinden yedi tane nar çıkarmış. Bu narın birini kırmış. İçerisi cevher-i taş çıkmış. Kız bu cevher-i taşın yarısını bozdurup para yapmış. Ev yaptırmış; mal, davar her bir şey almış. Külcü Mehmet İstanbul’da on dört sene kalmış. On dört sene kaldıktan sonra evine gelmiş. Gelmiş de bir ihtiyar adam varmış: — Dayı, bizim burada bir kom* vardı, ne oldu?   O herif de: — Karın ev yaptırdı. — Bizim böyle bir kom vardı, nereye yaptırdı? Parmağıyla göstermiş karşıdaki evi. Külcü Mehmet gitmiş, karısına eşikte rastlayıp karnına bir tekme vurup yuvarlamış. Anasına da odada rast gelmiş, bir tekme de ona vurmuş, odaya yuvarlamış. Köylüler gelip Külcü Mehmet’i anasıyla ve karısıyla barıştırmışlar. Akşam olmuş, karısı narı getirmiş. Külcü Mehmet’e vermiş “Kır bunu.” diye. Külcü Mehmet de kırmış. İçerisi cevher-i taş çıkmış. — Bunun yarısını bozdurdum, bu evi yaptırdım. Deve, at, katır, koyun, bağ, bahçe, arazi aldım. Gerisi de duruyor, demiş. Onların hepsini Külcü Mehmet kırıp dolaba doldurmuş. Lazım olduğu zaman harcayıp yermiş.       * kom: Ağıl.
Külcü Mehmet
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yohmuş. Evel zaman içinde halbur saman içinde bi Hamam Böceği varmış. Hamam Böceği bir gün garar veri evlenmeye. Diyi: —Evlenem. Garganan evlenem, diyi. Gidi bi gargaya söli. Diyi: —Benimnen evlenir misin? Diyi: —He. Diyi: —Sen gızdığın zaman nenen beni vurursun? Diyi: —Kakucumla. —Uyy, diyi. Bi kakuç vursa, beni öldürür garga. —Yoh, sennen evlenmem, diyi. Gidi ondan sona şeyi buli. Bi tavuh buli. Diyi: —Sennen evlenem, diyi. Benlen evlenir misin? Diyi: —He evlenirim. Diyi: —Gızdığın zaman nenen beni vurursun? O da diyi: —Kakıcımnan. —Valla, kakıcı sivri, diyi. Bi tene vursa ben ezilirim, diyi. Yoh, diyi. Evlenmim. Geri gidi gine. Gidi, gidi bi fare buli, Diyi: —Fare nere gidisin? Diyi: —Neblim? Gidim işde bele. Diyi: —Bennen evlenir misin? Diyi: —He evlenirim. Diyi: —Gızdığın zaman nenen beni vurursun? Diyi: —Guyruğumnan. —Eyi, diyi. Onun guyruğu yumışahdır. Farenin guyruğu ne ki. Beni öldürmez, diyi. —He, diyi. Evlenem. Evleni. Ondan sona fare gidi, - erkek ya - gidi guyruğunu bi yerlere sürti, getiri. Garısı da yali, garnı doyi. Bir gün bahi garşıda bi dügün oli. Diyi: —Şedir, diyi. Gidem şu dügüne. Yemeklere girem, gizli mutfağa girem. Yemeklere guyruğumu sürtem, gelirem, garı da ye. Garı diyi: —Eyi elese. Ben de çamaşır yıhamaya gidim, diyi. Çamaşır yıhamaya gidim. Gidi o da çamaşır yıhamaya. Nası edise çamura bati. Çamura bati, çıhami. Edi, edi, daha çoh saplani. Edi, edi daha saplani. Çamaşırı yıhi geli. Bi şe bi inek izi mi, öküz izi mi? İzinde yağmur yağmış, su varmış. Suya bati, çıhami. İşde çamura bati, çıhamı Edi, edi, çıhami. —Aman nerde galdı, diyi. Süleyman Beg nerde galdı? Farenin ismi de Süleymanmış. Bahi orda, o yanda bi atlı geli. Diyi: —Atlı, atlı, dili dişi datlı, diyi. Dügün evine varırsan, diyi. Süleyman Beg'e söle: İnci Hanım, Cinci Hanım çamura batmış, çıhami. Atlı bahi sağa sola: —Ya Rabbim, bu ses nerden geli? Bu kim söli? Gine biraz edi davam ede, gide. Atını süri. Diyi: —Hey! Atlı, atlı, dili dişi datlı -diyi- sahan sölim ha, diyi.  Dügün evine varırsan, diyi. Süleyman Beg'e söle: İnci Hanım, Cinci Hanım çamura batmış, çıhami. Gine bahi sağa sola. Bi şe göremi. Bi daha söli, diyi: —Hey -diyi- atlı, atlı, dili, dişi datlı, diyi.  Dügün evine varırsan, diyi. Süleyman Beg'e söliyesin: İnci Hanım, Cinci Hanım çamura batmış, çıhami! Herif diyi: —Ya Rabbım bu ses nerden geli? Gidi, dügün evine gavuşi. Daha goyi, gidi. Gorhi, diyi: —Bu ses nerden geli bele? Gidi dügün evine. Hoş geldin, hoş geldin işde. Diyi: —Hele durun, gelin size bişe anladam. Diyi: —Nedir? Diyi: —Yolda gelidim. Aha şu köyün altında, diyi. Bi ses geli. Bahim, bahim ben kimseyi göremim, diyi- Dedi ki: Atlı, atlı, dili dişi datlı. Süleyman Beg’e söle ki; İnci Hanım, Cinci Hanım çamura batmış, çıhami. Orda fare nası duyise hemen virt geli, içinden geçi, gidi. Geçi, gidi. Diyi: —İnci Hanım, Cinci Hanım, diyi. Ver elini tutanos. Garı, gecikmiş diye küsmüş bu sefer gara bocik. Diyi: —Ver elini tutanos. Elini tuta ki çeke. Diyi: —Yohh! Ben sennen küsenos. —Gız diyi, ver elini tutanos. Diyi: —Yohh! Ben sennen küsenos. Bi daha diyi: —Ver elini tutanos, diyi. Diyi: —Yohh! Ben sennen küsenos. —Bi tekmik. Diyi, vuranos, yerin dibine goyanos. Vuri bi tekme, yerin dibine goyi garıyı. Zeten gara bocik, ezili, gidi. Yiyi, içi, mıradına geçi. Siz de geçesiz mıradıza.
HAMAM BÖCEĞİ (GARA BOCİK)
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bi horoz varmış. Horozun ayağına bi gün diken batmış. Gitmiş bi nenenin yanına. Demiş: —Nene dikenimi çıhar. Nenesi de çıharmış. Demiş: —Nene sende galsın. Bi yere gidip, gelecem. Nene de ekmek yapacahmış. Odunu yohmuş. Dikeni yahmış, ekmek yapmış. Ondan sona horoz gelmiş. Demiş: —Şe, dikenimi ver, demiş.  Isınacam, demiş. Ondan sona demiş ki: —Ben senin dikenin yahdım, ekmek yapdım. Demiş: —Ya iki ekmek verirsin ya da dikenimi verirsin. Ondan sona gadın da iki ekmeği vermiş. Horoz gimiş. Bi gün bi çobana raslamış, Demiş ki: —Bu iki ekmeğimi tut. İki ekmeğimi tut, demiş. Ben bi yere gadar gidem, gelem.  Sona gitmiş, gelmiş. Çoban açıhmış, İki ekmeği yemiş. Bi gün gelmiş, demiş: —Ya iki ekmeğimi ver, demiş. Acıhmışım, yiyem. Sona demiş: —Ben, senin acıhmışdım, iki ekmeğini yedim, demiş. Ondan sona horoz da demiş: —Ya iki ekmeğimi verirsin yada iki tane goyun verirsin. O da demiş: —O zaman al sahan iki tane goyun, demiş. Gitmişler. Horoz goyunları götürmüş. Bi dügün evine raslamış. O oraya demiş ki: —Bu goyunlarımı tutun. Bir yere gadar gidip gelecem, demiş. Sona tekrar gitmiş. Düğün evinin yemeği bitince goyunları kesmişler, yemek yapmışlar, Horoz gelmiş, demiş ki: —Goyunlarımı verin, otaracam, demiş. Demiş: —Bizim yemegimiz bitince goyunları kesip yemek yapdıh. O da demiş: —Ya gelini verirsiz ya da goyunları verirsiz. Ya gelini ya goyunları. Ondan sona gelini almış, gitmiş.
Horoz
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yohmuş. Evel zaman içinde, halbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, bir tilkinen bir yılan yaşarmış. Bu tilkinen yılan arhadaş oliler, gardaş oliler. Arhadaş oliler, yaşi, gidiler. Gidiler, gidiler, böyük bi suyun kenarına. Sudan geçecekler öteye, öbür tarafa. Yılan diyi ki: — Ben geçemem. Nasıl geçem? Benim ayahlarım yoh. Ben geçemem. Tilki diyi: — He, diyi. Belen dolanam, beni geçir. Bu getiri, tilkinin beline dolani. Yarı yere geli, suyun yarısına. Yarı yere geli, diyi: — Dur! Ben bu tilkiyi sıham sıham, belini gıram, diyi. Gebersin, getsin. Yılan hayın da! Sıhi, sıhi. Belini sıhi. Az gali gemikleri pırıla. — Yılan gardeş nedisin? Diyi: — Yoh, seni sıhacam, gemiklerin gıracam. — Yılan gardeş, yapma, etme, diyi. Bah seni sırtlamış sudan geçirim. Biz kardeş olmuşuh. Niye benim kemiklerimi gırasın? — Yoh , diyi. Gıracam kemiklerin. Sıhacam, kemiklerin gıracam. Sıhi, sıhi. Tilki gamani, gali. Bahi kemikleri gırılacah: — Eee, diyi. Sahan bi şe diyem elesem. Son benim bi sözüm var, diyi. Onu yerine getir. Diyi: — Seni çoh sevdim. Gardaşım gibi sevdim, diyi. Arhadaş olduh, gardaş olduh. Gezdik onca bereber, diyi. Çoh sevdim, o gözlerin çoh sevidim. Gafan uzat, diyi. O gözlerin öpem. O gözlerin öpem, diyi. Benim gemiklerimi gır daha. Seni çoh sevdim, diyi. Yılan gafasını uzati. Tilki de tuzah guri, gafasını uzadi gözlerini öpe. Nasıl egilise gafasını dişli tilki, gopari. Yılan çırpıni, çırpıni, elinden gurtulami. Gafasını gopari. Yılan geberi, gidi. Şap, diye suya alti. — Ben seni sudan geçirem, diyi. Sen de beni bele edesin? Sen bahan tuzah gurasın, ben sahan gurmam mı tuzah? Tilki sudan geçi. Daha gutuli, Çıhi kenara. Yi, içi, mıradına geçi. Siz de geçesiz mıradıza.
Tilki ile Yılan
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bi padişahın kızıyla bi çoban varmış. Zamanın birinde padişah öyle bi zenginmiş ki yedi ülkeyi şe yaparmış, idare edermiş. Bir tek güzel mi güzel, ay gibi parlar, cam gibi yanar bi güzel gızı varmış. Çobanın birine aşıg olmuş. Çoban da ona aşıg oli. Çoban gidi, padişahdan gızını isdi. - Allah'ın emri peygamberin kavliyle -diyi- senin gızını kendime isderim. Padişah diyi: - Bre melun! Sen benim garşıma geçer de sen benim gızımın neyine güvenir de gızımı isdersin? Çobanlığına mı güvenisin de gelip benden gızımı isdisin? diyi. Adamı süri gapıdan dışarı. Üş defa gidi, isdi. Üçüncüsünde adamı melmeketden yedi öte melmekete ati. Bi dağın başına sürgün edi, gidi. Ondan sona bir başga padişahın oğlu o padişahın gızını isdiler. Padişahın gızını veriler, işde dügünleri oli. Yedi gün yedi gece dügünler, dernekler yapili padişahın evinde. Ondan sona şeyi götürecekler başga melmekete. Padişahın oğlu başga melmeketde olduğu üçün padişahın gızını başga melmekete götüriler. Çoban beduva edi. - Eğer benim sevdiğimden başgasına verirsen yolu toz, duman ola, yolu şaşıra. Gine döne, dolaşa bana gele bula. Beduva edi. Tam dügün gecesi işde yola düşiler. Atlar, develer. Bele çeyizlerini taşiler, deve yüklerinen. Çeyizlerini taşiler gelinin. Atlar yüri önde. Padişahın güvenlik görevlileri, padişahları, şeler gori gelini. Gidiler, gidiler. Epeyce dere, tepe düz gidiler. Yolda bi fırtına bi şe esi. Çöle rasliler. Çöl dumanı, çölden, tozdan göz gözi görmi. Fırtına çıhi. Bu gızı fırtına olduğu gibi çobanın yanına savuri. Bi uyaniler ki ne uyanalar! Sabah oli. Heş ne gelin ne eşyaları. Hiç bi şey yoh. Develer bi yerde, atlar bi yerde, muhafazlar bi yerde. Heş kimse yohdur. Ariler, ariler, ariler, gelinden bi iz bulamiler. Döniler padişahın yanına. Diyi: - Acaba da -diyi- babasının yanına mı döndü yolu bulamayınca? Gidi, babasına söliler. Babası bağıri: - Ben size emanet etmişdim. Gızımı nasıl olur da bulamazsız? Nasıl olur da sahip çıhamazsız? Yoh, bulunmi. Ondan sora çobannan gız birbirlerini seviler, gavuşiler, evleniler. Üş tene çocuhları oli. Üş tene oğlan çocuğu oli. Zaman geli, geçi. Padişah yollara düşi gızına aramaya. Ama bulami. Epeyi zaman geçdikden sora büyük oğlunun adını “Neydim” goyi. Obirinin adını “Noldum”, birinin adını da “Nolacam” goyi. Ondan sora epeyi zaman geşdikden sora dede padişah olduğu üçün o çobanın durduğu köve vari. O dağlıh köve gavuşi. Çocuğu ordan biri çağıri ki: - Neydimm! Annesi çağıri. -ismi Neydim- Diyi: - Efendim. - Gel, diyi. Ondan sora bi daha duri. Bi daha: - Noldum, diyi. Obiri o çocuğunun adı. Bi daha çağıri: - Nolacam -deyi- gelin buraya yemeğinizi yesin. Padişahın ilgisini çeki. Ondan sora evlerine gidi. Gızının evi olduğunu bilmi; ama gızını tanimi. Epeyi zaman geçdikden sora ohoo gidi ki gendi gızı. Padişah gızı amma daha padişah gızının eseri galmamış. Kövlü gadını gibi olmuş, çoban garısı. Bele bahi, bahi deyi: - Gızım -diyi- sen -diyi- bu çocuhların adını niye bele goydun? - Ya -diyi- babalıh, -diyi- dedem -diyi- ben -diyi- vahdı zamanında çoh zengindim. Çoh iyi dim. Çoh güzeldi. -diyi- Ben bi çobana âşık oldum. Babam vermedi. Çobanı da sürgün etdi yeddi diyar o yanıya. Şimdi –diyi- ben düğünüm olidi –diyi- bi padişah oğluna verdiler. Dügünüm olduğu gün beni rüzgâr, fırtına savurdu, beni buraya getirdi. Ben şimdi çobannan evliyim. - Peki -diyi- çocuğun adını niye ele goydun? - Ya -diyi- başdan neydim? Sonunda noldum? Sonunda nolacam acaba? Ben neydim, noldum, nolacah sonum? -diyi- O yüzden onu bırahdım. Padişah duri, duri, düşüni: - Beni -diyi- gızım affedin. Ben -diyi- mağrurlandım. Diyi: - Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var. Diyi: - Ya ben senin babanım gızım. diyi. O zaman gızların ayağına gapani, af dili. - Baba -diyi- sen benden af dileme -diyi- beyimden af dile. - Ya gocan saan nassı davrani? - Baba -diyi- dünyalar iyisi bi gocam var. Çalışi, çabali ahşama ten. Gendi gücü yettiğince bizlere bahmaya uğraşi. Heş bi şeyimizi de eksig goymi. - Yoh -diyi- ben gelmeem gocamdan izinsiz. Gocam gelsin de ondan sona ne diyi? Ona göre giderim. diyi. Gocası geli, halı, vaziyeti göri. Ama nası fakirler nası müsteherler. O gadar fakirler ki bi parça ekmek yecek ekmekleri yoh. Çoban geli, diyi: - Hayırdır hanım? -diyi- Misafirimiz mi var? diyi. - Var -diyi- ama -diyi- hele bah -diyi- bu kimdir? - Valla -diyi- ben tanıyamadım hanım. -diyi- Hayırdır? Hoş geldin -diyi- safa geldin. Tanrı misafiri umduğunu del bulduğunu yer. Başımızın üsdünde yeri var. diyi. Diyi: - Sen beni tanımadın mı? - Yoh -diyi- tanamadım. Sonra söli ki: - Ya ben seni govan padişahım. Gene de diyi: - Hoş geldin, sefa geldin. Tanrı misafirisin. Başımın üsdünde yerrin var. diyi. - Ya -diyi- ben gızıma dedim ki; gelin sizi sarayıma götürem. Beyler gibi paşalar gibi yaşayın. Burda sürünmeyin. Gızım gelmedi sen yohsun diye. Sen gelir misin? - Valla -diyi- paşam -diyi- padişahım. diyi. - Ben gelirim amma bi şartımla gelirim. Sen bahan -diyi- hiç garışmıyacahsın. Yaşamıma, şeyime, sözüme söz goymıyacahsın. - Gel -diyi- vezirim ol -diyi- ben sahan hiş bi şeyine garışmıyacam. Beyler gibi yaşıyacahsın. Sarayını onlara devredi. Gızını mıradına erdiri. Çocuhlarının ismini değişdiri; Ahmet, Mehmet, Murat bırahi. Yiler, içiler, onlar da muradlarına geçiler. İşde bele.
Padişahın Gızıyla Çoban
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi